.
  Warcraft Kitap 1-1.bölüm
 

http://www.dr.com.tr/DNR_Folders/00000001358/0000000135804_5_1.jpg

Bu Çeviri tamamen alıntıdır StairwaytoheavenTW.tr.gg bundan sorumlu değildir



Ejderhanın Günü                   1. kitap



BÎR.




S

avaş. Küçük Dalaran diyarını yöneten büyücüler meclisi Ki­rin Tor'un bazı üyeleri, Azeroth dünyasının hiç bitme­yen kan ve ölümden başka bir şey görmediğini düşünmüştü bir zamanlar. Lordaeron İttifakı kurulmadan önce troller var­dı. İnsanlar en sonunda bu dehşet verici tehlikenin üstesinden geldiğindeyse ilk ork dalgası evreni saran dokuyu yırtıp çık­mışçasına yeryüzüne üşüşmüştü. İlk başta hiçbir şey bu şekil­siz istilacıları durduramaz gibi görünse de zamanla korkunç katliam yerini acı dolu bir çıkmaza bırakmıştı. Savaşlar büyük kayıplar vererek kazanılmıştı. İki taraftan da yüzlercesi ölmüş ama görünüşte hiçbir sonuç elde edilememişti. Kirin Tor yıl­lar boyunca ufukta belirebilecek bir son görememişti.

Fakat sonunda durum değişmişti. İttifak nihayet Güruh'u geri püskürtmeyi başarmış ve en sonunda da tamamen boz­guna uğratmıştı. Orklarm büyük şefi, efsanevi Orgrim Kıya-met çekici bile ilerleyen orduları durduramamış ve teslim ol­mak zorunda kalmıştı. Birkaç asi kabile dışında, hayatta kalan istilacılar hazırlanan iskân bölgelerinde toplanmış ve Gümüş El Şövalyelerinin yönetimindeki askeri kuvvetler tarafından sı­kı denetim altına alınmıştı. Barışın sürmesi çok uzun yıllar sonra ilk kez, artık soluk bir temenni değil bir umuttu.

Yine de... bir rahatsızlık hissi hâlâ Kirin Tor'un yüksek


konseyini tedirgin ediyordu. Bu yüzden Hava Divanı'nda yüksek düzey büyücülerin en yüceleri bir araya gelmişti. Ha­va Divanı'nın adı, duvarları yokmuş gibi duran odanın, büyü üstatlarının arkasında akan bulutlarla, ışık ve karanlıkla dolu, engin ve durmadan değişen bir gökyüzü gibi görün­mesinden kaynaklanıyordu. Sanki zaman hızlanmıştı. Bu sah­neye tutarlılık katan tek şey gri, taş zemin ve oradaki dört elementi simgeleyen parlak elmas semboldü.

Kuşkusuz büyücüler de odanın geri kalanına uygundu çünkü hem yüzlerini hem vücutlarını gizleyen karanlık pele­rinlerine bürünmüş halde onlar da sanki birer illüzyonmuş gibi gökyüzünün hareketleriyle dalgalanıyordu. Konsey üye­lerinin bazıları kadın, bazıları erkek olsa da cinsiyetleri ancak büyücülerden biri konuştuğunda belli oluyordu. Çünkü an­cak o zaman bir yüz, ayrıntıları belli belirsiz olsa da kısmen ortaya çıkıyordu.

Altısı burada toplanmıştı, en kıdemli altı büyücü. Ama bu onların en yeteneklileri olduğu anlamına gelmiyordu. Kirin Tor'un liderleri birçok yöntemle seçilirdi, büyü bunlardan sa­dece biriydi.

"Khaz Modan'da bir şeyler dönüyor," dedi yüksek sesle sakallı yüzü-zorlukla seçilebilen ilk büyücü. Sayısız yıldız şek­li vücudunda gezindi. "Ejderhaağzı kabilesinin elinde tuttuğu mağaralarda ya da onların yakınında."

"Bilmediğimiz bir şey söyle," dedi kulak tırmalayan bir sesle ikincisi. Diğerlerinden yaşça büyük bir kadındı; ama hâ­lâ güçlü bir iradeye sahipmiş gibi görünüyordu. Bir ay, bir an için cüppesini aydınlattı. "Kıyametçekici'nin savaşçıları ele geçirildiğine ve lidersiz kaldıklarına göre oradaki orklar için geri kalan birkaç dik kafalı gruptan biri diyebiliriz."

Birinci büyücünün bu sözlere içerlediği açıktı; ama yine de karşılık verirken sakindi: "Pekâlâ! Belki bu daha çok ilginizi çe­ker... Kanatlıölüm'ün tekrar harekete geçtiğini düşünüyorum."


Bu diğerlerinde, yaşlı kadında bile, korku dolu bir ürper­ti yarattı. Gece birden gündüze döndü; ama büyücüler bu di­van için sıradan olan bu duruma aldırış etmediler. Bulutlar, söylenenlere inanmayan üçüncü büyücünün başının üstünden süzüldü.

"Kanatlıölüm öldü!" diye açıkladı tıknaz yapısı vücudu­nun şeklini belli eden üçüncüsü. "Aylar önce denizin dibini boyladı. Bu konsey ve en güçlülerimizden seçilenler ona ölümcül darbeyi indirdi. Hiçbir ejderha, o bile, böylesine bir kudrete karşı duramaz!"

Diğerlerinden bazıları başlarıyla onay verdi; ama birinci büyücü devam etti: "Peki cesedi neredeydi? Kanatlıölüm hiç­bir ejderhaya benzemezdi. Goblinler o pullu derisine ada-mantium levhalar yerleştirmeden önce bile, onun yarattığı tehdit Güruh'unkini gölgede bırakacak kadar büyüktü..."

"Peki onun hâlâ var olduğunu kanıtlayacak ne var elinde?" Soru daha gençliğinin baharında olduğu belli olan bir kadın­dan geldi. Diğerleri kadar deneyimli değildi; ama yine de-konseyde yer alacak kadar güçlüydü. "Ne var?"

"Alexstrasza'nın iki kızıl ejderhasının ölümü. Vücutlar sa­dece kendi türlerinden birinin -devasa yapıda birinin- başa­rabileceği şekilde parçalara ayrılmıştı." "Başka iri ejderhalar da var."

Bir fırtına patladı, şimşekler ve yağmur büyücülerin üstü­ne boşandı; ama ne onlara ne de zemine değdiler. Fırtına göz açıp kapayana kadar dindi ve parlak bir güneş tekrar üstlerin­de belirdi. Kirin Tor'un birinci büyücüsü bu ihtişamlı göste­riye en ufak bir ilgi göstermedi. "Anlaşılan Kanatlıölüm'ün neler yapabileceğini hiç görmemişsin, yoksa böyle bir şey söylemezdin."

"Dediğin gibi olabilir," diye araya girdi beşincisi, bir elf yüzünün belirsiz hatları fırtınadan bile hızlı görünüp kaybol­du. "Ve eğer öyleyse, bu önemli bir durum sayılabilir. Ama


şu an için bununla ilgilenmemiz çok zor. Eğer Kanatlıölüm yaşıyor ve en büyük rakibinin soyundan olanlara saldırıyorsa bu sadece bizim yararımıza olur. Hepsinden öte, Alexstrasza hâlâ Ejderhaağzı kabilesinin tutsağı ve orklar yıllardır onun yavrularını kullanarak İttifak'ın her yerinde kan akıtıp yıkım­lara neden oluyorlar. Hepimiz Kul Tiras'm Üçüncü Filosu'nun başına gelen faciayı bu kadar çabuk mu unuttuk?' Ben­ce Amiral Lord Daelin Proudmoore bunu asla unutmayacak­tır. Sonuçta o en büyük oğlunu ve kırmızı devler onları ga­fil avladığında, o altı büyük gemide bulunan bütün diğerle­rini kaybetti. Eğer Kanatlıölüm'ün gerçekten bu iki ölümün sorumlusu olduğu kesinleşseydi Proudmoore o siyah yaratığı madalyayla ödüllendirirdi her halde."

Buna kimse itiraz etmedi, birinci büyücü bile. Azametli gemilerden geriye sadece bu dehşetli yıkımı gözler önüne se­ren tahta parçaları ve birkaç parçalanmış ceset kalmıştı. Ami­ral Lord Proudmoore'nin kararlılığını kaybetmeden, yok olanların yerine hemen yeni savaş gemilerinin yapılmasını emredip savaşa devam etmesi onun saygınlığını daha da ar­tırmıştı.

"Daha önce de belirttiğim gibi, şu anda hu durumla daha fazla vakit kaybedemeyiz, hele elimizde daha öncelikli olarak halletmemiz gereken bu kadar çok sorun varken."

"Alterac krizini kast ediyorsun, değil mi?" diye gürledi sa­kallı büyücü. "Lordaeron ve Strorngrade'nin hiç bitmeyen gizli kapaklı kavgaları neden bizi Kanatlıölüm'ün olası geri dönüşü kadar ilgilendirsin ki?"

"Çünkü artık Gilneas duruma ağırlığını koydu."

Diğer büyücülerde tekrar bir hareketlenme oldu, hatta hiç konuşmamış olan altıncı büyücüde bile. Tıknaz sayılabilecek gölge, elfe doğru bir adım attı. "Diğer iki krallığın önemsiz bir toprak parçası için atışması Genn Griyele'yi neden ilgilen­dirsin ki? Gilneas güney yarımadanın ucunda, Alterac'tan İt-


ittifak'taki diğer bütün krallıklar kadar uzakta!"

"Bir de soruyor musun? Griyele her zaman İttifak'ın lider­liğini ele geçirmek istemişti; sonunda orklar kendi sınırlarına saldırmaya başlayana kadar ordularını geride tuttuğu halde. Onun Lordaeron Kralı Terenas'ı harekete geçmek için cesa­retlendirmesinin tek sebebi Lordaeron'un askeri gücünü kır­maktı. Şu anda Terenas, İttifak'ın liderliğini elinde tutuyorsa bu bizim çabamızın ve Amiral Proudmoore'nin açık desteği­nin sayesindedir."

Alterac ve Stromgrade savaşın ilk günlerinden beri çatışma içinde olan iki komşu krallıktı. Thoras Trolcelladı, Stromgra­de'nin bütün gücünü Lordaeron İttifak'ını desteklemek için kullanmıştı. Khaz Modan gibi bir komşusu varken dağlık krallığın yapacağı en mantıklı iş ortak bir hareketi destekle­mek olabilirdi. Kimse de Trolcelladı'nın savaşçılarının karar­lılığını yabana atamazdı. Onlar olmasaydı orklar savaşın ilk haftalarında İttifak'ın çoğunu istila etmiş ve şimdikinden çok farklı, tam anlamıyla acımasız bir sonuç ortaya koymuş olur­lardı.

Öte yandan Alterac, her ne kadar cesaretten ve davanın er­deminden sık sık dem vursa da kendi birliklerini harekete ge­çirmek için pek istekli değildi. Gilneas gibi o da sadece sem­bolik bir yardım sunmuştu; ama Genn Griyele'yi engelleyen hırsken, söylentilere göre Lord Perenolde'nin bunu yapma sebebi korkuydu. Kirin Tor'da bile çok önceden beri İttifak'ın Güruh'un bitmek bilmeyen saldırısı karşısında dağılması ha­linde Perenolde'nin Kıyametçekici'yle anlaşma yapmayı dü­şünüp düşünmediği sorulur olmuştu.

Bu korku doğru çıkmıştı. Perenolde gerçekten de îttifak'a ihanet etmişti; ama neyse ki bu aşağılık çabası kısa ömürlü olmuştu. Terenas durumu duyunca Lordaeron birlikleri hızla Alterac'ı işgal edip sıkıyönetim ilan etmişti. Savaşın devam et­tiği bir zamanda kimsenin gücü bu duruma karşı çıkmaya


yetmezdi, özellikle de Stromgrade'nin. Artık barış sağlandığı­na göre Stromgrade'nin, hainlik yapmış olan eski sınır kom­şusunun doğudaki topraklarının tamamını hak ettiği gibi alması gerekirdi.

Terenas duruma böyle bakmıyordu. O hâlâ Alterac'ı ken­di krallığına ilhak etme ya da Alterac tahtına yeni ve daha makul bir hükümdar yerleştirme hakkını savunuyordu... tah­min edilebileceği gibi Lordaeron'un çıkarlarına uygun birini. Yine de Stromgrade savaş boyunca sadık bir müttefik olmuş­tu; herkes Thoras Trolcelladı ve Terenas'm birbirlerine duy­duğu hayranlığı bilirdi. Bu da onların arasını açan siyasi sı­kıntıyı daha da üzüntü verici kılıyordu.

Gilneas'm ise bu topraklarla hiçbir bağı yoktu; o her za­man batının diğer milletlerinden uzak durmuştu. Kirin Tor da Kral Terenas da Genn Griyele'nin müdahale için fırsat kol­ladığını biliyordu. Bu sadece kendi itibarını artırmak için de­ğil, yayılmacı hayallerini sürdürmek içindi belki de. Lord Perenolde'nin kuzenlerinden biri ihanetten sonra bu topraklara kaçmıştı ve söylentilere göre Griyele onun yeni kral olması için destek veriyordu. Alterac'ta bir üs, Gilneas'a güney kral­lığının sahip olmadığı kaynaklara ulaşma imkânı sunacaktı ve tabii ki güçlü gemilerini Büyük Deniz'den geçirmek için ge­rekli olan bahaneyi de. Bu da sonuçta denizlerdeki egemen­liği konusunda çok duyarlı olan Kul Tiras'ı da işin içine ka­tacaktı.

"Bu, İttifak'ı parçalayacaktır..." diye mırıldandı genç bü­yücü, üstüne basarak.

"Henüz o noktaya gelinmedi," diye fikrini açıkladı elf bü­yücüsü. "Ama yakında bu da olabilir. Bu yüzden de ejderha­larla uğraşacak zamanımız yok. Eğer Kanatlıölüm yaşıyorsa ve Alexstrasza'ya olan kan davasını yeniden canlandırmaya karar vermişse şahsen ben ona karşı çıkmam. Ne kadar az ejderha olursa o kadar iyi. Artık onların zamanı geçti."


"Bir zamanlar ejderhalarla elflerin müttefik, hatta birbiri­ne saygı gösteren dostlar olduğunu duymuştum." dedi hiçbir tonlama içermeyen, cinsiyeti belirsiz bir ses.

Elf sureti ince, uzun boylu yapısıyla neredeyse bir gölge gibi duran sonuncu büyücüye döndü. "Sadece hikâyeler, sizi tenim ederim. Böyle canavar mahluklarla irtibat kurmaya te­nezzül etmeyiz."

Bulutlar ve güneş yerlerini yıldızlar ve aya bıraktı. Altıncı büyücü özür dilercesine hafifçe başım eğdi. "Anlaşılan yanlış duymuşum. Benim hatana."

"Bu siyasi sıkıntıyı yatıştırmamız gerektiği konusunda haklısın," dedi beşinciye sakallı büyücü. "Ve bunun önceliği olduğunu da kabul ediyorum. Yine de Khaz Modan'da ne olup bittiğine aldırmazlık etme riskine giremeyiz! Kanatlı-ölüm hakkında haklı olsam da olmasam da oradaki orklar Ejderhakraliçesi'ni tutsak tuttukları sürece istikrarın sağlanması­na karşı bir tehdit oluşturuyorlar."

"O zaman bir gözcüye ihtiyacımız var," diye lafa girdi yaşlı kadın. "Olan biteni gözleyecek ve sadece eğer durum tehlikeli bir boyuta varırsa bizi uyaracak biri."

"Kim peki? Şu anda herkese ihtiyacımız var!"

"Bunu yapabilecek biri var." Altıncı büyücü bir adım öne geldi. Konuşurken bile yüzü gölgelerin içinde kaldı. "Rhonin bunu yapabilir..."

"Rhonin mi?!?" diye patladı sakallı büyücü. "Rhonin! Son başarısızlığından sonra mı? O, büyücü cüppesi giymeyi bile hak etmiyor. O umuttan çok tehlike demektir!"

"O tutarsız biri," diye katıldı yaşlı elf.

"Asi," diye mırıldandı tıknaz olan.

"Güvenilmez..."

"Suçlu!"

Altıncı büyücü hepsinin sözü bitene kadar bekledi ve son­ra yavaşça başını salladı. "Ve bu nazik zamanda yokluğu so


run yaratmayacak, tek deneyimli büyücü. Ayrıca bu sadece bir gözlem görevi. O olası bir krizin yakınında bile olmaya­cak. Görevi olayları izleyip bize bildirmek olacak, o kadar." Başka itiraz gelmeyince siyahlar içindeki büyücü ekledi: "Eminim dersini almıştır."

"Öyle olduğunu umalım," diye mırıldandı yaşlı kadın. "Son görevini yerine getirmiş olabilir ama bu yanindakilerin çoğunun yaşamına mal oldu."

"Bu sefer yalnız gidecek. Yanında sadece onu İttifak top­raklarının sınırına kadar götürecek bir rehberi olacak. Khaz Modan'a girmeyecek bile. Büyülü bir küre olan biteni belli bir mesafeden seyretmesini sağlayacaktır."

"Yeterince basit görünüyor," diye karşılık verdi genç olan kadın. "Rhonin için bile."

Elf sureti sinirli bir tavırla başını salladı. "O zaman bu ko­nuda anlaşmaya varıp konuyu kapatalım. Şansımız yaver gi­derse Kanatlıölüm, Rhonin'i yutar ve sonra boğulup ölür, böylece ikisinin de bahsinden sonsuza kadar kurtulmuş olu­ruz." Diğerlerine göz gezdirip ekledi: "Artık hepimizin Gilneas'in Alterac sorununa dahil olması ve bizim bu sorunu ya­tıştırmak için ne yapabileceğimiz konusuna yoğunlaşmamızı istiyorum..."

Geçen iki saat boyunca yaptığı gibi başı aşağıda, gözleri kapalı, konsantrasyon halinde duruyordu. Çevresini sadece, hiçbir kaynağı olmayan loş bir ışık aydınlatıyordu. Gerçi ortada görülecek pek bir şey de yoktu. Kullanmadan bıraktı­ğı bir sandalye kenarda duruyordu. Onun arkasında da kaim, taş duvara asılı bir halı vardı. Halının üstüne leylak rengi bir alanın üstünde, detaylı, bilinçli, altın bir göz dokunmuştu. Gözün aşağısında yine altından üç tane hançer, keskin uçları aşağı dönük şekilde duruyordu. Savaş boyunca Dalaran bay­rağı ve sembolleri İttifak'in korunmasında hep yükseklerde


yer almıştı; ama bu Kirin Tor'un bütün üyelerinin görevleri­ni gereken saygınlıkla yerine getirdiği anlamına gelmiyordu.

"Rhonin..." Hiçbir ifade taşımayan bir ses odayı doldur­du. Sanki aynı anda hem her yerden geliyor hem de hiçbir yerden gelmiyordu.

Sık ve ateş rengi saçlarının altından ürkek yeşil gözlerini açıp bakışlarını karanlığa doğru kaldırdı. Burnu bir keresinde arkadaşı olan acemi bir büyücü tarafından kırılmıştı; ama ye­teneklerine rağmen Rhonin onu onarmak zahmetine girme­mişti. Yine de güçlü, düzgün çenesi ve köşeli yüz hatlarıyla çirkin sayılmazdı. Hep kalkık olan tek kaşı yüzüne her zaman alaycı, kuşkulu bir ifade verirdi. Yüzündeki bu ifade birçok öğretmeniyle başını derde sokmuştu ve bu görüntüsüne uy­gun olan davranışları da ona bu zamanlarda pek fayda sağla­mamıştı.

Gece mavisi renginde zarif bir cüppeye bürünmüş, uzun boylu, ince yapılı büyücü, bu haliyle diğer büyücülerin bile takdirini kazanırdı. Son görevi beş iyi adamın hayatına mal olmuş olsa da Rhonin azılı biri gibi görünmüyordu. Dimdik durmuş, diğer büyücünün kendisine hangi yönden seslene­ceğini bekleyerek gözünü karanlığa dikmişti.

"Beni çağırdın. Hâlâ bekliyorum," diye fısıldadı kıvırcık kızıl saçlı büyücü, sabırsızlığını belli eden bir sesle.

"Yapılacak bir şey yoktu. Konu başkası tarafından açılana kadar ben de beklemek zorundaydım." Zifiri karanlığın için­den beliren pelerin ve kukuleta takmış, uzun boylu siluet, Ki­rin Tor'un merkez konseyinin altıncı üyesinden başkası de­ğildi. "Sonunda beklenen oldu."

İlk kez olarak, Rhonin'in gözleri hevesle parladı. "Peki ya cezam? Yasağım sona erdi mi?"

"Evet. Aramızdaki mevkiine geri dönüşün kabul edildi... Acil olarak çok önemli bir görevi yerine getirmeyi kabul et­men şartıyla."


"Bana karşı hâlâ bu kadar güvenleri var mı?" Genç büyü­cünün sesi yine acı dolu bir ton aldı. "Diğerleri öldükten sonra..."

"Ellerinde bir tek sen varsın."

"Bu kulağa daha gerçekçi geliyor. Tahmin etmeliydim."

"Bunları al." Gölgeler içindeki büyücü avucu açık, ince, eldivenli elini ileri uzattı. Açık avucun üstünde, havada, bir­den iki parlak nesne beliriverdi: Küçük zümrüt bir küre ve üstünde tek bir siyah mücevher olan altın bir yüzük.

Rhonin kendi elini aynı şekilde tuttu... ve iki nesne onun elinin üstünde belirdi. İkisini de tutup inceledi Rhonin. "Gö­rüş küresini biliyorum; ama diğeri tanıdık gelmedi. Gücünü hissedebiliyorum ama tahminimce saldırı amaçlı değil."

"Kavrayışın çok kuvvetli, Rhonin, zaten daha en başta se­ni desteklememin sebebi buydu. Kürenin ne işe yaradığını biliyorsun. Yüzüğü koruyucu olarak kullanacaksın. Ork sihir­bazlarının hâlâ var olduğu bir diyara gidiyorsun. Bu yüzük onların sana kendilerine has yöntemleriyle erişmelerini en­gelleyecektir. Maalesef bu bizim de seni takip edebilmemizi zorlaştıracak."

"Demek ki kendi başımın çaresine bakacağım." Rhonin kendisine yardım eden büyücüye alaycı bir ifadeyle gülüm­sedi. "Daha başka ölümlere yol açma ihtimalim azalacak..."

"Bu bakımdan yâlnız olmayacaksın. En azından limana ka­dar. Sana bir korucu eşlik edecek."

Kendisine eşlik edecek kişi umurunda değildi, özellikle de bu kişi bir korucuysa. Rhonin yine de başını salladı. Rhonin elflerle pek anlaşamazdı. "Bana görevimin ne olduğunu söy­lemedin."

Gölgelere bürünmüş siluet sanki genç adamın göremediği geniş bir sandalyeye oturuyormuş gibi geriye yaslanmıştı. El­divenli elleri birleşmiş büyücü, doğru kelimeleri seçmeye ça­lışır gibiydi. "Sana karşı çok sevecen davranmadılar, Rhonin.


Konseydekilerin bazıları seni sonsuza kadar bu mevkiden
uzaklaştırmayı bile düşünüyordu. Önceden sahip olduklarını
kazanmak için çaba harcamalısın ve bu da bu görevi tam an­
lamıyla yerine getirmen demek."                                                   JJ_
"Kolay olmayacağım söylemeye çalışır gibisin."
"Bu işin içinde ejderhalar var... ve onlara göre sadece senin becerilerine sahip birinin halledebileceği bir şey."

"Ejderhalar..." Dev yaratıkların adı anılır anılmaz Rhonin'in gözleri büyüdü. Genelde kibirli bir hali olan adamın sesi şimdi daha çok acemi bir büyücününki gibi çıkmıştı.

Ejderhalar... Adlarının geçmesi bile çoğu daha genç büyücü­nün yüreğine korku salardı.

s

"Evet, ejderhalar." Hamisi öne doğru eğildi. "Bu konuda sakın hata yapma, Rhonin. Konseyin ve senin dışında kimse­nin bu görevden haberdar olmaması lazım. Sana yol göstere­cek korucu ya da seni Khaz Modan sahiline bırakacak İttifak gemisinin kaptanı bile... Senden beklediğimiz şeyin bahsi du­yulursa bütün planlar tehlikeye girebilir."

"İyi ama görevim ne?" Rhonin'in yeşil gözleri titrek bir ışıkla parladı. Bu olağanüstü tehlikelerle dolu bir macera ola­bilirdi; ama ödüller gayet açıktı. Eski mevkiine dönüş ve say­gınlığına saygınlık katılması. Yüksek konseyin hiçbir üyesi bu basit gerçeği kabul etmeye yanaşmasa da hiçbir şey bir bü­yücüyü saygınlık kadar hızlı yükseltemezdi Kirin Tor'da.

"Khaz Modan'a gideceksin," dedi diğeri, biraz tereddüt ederek. "Oraya varınca da orkların elindeki Ejderhakraliçesi Alexstrasza'yı serbest bırakmak için gerekenleri yapacaksın..."


                  

 

 

 

 

 

                                                                         İki

Tereesa beklemeyi sevmezdi. Çoğu kimse elflerin buzullar kadar sabırlı olduğunu sansa da onun gibi genç olanları bu bakımdan insanlara çok benzerdi. Hele de Vereesa gibi, bir korucu olarak acemilik dönemini bitireli sa­dece bir yıl olmuşsa. Üç gündür, Büyük Deniz'e açılan doğu limanlarından birine kadar eşlik etmekle görevli olduğu bü­yücüyü bekliyordu. Genelde büyücülere karşı, bir elfin bir insana duyduğu kadar saygı duyardı; ama bu seferki sinirini bozmuştu. Vereesa kardeşlerine katılmak ve hâlâ savaşan orkların her birini yakalayıp aşağılık katilleri hak ettikleri gibi öl­dürmek istiyordu. Korucu, ilk önemli vazifesinde hiçbir şeyi aklında tutamayan, titrek ve ihtiyar bir büyücüye dadılık et­mek zorunda kalacağını düşünmemişti.

"Bir saat daha," diye mırıldandı. "Bir saat daha bekleyip giderim."

Yanındaki bakımlı, kırmızıya çalan kahverengi elf kısrağı hafifçe kişnedi. Nesiller boyu yeni yavrulara geçen özellikler, sıradan türdeşlerine göre çok üstün bir hayvan yaratmıştı. Ya da Vereesa'nın halkı böyle olduğuna inanıyordu. Kısrak, bi­nicisiyle uyum içindeydi. Başkalarına sadece basit bir homur­tu gibi gelecek olan ses, korucuyu hemen ayaklandırdı. Dişi elf, uzun bir oku yayma germişti bile.

Oysa çevresindeki korular bir hainlikten çok sessizliği an-


latıyordu. Lordaeron İttifak'ı topraklarının bu kadar içlerinde orklardan ya da trollerden bir saldırı pek beklemezdi. Buluş­ma yeri olarak seçilmiş olan küçük hana doğru bir göz attı; ama ahıra saman taşıyan bir çocuk dışında kimseyi göremedi. Elf yine de yayını indirmedi. Pusuda bekleyen bir bela ol­madıkça bineği çok nadir ses çıkarırdı. Acaba yakınlarda hay­dutlar mı vardı?

Korucu yavaşça bir çember çizerek döndü. Rüzgâr uzun, gümüş beyazı saçlarının bir kısmım yüzüne çarpıyordu; ama bu keskin görüşünü engelleyemezdi. Gökyüzünün en saf maviliğindeki badem gözleri, yaprakların en ufak hareketini bi­li- yakalardı. Sık saçlarının arasından çıkan uzun, sivri uçlu kulakları yakındaki bir çiçeğin üstüne konan kelebeğin sesini kile duyabilirdi.

Ama yine de kısrağının uyarısı için bir sebep bulamamıştı.

Belki yakındaki tehlike her ne idiyse Vereesa onu korkutup kaçırmıştı. Her elf gibi, etkileyici bir görünümü olduğu­nu biliyordu. Çoğu insandan uzun olan korucu, dizine varan deri çizmeler, orman yeşili pantolon ve bluz giymiş, üstüne de meşe renginde bir seyahat pelerin takmıştı. Neredeyse dirseğine varan sıkı eldivenleri hem ellerini koruyor hem de ya­yım, ya da yanında asılı duran kılıcını kolaylıkla kullanmasını sağlıyordu. Bluzunun üstüne, ince ama yuvarlak hatlı vücu­duna göre yapılmış sağlam bir göğüs zırhı giymişti. Handa­ki yerli halktan biri, görünüşünün kadınsı özelliklerine hay­ra ı ılıkla bakarken elfin savaşçı yanını dikkate almama hatası­nı işlemişti. Adam sarhoş olduğu için ve ayık olsa büyük olasılıkla aynı kaba hitap şekillerini ağzına almayacağından, Vereesa adamın birkaç parmağını kırmakla yetinmişti sadece.

Kısrak tekrar kişnedi. Korucu bineğine ters ters bakarken dudaklarında hayvanı ayıplayan birkaç söz şekillendi.

"Siz Vereesa Rüzgârkoşan olmalısınız," dedi birdenbire kı­sık ve dikkat çekici bir ses, Vereesa'nın bakmadığı yönden.


Vereesa daha fazla bir şey söylemesine fırsat vermeden okunun sivri ucunu adamın gırtlağına dayadı. Oku bırakıverse yeni gelenin boynunu tamamen delip geçer ve diğer taraf­la   tan çıkardı.

Tuhaf bir şekilde bu ölümcül gerçek adamı hiç etkileme­miş gibi görünüyordu. Elf adamı tepeden tırnağa inceledi (kabul etmesi gerekirse bu pek de tatsız bir iş sayılmazdı) ve bu davetsiz misafirin sadece beklediği büyücü olabileceğine kanaat getirdi. Bu, hem bineğinin garip davranışım hem de kendisinin adamın varlığını daha önce sezememe nedenini açıklıyordu.

"Sen Rhonin misin?" diye sonunda sordu korucu.

"Beklediğin gibi değil miyim?" diye karşılık verdi adam, yüzünde alaycı bir gülümseme ifadesiyle.

Elf biraz rahatlayarak okunu aşağı indirdi. "Sadece bir bü­yücü olduğunu söylediler o kadar, insan."

"Bana da bir elf korucusu dediler, daha fazlasını değil." Vereesa'ya öyle bir bakış attı ki elf neredeyse yayını geri kal­dıracaktı. "Neyse, sonuçta birbirimizi bulduk."

"O kadar basit değil. Üç gündür burada bekliyorum! Üç kıymetli gün ziyan oldu!"

"Yapılabilecek bir şey yoktu. Hazırlık yapılması gerekiyor­du." Büyücü başka bir şey söylemedi.

Vereesa üstelemekten vazgeçti. Çoğu insan gibi bu da ken­disi dışında kimseyi umursamıyordu anlaşılan. Daha fazla beklemek zorunda kalmadığı için kendini şanslı saymalıydı. İttifak'ın içinde bu Rhonin gibiler bu kadar çokken nasıl olup da Güruh'a karşı zafer kazanılabildiklerine şaşıyordu.

"Pekâlâ, eğer Khaz Modan'a geçmek istiyorsan hemen ha­rekete geçsek iyi olur." Elf onun arkasına bir şey arıyormuş gibi baktı. "Atın nerede?"

Neredeyse büyücünün, atı olmadığını ve kendini buraya müthiş güçlerini kullanarak taşıdığını söylemesini bekliyor-


du... ama öyle olsaydı Rhonin'in, limana kadar rehberlik et­mesi için kendisine ihtiyacı olmazdı. Bir büyücü olarak etki­leyici yetenekleri olmalıydı kuşkusuz; ama bu yeteneklerinin de bir sınırı vardı. Bunun yanında, Rhonin'in görevi hakkındaki azıcık bilgisiyle, Vereesa onun hayatta kalabilmek için sahip olduğu her şeye ihtiyacı olduğunu tahmin ediyordu. Khaz Modan yabancıların iyi karşılandığı bir yer değildi. Bir­çok cesur savaşçının kafatası ork çadırlarını süslüyordu, duy­duğu kadarıyla ejderhalar da havada devamlı devriye geziyor­lardı. Hayır, Vereesa bile yanında bir ordu olmadan oraya gitmezdi. Korkağın teki değildi; ama aptal da değildi.

"Biraz su içsin diye hanın yakınındaki bir yalağa bağla­dım. Bugün için yeterince yol teptim, leydim."

Rhonin'in ses tonunda hafif bir iğneleme hissetmese, şa­nım belirten bu unvanın kullanılması Vereesa'nın hoşuna gi­debilirdi. İnsana karşı içinde yükselen öfkeyi dizginlemeye çalışarak kendi atma döndü. Okunu ve yayını yerleştirip atı­nı yola hazırlamaya başladı.

"Birkaç dakika daha dinlenme atıma da bana da yeter," di­ye fikrini söyledi büyücü.

"Eyer üstünde uyumaya çabuk alışırsın... ve atın kendine gelebilsin diye de ilk başta yavaş tempoda ilerleriz. Zaten ye­terince çok bekledik. Çoğu gemi, hatta Kul Tiras'ınkiler bile sırf gözlem görevi verilmiş bir büyücü için Khaz Modan'a gitme düşüncesinden hoşlanmaz. Bir an önce limana ulaş­mazsan uğraşmaları gereken daha önemli ve daha az intihar niteliğinde işleri olduğuna karar verebilirler."

Neyse ki Rhonin buna itiraz etmedi. Onun yerine kaşları­nı çatarak arkasını döndü ve hana doğru ilerlemeye başladı. Arkasından bakan Vereesa gitmeleri gereken yere varamadan sinirine yenilmeyeceğini umuyordu.

Büyücünün görevini merak etti. Khaz Modan'ın ejderhala­rı ve onları kullanan orklar hâlâ tehdit oluşturmaya devam


ediyordu gerçekten de; ama İttifak'ın başka, daha usta göz­lemcileri Khaz Modan'ın içinde ve çevresinde yerleşmişti za­ten. Vereesa, Rhonin'in görevinin çok ciddi bir mesele oldu­ğunu sanıyordu, yoksa Kirin Tor bu küstah büyücü için bu kadar çok şeyi riske atmazdı. Acaba gerçekten de onu seçer­ken durumu iyice gözden geçirmişler miydi? Daha becerikli ve güvenilir birini bulmaları gerekmez miydi? Bu büyücünün görüntüsü, felakete yol açabilecek bir bilinmezliğin çizgileri­ni taşıyordu.

Elf şüphelerini zihninden kovalamaya çalıştı. Kirin Tor bu konuda kararını vermişti ve İttifak yönetimi onlarla hem fi­kirdi; yoksa kendisi burada ona yol gösteriyor olmazdı. En iyisi bütün endişelerini bir kenara bırakmasıydı. Vereesa'nın tek yapması gereken sorumluluğunu aldığı kişiyi gemisine ulaştırmaktı. Sonra kendi yoluna gidebilirdi. Rhonin'den ay­rıldıktan sonra onun ne yapıp ne yapamayacağı Vereesa'yı zerre kadar ilgilendirmiyordu.

Dört gün boyunca, birkaç can sıkıcı böcekten daha tehlike­li bir şeyle karşılaşmadan yola devam ettiler. Şartlar daha fark­lı olsaydı yaptıkları yolculuk basit ve kaygısız görünebilirdi; tabii Rhonin ve rehberinin bütün bu zaman boyunca neredey­se hiç konuşmadığı gerçeği bir kenara koyulursa. Büyücü ge­nelde bu durumdan rahatsız değildi. Aklı, önünde uzanan teh­likeli işteydi. İttifak gemisi onu Khaz Modan'a ulaştırdığında sadece orkların cirit attığı değil, aynı zamanda onların tutsağı olan ejderhaların gökyüzünde devriye gezdiği bir diyarda tek başına kalacaktı. Korkak olmasa da Rhonin işkencelere maruz kalıp yavaş ve acı dolu bir ölümle yüz yüze gelmek istemez­di. Sırf bu yüzden, konseydeki destekçisi ona Ejderhaağzı ka­bilesinin bilinen son faaliyetlerini bildirmişti. Ejderhaağzı ço­ğunlukla etrafı kolluyor olmalıydı, özellikle de Rhonin'e söy­lendiği gibi siyah dev Kanatlıölüm gerçekten yaşıyorsa.


Yine de büyücünün üstüne aldığı görev göründüğü kadar zor olsaydı bile Rhonin geri dönmezdi. Bu ona sadece gü­nahlarından kurtulmak için değil aynı zamanda Kirin Tor'da yükselmek için de verilmiş bir fırsattı. Bunun için sadece Krasus ismiyle bildiği hamisine sonsuza dek şükran duyacaktı. İm m büyük olasılıkla sahteydi, bu yönetici konseyde çokça kııllanılan bir uygulamaydı. Dalaran'ın efendileri gizlilikle se­çilirdi. Bu makama geldiklerini aynı konumda olanlar dışında kimse bilmezdi, en sevdikleri bile. Rhonin'in destekçisi olan adamın sesinin onun gerçek sesiyle ilgisi yoktu elbette... Tabii erkek olup olmadığı da ayrı bir soru işaretiydi.

Merkez konseydekilerin bazılarının kimlikleri tahmin edi­lebilirdi; ama Krasus zeki büyücü için bile bir muammaydı. Aslında Rhonin, Krasus'un kimliğini neredeyse hiç umursamıyordu. Genç büyücünün tek umursadığı sadece onun ara­cılığıyla kendi hayallerini gerçekleştirebileceğiydi.

Gemiye varamazsa bu hayaller çok uzakta kalacaktı. Eye­rinde öne eğilerek sordu: "Hasic'e ne kadar kaldı?"

Vereesa arkaya dönmeden, ağırbaşlı bir ifadeyle cevap ver­di: "En azından üç gün daha. Telaşlanma, bu hızda ilerleye­rek limana vaktinde ulaşırız."

Rhonin yine geri çekildi. Son sohbetleri bu kadar sürmüştü, bugün ikinci oluyordu bu. Bir elfle seyahat etmekten daha beter bir şey vardıysa eğer bu ancak suratsız Gümüş El Şöval­yelerinden biriyle seyahat etmek olabilirdi her halde. Hep var olan nezaketlerine rağmen paladinler büyünün ara sıra lazım olabilen, geri kalan zamanlarda yokluğunu aramadıkları bir heladan başka bir şey olmadığım düşündüklerini kesin bir şe­kilde hissettirirlerdi. Rhonin'in son karşılaştığı paladin, öldük­ten sonra büyücülerin ruhunun, tarihteki efsanevi iblislerle ay­nı karanlık çukurda kalmaya mahkûm edileceğine inandığını çok canlı ifadelerle anlatmıştı. Rhonin'in ruhu ne kadar günah­sız olursa olsun bunun bir önemi olmayacaktı her halde.


Akşamüstü güneşi, ağaçların arasında kara gölgeler ve ay­dınlıktan oluşan bir tezat yaratarak ağaç tepelerinin ardında batıyordu. Rhonin karanlık çökmeden ormanın kenarına varmayı ummuştu; ama anlaşılan bu mümkün olmayacaktı. Zi­hinsel haritaları içinde, sadece şu andaki yerlerini belirlemek için değil, aynı zamanda rehberinin gemiye zamanında vara­bilmekle ilgili söylediklerini doğrulayabilmek için de bir kez daha gezindi. Vereesa'yla buluşmasının gecikmesi, gerekli olan malzemeleri bulmakla çalışırken olmuştu. Tek umudu bu gecikmenin bütün görevini tehlikeye sokmamasıydı.

Ejderhakraliçesi'ni serbest bırakmak...

Bazıları için imkânsız, inanılmaz bir görev; çoğu kişi için­se mutlak ölüm demekti bu. Ama Rhonin savaş sırasında bi­le bunu önermişti. Kesin olan bir şey varsa o da, Ejderhakraliçesi serbest kaldığında orkların geriye kalan silahlarının en büyüğünün ellerinden alınmış olacağıydı. Ne var ki koşullar böylesine muazzam bir girişimin başarıya ulaşmasına izin vermemişti.

Rhonin konseydekilerin çoğunun kendisinin başarısız ol­masını umduklarını biliyordu. Rhonin'den kurtulmak onlar için geçmişten kalan kara bir lekenin üstlerinden silinmesi demekti. Bu bakımdan bu görev her durumda faydalı olacak­tı: Başarılı olursa şaşıracaklardı; başarısız olursa da rahata ere­ceklerdi.

En azından Krasus'a güvenebilirdi. Büyücü en başta ona gelip genç meslektaşının imkânsızı başarabileceğine hâlâ ina­nıp inanmadığını sormuştu. Alexstrasza serbest kalana kadar Ejderhaağzı kabilesi Khaz Modan'daki hakimiyetini elinde tutmaya devam edecekti ve orklar, Güruh için çalışmaya de­vam ettikçe koruma altındaki iskân bölgeleri için olası bir merkez olma tehlikesi taşımaya devam edeceklerdi. Kimse sa­vaşın yeniden yaşanmasını istemezdi. Zaten İttifak'ın çözmek­le uğraştığı yeterince sorunu vardı kendi içinde.


Kısa bir gök gürültüsü Rhonin'i daldığı  düşüncelerden  ayırdı. Bakışlarını yukarı kaldırdı; ama pamuk gibi beyaz bir­kaç buluttan başka bir şey göremedi. Kaşlarını çatan alev rengi  saçlı büyücü bakışlarını, gök gürültüsünü kendisinin de  duyup duymadığını sormak için elfe çevirdi.

Daha tehditkâr ikinci bir gök gürültüsü bütün kaslarının gerilmesine neden oldu.

Aynı anda her nasılsa eyerinde dönmeyi başaran Vereesa kendisini Rhonin'e doğru itip büyücünün üstüne atladı.

Kocaman bir gölge etraflarını kapladı.

Büyücü, ve korucu çarpışınca elfin zırhının da ağırlığıyla ikisi birden Rhonin'in atının üstünden düştüler.

Kulakları sağır eden bir kükreme yeri göğü sarstı ve kasırga gibi bir rüzgâr esti. Büyücü yere düştüğünde daha acının verdiği şokun etkisinden kurtulamadan, atının kısa kişneme­sini duydu... ve hemen sonra kişneme kesildi.

"Yerde kal!" diye bağırdı Vereesa, sesini rüzgâr ve kükre­me sesi arasında duyurmaya çalışarak. "Yerde kal!"

Gökyüzünü görmek için dönmüş olan Rhonin onun yeri­ne cehennemden çıkma bir manzarayla karşılaştı.

Kızgın ateş renginde bir ejderha gökyüzünü kaplamıştı. (')n pençelerinde Rhonin'in atından ve dikkatle seçilmiş, pa­halı malzemelerinden geriye kalanları tutuyordu. Ateş kırmızısı dev, gözlerini aşağıdaki minicik, zavallı varlıklardan ayır­madan, hayvanın leşinin geri kalanını bir kerede yuttu.

Canavarın omuzlarında, uzun ve sivri iki dişi olan, nere­deyse kendisi kadar büyük bir savaş baltasıyla, şekilsiz, yeşil biri oturuyordu. Kaba bir dilde emirler haykıran ork doğru­dan Rhonin'i işaret ediyordu.

Ağzı aralık, pençeleri açık ejderha, Rhonin'e doğru alçaldı.

"Bana ayırdığınız zaman için tekrar teşekkürlerimi suna­nın, Majesteleri," dedi uzun boylu, siyah saçlı asilzade, güç


ve zekâ dolu bir sesle. "Belki hâlâ bu krizin bütün çabaları­nızı mahvetmesini engelleyebiliriz."

"Bunu yapabilirseniz, Lordaeron ve İttifak size karşı büyük minnet duyar, Lord Prestor," diye karşılık verdi makamını gösteren zarif, beyaz ve altın rengi cüppeye bürünmüş, yaşlı ve sakallı adam. "Sayenizde Gilneas ve Stromgarde'nin makul olanı görebileceğine hissediyorum." Kendisi ufak tefek bir adam olmasa da Kral Terenas karşısındakinin heybeti yanın­da küçücük kalıyordu.

Genç adam gülümserken bütün dişleri ortaya çıktı. Tere­nas, Lord Prestor'dan daha azametli birine rastlasa şaşırırdı doğrusu. Özenle taranmış, kısa, siyah saçları, saraydaki ka­dınların çoğunun elinin ayağına dolaşmasına sebep olan, şa­hin bakışlı, tıraşlı yüzü, kıvrak zekâsı ve İttifak'taki bütün prenslerden daha asil duruşuyla Lord Prestor'un Alterac so­rununa dahil olan herkesi, hatta Genn Griyele'yi bile, etkisi altına alması şaşırtıcı değildi. Terenas'ın diplomatlarının an­lattığına göre Prestor etkileyici tavırlarıyla Gilneas'ın hüküm­darını, çok az rastlanabilecek şekilde, gülümsetmeyi bile ba­şarmıştı.

Kralın konuğu, bundan sadece beş yıl önce kimsenin adı­nı bile duymadığı genç bir asilzadeye göre epey bir üne ka­vuşmuştu. Prestor, Lordaeron'un en dağlık, en engebeli böl­gesinden gelmişti; ama yine de Alterac'ın kraliyet ailesiyle kan bağı olduğunu ileri sürüyordu. Yaşadığı küçük topraklar savaş sırasında bir ejderha saldırısıyla yerle bir olmuş, baş­kente kadar yanında üstüne başına bakacak bir uşağı bile ol­madan yayan yürümüştü. O zamanki kötü durumu ve geli­şinden beri nasıl bir konuma geldiği hikâyelere konu olmuş­tu. Daha da önemlisi, onun tavsiyeleri krala birçok kez yar­dım etmişti. Buna, karanlık günlerde yaşlı kralın Lord Perenolde konusunda ne yapacağına karar veremediği zaman da dahildi. Prestor bu konuda gerçekten itici güç olmuştu. Tere-


nas'ı, Alterac'ı ele geçirme ve orada sıkıyönetim ilan etme konusunda cesaretlendiren oydu. Stromgarde ve diğer krallıklar hain Perenolde'ye karşı harekâtın gerekliliğini anlamış; ama savaşın bitmesinden sonra Lordaeron'un bu krallığı kendi çıkarları için elinde tutmaya devam etmesini kabul etme­mişlerdi. En sonunda Prestor onlara bütün bunları açıklaya­bilecek ve son kararı onaylamalarını sağlayacak kişi olarak ortaya çıkmıştı.

Sonuçta işte bu, artık iyice yaşlanmış olan geniş yüzlü hü­kümdarın, karşısındaki zeki adamı bile şaşkına çevirecek ma­kul bir çözümü aklında tartıp durmasına neden olan şeydi. Terenas, Alterac'ı, Gilneas'ın desteklediği Perenolde'nin ku­zenin yönetimine bırakmayı reddetmişti. Mevzu olan krallığı Lordaeron ve Stromgarde arasında bölmek de mantıklı gel­miyordu ona. Bu sadece Gilneas'm değil, Kul Tiras'ın da nef­retini çekerdi. Alterac'ı tamamen ilhak etmekse mümkün de­vi İdi.

Peki ya bölgeyi herkesin saygısını kazanmış, barış ve bir­likten başka bir şey istemediğini göstermiş, yetenekli birinin ellerine teslim ederse? Hem de Kral Terenas'a göre yetenekli bir yönetici ve elbette hep Lordaeron'a bağlı bir müttefik ve dost olarak kalacak biri...

"Evet, kesinlikle, Prestor!" Kral kendisinden çok daha uzun boylu asilzadenin omzuna uzanıp hafifçe vurdu. Pres-tor iki metreden uzun olmalıydı ama zayıf da olsa pek çe­limsiz değildi. Mavi-siyah üniforması üstüne tam oturan Prestor, her bakımdan bir savaş kahramanına benziyordu. "Gurur duyman gereken çok şey var... ve ödüllendirilmen gereken de! İnan bana bu katkılarını kolay kolay unutmaya­cağım!"

Prestor içten bir şekilde gülümsedi, her halde küçük top­raklarına tekrar kavuşacağını düşünüyordu. Terenas genç ada­mın bu beklentiyle yaşamaya devam etmesine karar vermişti;


böylece Lordaeron kralı onu Alterac'ın hükümdarı ilan etti­ğinde Prestor'un yüzünde oluşacak ifade çok daha eğlenceli olacaktı. Birinin kral olması her gün yaşanan bir şey değildi... tabii bu mevki soydan geçmemişse.

Terenas'ın saygıdeğer konuğu, krala selam verip nezaket­le reverans yaparak imparatorluk divanından ayrıldı. Prestor çıkınca Terenas kaşlarını çattı. İpek perdeler, altın avizeler ve hatta saf beyaz mermer zemin bile genç asilzade ayrıldıktan sonra odayı yeterince aydınlatamıyordu. Lord Prestor her yönden sarayda cirit atan çıkarcı saray erkânından ayrıydı. O, herkesin güvenebileceği, kendisine duyulan inancı boş çıkar­mayacak ve her bakımdan saygın biriydi. Terenas, kendi oğ­lunun Prestor'a daha çok benzemiş olmasını dilerdi.

Kral sakallı çenesini sıvazladı. Evet, bir ülkenin şerefini ge­ri kazandıracak ve aynı zamanda İttifak üyelerinin ilişkilerine tekrar uyum getirecek mükemmel kişi oydu. Yeni ve güçlü bir kan...

Bu konuda biraz daha düşününce Terenas'ın aklına kızı Calia geldi. Hâlâ bir çocuk sayılsa da yakında çok güzel bir genç kız olacaktı. Belki işler yolunda giderse bir gün o ve Prestor, dostluklarını ve bağlılıklarını bir kraliyet düğünüyle güçlendirebilirdi de.

Evet, artık gidip danışmanlarıyla konuşmanın ve onlara kralın fikrini aktarmanın sırasıydı. Terenas onların da bu ka­rarında kendisiyle aynı fikirde olacaklarını kesinlikle hissedi­yordu. Şu ana kadar genç asilzadeden hoşlanmayan birine rastlamamıştı.

Alterac kralı Prestor... Terenas, ödülünün büyüklüğünü öğ­rendiğinde dostunun yüzünde oluşacak ifadeyi hayal bile edemiyordu...

"Yüzünüzde bir gülümsemenin izi var... Yoksa kanlar ve acılar içinde ölen biri mi var, benim zehir saçan efendim?"


"Esprilerini başkasına sakla, Kryll," diye karşılık verdi Lord Prestor, arkasındaki büyük, demir kapıyı kapatırken. Yukarı­da, kendisine Kral Terenas tarafından verilen eski şatoda yet­kisi olmayan kimsenin içeri girmemesi için Prestor'un tek tek seçtiği uşaklar nöbet bekliyordu. Efendilerinin yapması gere­ken işler vardı ve yerin altındaki odalarda neler olup bittiği­ni tam olarak bilmeseler de uşaklar onun rahatsız edilmesi­nin kendi yaşamlarına mal olacağım biliyordu.

Prestor işlerinin yarıda kesilmesini beklemiyor ve bu dal­kavukların verilen emirlere harfiyen riayet edeceklerine ina­nıyordu. Onlara yapılan büyü, kral ve saray erkânının bu aza­metli sığınmacıya bu kadar büyük hayranlık duymasını sağ­layan büyünün bir başka çeşidiydi; başka bir şey düşünebil­meleri mümkün değildi. Prestor büyünün etkisini zaman içinde iyice arttırmıştı.

"İçtenlikle özürlerimi sunarım, düzenbazlıklar prensi!" dedi kulak tırmalayan bir sesle karşısındaki. Küçük, zayıf ama adaleli bir vücudu vardı. Sesinde şeytani ve. delice bir hava, bir insana ait olamayacak bir nitelik vardı... Bu şaşırtıcı değil­di çünkü Prestor'un yanındaki bir goblindi.

Bazıları, başı karşısındaki asilzadenin ancak kemer tokası­na varan bu ince ve zümrüt yeşili yaratığı, zayıf ve basit sa­nabilirdi. Bununla birlikte ağzına yayılan delice sırıtış olduk­ça keskin, uzun dişlerini ve kan kırmızısı, neredeyse çatallı denebilecek dilini ortaya çıkarıyordu. Görünür bir gözbebe­ği olmayan, dar ve sarı gözleri keyifle parıldıyordu; ama bu keyif sineklerin kanatlarını ya da kobay hayvanlarının kolla­rını koparmaktan duyulan tarzda bir keyifti. Donuk kahve­rengi bir kürk goblinin boynundan başlayıp yukarı çıkıyor ve çirkin yaratığın basık alnında yabani bir ibik gibi sona eri­yordu.

"Hâlâ kutlama yapmak için sebep var." Aşağıdaki oda bir zamanlar erzakların koyulması için kullanılıyordu. O günler-


 

de topraktan gelen serinlik, şarap şişelerinin durduğu rafların hepsini gereken sıcaklık derecesinde tutardı. Şimdiyse Kryll'in bazı mühendislik çalışmaları sayesinde geniş oda patlamaya hazır bir yanardağın üstüne yerleştirilmiş gibi sıcaktı.

Lord Prestor burada kendini evinde gibi hissediyordu.

"Kutlama mı, hilekârlıklar efendisi?" Kryll kıkırdadı. Kryll genelde pis bir şeyler döndüğünde fazlaca kıkırdardı. Yeşil yaratığın en önemli iki tutkusu deneyler ve kargaşaydı; fırsat I buldukça ikisini birleştirirdi. Odanın arka tarafı aslında tez­gâhlar, deney tüpleri, barutlar, garip mekanizmalar ve goblinin topladığı tüyler ürpertici koleksiyonlarla doluydu.

"Eveet, kutlama, Kryll." Prestor delici, karanlık bakışlarını  I hiç kırpmadan gobline dikmişti. Birden yaratığın yüzündeki gülümseme ve alay ifadesi kayboluverdi. "Bu kutlamaya ka­tılmak için buralarda olmak istersin, değil mi?"

"Evet... Efendim."

Üniforma giymiş asilzade bir an durup boğucu havayı içi­ne çekti.  Bir rahatlama ifadesi köşeli yüz hatlarına yayıldı. "Ahhh, ne kadar özledim..." Yüz hatları sertleşti. "Ama beklemek zorundayım. Uygun zamanı kollamak lazım, değil mi Kryll?"

"Dediğiniz gibi, Efendim."

Prestor'ın yüzüne bir gülümseme yayıldı ama bu seferki uğursuz bir gülümsemeydi. "Biliyorsun, büyük olasılıkla şu anda Alterac'ın müstakbel kralına bakıyorsun."

Goblin dar ve kaslı vücudunu neredeyse yere kadar eğerek selam verdi. "Seni saygıyla selamlarız, yüce Kral Ö..."

Bir tıkırtı sesi ikisinin de bakışını sağ tarafa çevirdi. Eski bir havalandırma boşluğuna açılan metal bir ızgaradan diğe­rinden daha küçük bir goblinin kafası göründü. Küçük yara­tık çevik hareketlerle kendini dışarı çıkarıp Kryll'e doğru koş­tu. Yeni gelenin şeytani bir keyifle gülümseyen yüzü, Pres­tor'ın delici bakışlarıyla karşılaşınca birden ciddileşti.

 


 

İkinci goblin, Kryll'in uzun, sivri uçlu kulaklarına bir şey­ler fısıldadı. Kryll tısladı, sonra da elini umursamaz bir ifa­deyle sallayarak diğerini gönderdi. Yeni gelen goblin geldiği delikten geçip gözden kayboldu.

"Ne olmuş?" Kelimeler soylu adamın ağzından sakin ve akıcı çıksa da goblinin cevap vermekte gecikmemesi gerekti­ğini açıkça belli ediyordu.

"Ah, saygıdeğer efendim!" diye başladı Kryll, delice gü­lümsemesi hayvansı yüzüne geri gelerek. "Anlaşılan bugün şans sizden yana! Belki de bir yerlerde bir şans oyunu oyna­malısınız. Yıldızlar sizin tara..."

"Ne olmuş?"

"Birisi... birisi Alexstrasza'yı serbest bırakmaya çalışıyor..."

Prestor gözünü dikip ona baktı. O kadar uzun süre ve o kadar derin dikmişti ki gözlerini, Kryll karşısında ezilip bü­züldü. Bu sefer tamam, diye düşündü goblin, bu sefer kesin öleceğim. Ne kadar yazık. Yapmak istediği o kadar çok de­ney vardı ki... ve denemek istediği o kadar çok patlayıcı...

Aynı anda, karşısındaki uzun ve siyah adam kahkahalarla gülmeye başladı; derin, karanlık ve doğal olmayan bir gülüş­tü bu.

"Mükemmel..." diye mırıldanabildi Lord Prestor, kahkaha­larının arasında. Önünde duran boşluğu yakalamaya çalışı­yormuş gibi kollarını ileri uzattı. Parmakları inanılmaz uzun­lukta ve pençe gibiydi. "Tam anlamıyla mükemmel!"

Gülmeye devam etti ve o gülerken goblin Kryll geriye çe­kilip bu garip manzaraya şaşkın şaşkın bakarak kafasını yavaş­ça salladı.

"Bir de bana deli derler," diye mırıldandı kendi kendine.


üç

Her taraf ateşle kaplandı.

Büyücü ve Vereesa, alçalan ejderhanın püskürttüğü JBL m cehennem alevlerinin altında iki yana dağılırken elf küfürler savuruyordu. Rhonin yolcuğun gecikme­sine neden olmasaydı bütün bunlar başlarına gelmeyecekti. Şimdiye kadar Hasic'e varmış olacaklar ve Vereesa da büyü­cüden ayrılmış olacaktı. Ama şimdi ikisi de bu dünyadan ay­rılacakmış gibi görünüyordu...

Vereesa, Khaz Modan orklarının hâlâ, düşmanlarının hu­zur dolu topraklarına korku salmak için ejderha sürülerini buralara yolladıklarını biliyordu ama neden o ve yol arkada­şı onlardan biri tarafından bulunacak kadar şansızdı ki? Ejder­halar bugünlerde çok daha azdı. Lordaeron diyarlarıysa uçsuz bucaksızdı.

Kendini ormanın derinliklerine atan Rhonin'e bir bakış at­tı. Tabii ya. Bu bir şekilde yanındakinin bir büyücü olmasıy­la ilgiliydi. Ejderhaların elflerinkinden bile üstün duyuları vardı ve bazıları onların (bir takım sınırlamalar içinde bile ol­sa) büyüyü koklayarak bulabildiklerini bile söylerdi. Her na­sılsa olayların bu kadar felaket bir hal alması büyücünün su­çu olmalıydı. Ork ve ejderhası onun için gelmişti.

Rhonin de sonuçta benzer bir şey düşünmüş olmalıydı çünkü elinden geldiğince hızlı koşarak Vereesa'nm görüş ala-


nından çıkıp diğer yöndeki ormanın içine dalmıştı. Korucu homurdandı. Büyücüler ön saflarda hiçbir işe yaramazlardı. Birine belli bir uzaklıktan ya da arkasından saldırmak kolay­dı; ama düşmanla yüzleşmek zorunda kalınca...

Elbette karşısındaki bir ejderhaydı.

Ejderha gözden kaybolmak üzere olan insana doğru dön­dü. Kişisel olarak büyücüye karşı ne hissederse hissetsin Ve­reesa onun ölmesini seyretmek istemezdi. Ama etrafına bakıp duran gümüş saçlı korucu ona yardım etmenin bir yolu­nu bulamıyordu. Büyücünün atıyla birlikte kendininki de git­mişti ve tabii en sevdiği yayı da onun üstündeydi. Elinde ka­lan tek silah kılıcıydı, o da bu azgın deve karşı pek bir işe yaramazdı. Vereesa çevresine bakınıp kullanabileceği başka bir şey aradı ama uygun bir şey bulamadı.

Geriye pek fazla seçeneği kalmamıştı. Bir korucu olduğu için elinden bir şey geldiği sürece bu büyücünün bile zarar görmesine izin veremezdi. Vereesa'nm aklına, onun hayatını kurtarmak için yapabileceği tek bir şey geliyordu ve bunu yapmak zorundaydı.

Elf saklandığı yerden dışarı fırladı, ellerini havada sallaya­rak bağırmaya başladı: "Bu tarafa! Buraya, seni kertenkele to­humu! Bu tarafa!"

Vereesa'nm sonunda erkek olduğunu çıkarabildiği ejderha dikkatini aşağısında yanan ormana vermiş ve onu duymamış­tı. Bu cehennemin içinde bir yerlerde Rhonin hayatta kalma­ya çalışıyor, ejderhaysa onun bunu başaramaması için uğra­şıyordu.

Elf savaşçısı küfrederek etrafına bakınırken ağır bir kaya buldu. Bir insan için şimdi yapacağı şeyi başarmak imkânsız gibi bir şeydi ama onun için bu hâlâ olasılık dahilindeydi. Vereesa sadece kollarının hâlâ birkaç sene öncesinde olduğu kadar iyi olmasını umuyordu.

Geriye doğru gerilip kayayı kızıl devin tam kafasına fırlattı.



Mesafeyi ayarlayabilmiş ti ama ejderha aniden hareket edince Vereesa bir an için ıskaladığını düşündü. Ama kaya, ejderhanın kafasına gelmese de perdeli kanatlarından Vere­esa'ya yakın olanın ucundan sekti. Vereesa canavara zarar ver­meyi beklemiyordu; (ejderhanın sert ve pullu derisinin ya­nında basit bir kaya komik kalıyordu) tek istediği dev yara­tığın dikkatini çekebilmekti.

Ve bunu başardı.

Devasa kafa birden ona döndü ve ejderha bu müdahale­den rahatsız olduğunu gösterircesine kükredi. Ork, bineğine anlaşılmaz bir şeyler bağırdı.

Kanatlı dev aniden yana doğru bir dönüş yapıp Vereesa'ya yöneldi. Elf sonunda onun dikkatini zavallı büyücüden uzak­laştırmayı başarmıştı.

Peki şimdi ne halt edeceksin, diye kendi kendine söylendi korucu.

Arkasına dönüp koşmaya başladı. Peşindeki muazzam ya­ratığı atlatmasının mümkün olmadığının farkındaydı.

Ejderhanın görüntüsü etrafı kaplarken Vereesa'nm üstün­deki ağaçların tepeleri alevlerle doldu. Yanan yapraklar önü­ne düşüyor, istediği yöne gitmesini engelliyordu. Korucu te­reddüt etmeden sola döndü ve henüz alev almamış ağaçların arasına daldı.

Öleceksin, dedi kendine. Hep şu ise yaramaz büyücü için!

Kulakları sağır eden bir kükreme omzunun üstünden geriye bakmasına neden oldu. Kızıl ejderha ona ulaşmış, sivri tırnaklı pençelerinden biri kaçan korucuyu yakalamak için öne uzanmıştı. Vereesa bu pençenin onu ezdiğini, hatta da­ha da beteri, dev yaratığın korkunç ağzına sürüklediğini ha­yal etti... ve ejderha tarafından çiğnendiğini ya da tek parça halinde yutulduğunu.

Ama tam da ölüm Vereesa'ya bu kadar yaklaşmışken ej­derha birden pençelerini geri çekti ve havada kıvranmaya başladı. Pençeler kendi göğsünü tırmalıyordu şimdi. Bütün


pençeleri bir yerini, herhangi bir yerini çizmek için uğraşı­yormuş gibiydi. Sanki... Sanki dev gövdesi korkunç acı veren bir kaşıntıyla kaplanmıştı. Tepesindeki ork kontrolü kaybet­memek için mücadele ediyordu ama bu haliyle ejderhayı ralıatsız eden pire kendisiymiş gibi duruyordu ancak.

Vereesa durup karşısında olup bitenlere baktı. Hiç bu ka­dar şaşkınlık verici bir şeye şahit olmamıştı. Ejderha acısını azaltmaya çalışır gibi bükülüp kıvrılırken hareketleri her an biraz daha taşkınlaşıyordu. Ork terbiyecisi sırtında güçlükle tutunabiliyordu. Acaba bu canavarın bu kadar acı çekmesine neden olan şey ne olabilir, diye merak etti elf...

Sonra da fısıltıyla cevap verdi kendi sorusuna: "Rhonin mi?"

Sanki ismini söylemekle b;r hayaleti çağırmış gibi birden büyücü önünde belirdi. Kızıl saçları dağılmış, siyah cüppesi çamurlu ve parçalanmıştı; ama şu ana kadar başına gelenler onu yıldırmamış gibi görünüyordu.

"Hâlâ yapabiliyorken gitsek iyi olur diyorum, ne dersin, cif?"

Teklifini bir kere daha tekrarlamasına gerek kalmadı. Bu sefer Rhonin önden gidiyor ve cayır cayır yanan ormanda yol göstermek için bir tür yetenek, bir tür büyüsel güç kullanı­yordu. Vereesa bir korucu olarak daha iyisini yapamazdı. Rhonin, içine girene kadar farkına bile varılamayacak yollara sokuyordu onları.

Bütün bunlar olurken ejderha kendi derisini parçalayarak başlarının üstünde süzülüyordu. Vereesa bir an bakışlarım yukarı çevirince, canavarın zırhlı derisini delmeyi başarabile­cek çok az şeyden biri olan pençeleriyle kendi kanını akıtma­yı bile başardığını gördü. Ork ortalarda görünmüyordu; uzun dişli savaşçı tutunduğu yerden düşmüş olmalıydı. Vereesa onun için vicdan azabı duyacak değildi.

"Ejderhaya ne yaptın?" dedi sonunda derin bir soluk al­mayı başararak


 

 

Yangının bittiği yeri bulmaya çalışmakla meşgul olan Rhonin arkasına bile dönmedi. "Tasarladığım gibi çıkmayan bir şey! Bu sancılı bir tahrişten daha fazla canım yatmalıydı!"

Rhonin'in sesi kendi kendine kızmış gibi çıkıyordu; ama korucu ilk defa ondan etkilendiğini fark etti. Büyücü mutlak bir ölümü engelleyip olası bir güvenlik sağlamıştı... Tabii ki buradan çıkış yolunu bulmaları şartıyla.

Arkalarındaki ejderha, hıncını dünyaya haykırırcasına kük­rüyordu.

"Ne kadar sürecek?"

Büyücü sonunda durup ona baktı. O bakışta gördüğü ifa­de elfı feci şekilde rahatsız etti. "Yeterince uzun süre değil..."

Çabalarını ikiye katladılar. Ne yöne dönseler ateş etrafları­nı sardı; ama en sonunda alevleri geçerek çıkışa varıp sadece ölümcül bir dumanın üstlerine hücum ettiği bir alana ulaştı­lar. İkisi de dumandan boğularak tökezliyor ve üstlerine doğ­ru esen rüzgârdan korunabilecekleri, arkalarındaki ateş ve du­manı yavaşlatacak bir patika arıyordu.

Ve başka bir kükremeyle tepeden tırnağa titrediler çünkü bu seferki acı değil, öfke ve intikam hissiyle dolu bir kükre-meydi. Büyücü ve korucu geriye dönüp uzaktaki kırmızı göv­deye baktı.

"Büyünün süresi bitti," diye mırıldandı Rhonin, gereksiz bir şekilde.

Gerçekten de büyünün süresi dolmuştu ve Vereesa ejder­hanın, çektiği acının sorumlusunu çok iyi bildiğini görebili­yordu. Ejderha şaşmaz bir hedef tutturmuş, onlara bedel ödetmeye kararlı bir şekilde devasa, kalın kanatlarıyla üstleri­ne geliyordu.

"Buna yapabileceğin başka bir büyü var mı?" diye seslen­di Vereesa koşarlarken.

"Belki! Ama burada kullanmamayı tercih ederim! Bizi de onunla birlikte götürebilir!"


Sanki ejderhanın yapacağı da bu değildi. Elf, Rhonin'in ej­derha onları kendine yem yapmadan şu ölümcül büyüyü uy­gulamaya karar vereceğini umuyordu.

"Hasic ne kadar..." Büyücü bir an durup nefes aldı. "Hasic ne kadar uzakta?"

"Çok uzakta."

"Burasıyla arasında başka yerleşim yeri var mı?"

Düşünmeye çalıştı. Aklına bir yer gelmişti; ama ne adını, ne de ne yerleşimi olduğunu hatırlayamıyordu. Tek hatırla­dığı bir günlük mesafede olduğuydu. "Bir tane var; ama..."

Ejderhanın kükreyişiyle yeniden titrediler. Üstlerinden bir gölge geçti.

Rhonin beklenmedik bir şekilde durup dehşetli tehlikeyle yüzleşmek için dönünce neredeyse çarpışıyorlardı. Büyücü el­ti kollarından yakalayıp bir büyücü için şaşırtıcı derecede güçlü olan elleriyle kenara çekti. Gözleri kelimenin tam anla­mıyla kırmızı alevlerle kaplanmıştı. Vereesa böyle bir şeyin güçlü büyücülerde olabildiğini duymuş ama daha önce hiç görmemişti.

"Bunun geri tepmemesi için dua et," diye mırıldandı bü­yücü.

Kollarını ileri uzatmış, ellerini kırmızı ejderhaya doğrult­muştu.

Vereesa'nın duymadığı bir dilde sözcükler mırıldanmaya başladı. Bu sözcükler nedense bir ürpertinin elfin omurgası boyunca dolaşmasına neden oldu.

Rhonin ellerim birleştirip tekrar konuşmaya başladı...

Bulutların arasından üç kanatlı şekil daha ortaya çıktı.

Vereesa nefesini tutarken uzun boylu büyücü yapmakta olduğu büyüyü kesip sustu. Rhonin göklere lanetler savur­mak üzereymiş gibi beklerken, elf dehşetli düşmanlarının ar­dından yaklaşanların ne olduğunu gördü.

Griffonlar... kocaman, kartal kafalı, aslan vücutlu, kanatlı griffonlar... binicileriyle birlikte...


Vereesa büyücünün koluna yapışıp sarstı. "Hiçbir şey yap­ma!"

Rhonin ona ters bir bakış attı ama başıyla onayladı. Ejderha bütün görüş alanını kaplarken ikisi de bakışlarını yukarı çevirdiler.

Üç griffon, aniden ejderhanın üstüne atılıp onu gafil av­ladılar. Vereesa şimdi binicileri ayırt edebilse de aslında bu­na gerek yoktu. Sadece, elf diyarı Quel'thalas'ın bile ötesin­deki uzak, uğursuz, dağlık Aerie Dorukları'nın cüceleri yaba­ni griffonlara binebilirdi... sadece bu yetenekli savaşçılar ve binekleri havada ejderhalarla karşı karşıya gelebilirdi.

Kırmızı ejderhadan daha küçük de olsalar, griffonlar ejder­haların pullu derilerini parçalayabilen ustura kadar keskin pençeleri ve o derinin altındaki eti yarabilen gagalarıyla bu boyut farkını kapatabiliyorlardı. Ayrıca gökyüzünde çok daha hızlı ve çevik hareketlerle uçup bir ejderhanın asla baş ede­meyeceği keskin dönüşler yapabilirlerdi.

Cüceler için de bineklerini idare etmek o kadar kolay de­ğildi. Yerde yaşayan kuzenlerine göre birazcık daha uzun ve ince olan dağ cüceleri onlardan daha az kaslı değildi. Gökler­de devriye gezerken kullanmayı en sevdikleri silah efsanevi Fırtmaçekici olsa da bu üçlü, ustalıkla kullandıkları büyük, uzun saplı, çift taraflı savaş baltaları taşıyorlardı. Baltaların adamantiuma benzer bir metalden yapılmış ağızları, dev ya­ratıkların kemikli ve. pullu kafalarını bile delebilirdi. Bir riva­yete göre büyük griffon binicisi Kurdran, bunlar gibi bir bal­tayla yaptığı isabetli tek bir vuruşla bundan daha büyük bir ejderhayı indirmişti.

Kanatlı hayvanlar bir çember içine aldıkları düşmanlarını, savunmasız yakalanmamak için devamlı bir o yana bir bu ya­na dönmek zorunda bırakıyorlardı. Orklar uzun zamandır griffonlardan sakınmayı öğrenmişlerdi ama bu canavar bini­cisi olmayınca ne yapacağını şaşırmış gibiydi. Cüceler hemen


bu durumdan yararlanmak için bineklerini saldırtıp geri çe­kerek ejderhanın artan kızgınlığını körüklediler. Uzun sakal­ları ve atkuyruk saçları rüzgârla uçuşan valisi cüceler devasa tehlikenin yüzüne karşı kelimenin tam manasıyla gülüyorlardı. Bu böğürtüye benzeyen kahkahaları sadece ejderhayı daha fazla kinlendirmişti. Yaratık delice ama yararsız hamle­lerine ağzından püskürttüğü alevleri de katmıştı.

"Yön duygusunu allak bullak ediyorlar," diye açıkladı Vereesa, kullandıkları taktiğe hayran kalarak. "Genç olduğunun ve öfkesinin strateji kurarak saldırmasını engelleyeceğinin far­kındalar!"

"Bu da bize buradan gitmek için zaman kazandırır," diye karşılık verdi Rhonin.

"Yardımımıza ihtiyaçları olabilir!"

"Yerine getirmem gereken bir görevim var," dedi meşum bir sesle. "Ve onlar da duruma hakimler."

Bu gayet doğruydu. Üstün olan taraf griffon binicileriymiş gibi görünüyordu. Gerçi henüz hiçbir darbe indirmiş değil­diler. Üçlü, ejderhanın etrafında o kadar dönüp durdu ki ca­navarın artık neredeyse başı dönüyormuş gibi bir hali vardı. Bakışlarını bir tanesinin üstünde tutmaya çalıştıkça diğerleri dikkatini dağıtıyordu. Sadece bir kez bir alev, kanatlı rakiple­rinin birine neredeyse dokunacak kadar yaklaşmıştı.

Birden cücelerden biri, batmaya yüz tutmuş güneşin ışın­larıyla keskin ağzı parlayan kocaman baltasını kaldırmaya baş­ladı. O ve bineği bir kez daha ejderhanın üstünde uçtuktan sonra, dev yaratığın kafatasına yaklaşan griffon aniden dalışa geçti.

Pençeler yaratığın boynuna girdi ve pullu derisini yardı. Ejderhanın çektiği acı belli olurken cüce, devasa baltasını kuvvetlice savurdu.

Keskin çelik derine saplandı. Öldürecek kadar derin değildi ama ejderhanın acı dolu bir çığlık atmasına fazlasıyla yetmişti.


Ejderha tamamen bir refleks hareketiyle döndü. Kanadı tesadüfen cüceyle griffona çarptı ve kontrolsüz bir biçimde döne döne aşağı inmelerine neden oldu. Cüce tutunmayı başardı ama baltası elinden uçup yere doğru düşmeye baş­ladı.

Vereesa iç güdüsel olarak silahın düştüğü tarafa yöneldi ama Rhonin koluyla onun önünü kesti. "Sana gitmemiz ge­rek dedim!"

İtiraz edebilirdi ama yukarıda savaşanlara bir kez daha ba­kınca onlara hiçbir faydasının dokunamayacağım anladı. Griffon binicilerinin hâlâ peşini bırakmadığı yaralı ejderha daha da yükseğe uçmuştu. Baltayı alsa bile onu boş bir çabayla fır­latmaktan başka bir şey yapamazdı.

"Pekâlâ," diye mırıldandı elf, en sonunda.

Vereesa'nm varmaları gereken yerin nerede olduğuyla il­gili bilgisine dayanarak arkalarındaki savaş alanından hızla uzaklaştılar. Geride kalan ejderha ve griffonlar az sonra gök­yüzündeki küçük noktacıklar haline geldi. Bunun bir sebebi de havadaki savaşın elf ve büyücünün tersi yöne doğru gitmesiydi.

"Garip..." diye büyücünün fısıldadığını duydu Vereesa.

"Garip olan neymiş?"

Rhonin irkildi. "Demek bu kulaklar sadece gösteriş için değilmiş."

Çok daha kötülerini duymuş olsa da bu hakaret Vereesa’nın sinirine dokundu. İnsanlar ve cüceler, elf ırkının do­ğuştan gelen üstünlüklerine duydukları kıskançlıktan dolayı genelde onların uzun ve uçlara doğru sivrilen kulaklarını alay konusu yaparlardı. Vereesa'nm kulaklarının bazen eşek, do­muz hatta en beteri goblin kulağıyla kıyaslandığı olmuştu. Ve­reesa böyle bir yorum karşısında hiçbir zaman silahına davranmasa da bu sözleri söyleyenin seçtiği kelimelerden dolayı pişman olmasına neden olmadığı pek görülmemişti.


Büyücünün zümrüt yeşili gözleri kısıldı. "Bunu hakaret olarak algıladıysan özür dilerim. Öyle demek istememiştim"

Sözlerinin içtenliğine emin olamasa da Vereesa bu cılız özür dileme çabasını kabul etmek zorunda olduğunu biliyordu. Öfkesine hakim olmaya çalışarak tekrar sordu: "Nedir ga­rip olan?"

"Bu ejderhanın bu kadar iyi bir zamanlamayla ortaya çık­ması."

"Böyle düşünürsen griffonların nereden çıktığını da sor­man lazım. Sonuçta onlar da onun peşinden ortaya çıktı."

Büyücü başını iki yana salladı. "Birisini onu görüp duru­mu haber vermiş olmalı. Biniciler sadece vazifelerini yapıyor­du," diye fikrini belirtti. "Ejderhaağzı kabilesinin çaresiz bir durumda olduğunu, diğer asi toplulukları ve iskân bölgele­rinde tutulanları bir araya getirmeye çalışacaklarını tahmin edebiliyorum ama bunun için yapacakları şey bu olmamalı."

"Kim bir orkun ne düşündüğünü bilebilir ki? Belli ki bu tesadüfen rastladığımız bir yağmacıydı. Bu tarz bir saldırı İttifak'ta ilk defa olmuyor, insan."

"Hayır ama merak ettiğim..." Rhonin sözünü devam ettir­medi çünkü o an ikisi birden ormandaki hareketi fark etmiş­ti... her yönde bir hareketlenme vardı.

Korucu ustalık gerektiren bir rahatlıkla kılıcını kınından çı­kardı. Rhonin'in elleri bir büyü hazırlığı içinde olduğunu bel­li eden bir halde cüppesinin derin kıvrımları arasında kaybol­muştu. Vereesa sesini çıkarmasa da büyücünün yakın dövüşte ne fayda sağlayabileceğini merak etti. Rhonin geri çekilip ilk saldırganları karşılamayı Vereesa'ya bıraksa daha iyi olurdu.

Artık çok geçti. Altı iri yarı, atlı adam çevrelerini saran or­manın içinden ileri atıldılar. Artık iyice solmuş olan güneş ışığında bile gümüş zırhları parıl parıldı. Elf göğsüne doğrul­tulmuş bir mızrakla karşılaştı. Rhonin'inse hem göğsüne, hem de kürek kemiklerinin arasına birer mızrak dayanmıştı.


Tepesinde aslan kafası figürü olan siperlikli miğferler, on­ları esir alanların yüzlerini gizliyordu. Bir korucu olduğu için Vereesa birinin böyle giysiler içinde hareket edebilmesine şaşırdı, hele savaşa girişmesini düşünemiyordu bile. Ama altı adam eyerlerinde, sanki kendilerini sınırlayan hiç­bir şey yokmuş gibi rahat hareket ediyorlardı. Vücutlarının üst kısmı zırhla kaplı, muazzam, gri savaş atları üstlerine yüklenmiş, bu gereğinden fazla yükten rahatsızmış gibi gö­rünmüyorlardı.

Yeni gelenler bayrak taşımıyorlardı. Kimliklerini göste­ren tek belirti göğüs zırhlarına yapılmış, gökyüzüne uzanan bir el kabartmasıydı. Vereesa sadece bu resimle bile onların kim olduğunu tahmin edebiliyordu; ama bu onu rahatlat­madı. Bu adamlar gibilerini son gördüğünde miğferinin üs­tünde boynuzları, göğüs kısmında ve kalkanında Lordaeron'u temsil eden bir harf sembolü olan farklı bir zırh gi­yiyorlardı.

Ve sonra yedinci bir atlı yavaşça ormandan dışarı çıktı. Bu atlının üstünde Vereesa'nm ilk başta görmeyi beklediği daha geleneksel olan zırh vardı. Korucu siperliksiz, gölgeli miğfe­rin içindeki güçlü, olgun (bir insan için), bilge yüzü ve onun düzgün kesilmiş, telleri kırlaşmaya başlamış sakalını görebili­yordu. Hem Lordaeron'un, hem de kendi dinsel tarikatının sembolleri adamın kalkanını, göğüs zırhını ve hatta miğferi­ni süslüyordu. Onun gibilerin kullandığı türden, heybetli ve sivri uçlu savaş çekicinin asılı durduğu kemerini gümüş, as­lan kafası şeklinde bir toka tutuyordu.

"Bir elf," diye mırıldandı Vereesa'yı incelerken. "Sizin gi­bi güçlü bir savaşçının aramızda olmasından memnuniyet duyarız." Lider olduğu anlaşılan adam bakışlarını Rhonin'e çevirdi ve açık bir hor görme ifadesiyle konuştu: "Ve bir la­netli. Ellerini görebileceğimiz bir yerde tüt da onları kesmek zorunda kalmayalım."


Rhonin öfkesini dizginlemeye çalışırken Vereesa güven ve kuşku arası bir duygu içinde olduğunu fark etti. Lordaeron paladinleri tarafından esir alınmışlardı... efsanevi Gümüş El Şövalyeleri tarafından.

İkisi gölgelerle kaplı bir yerde buluştu. Burası kendileri gi­bi olanların bile çok azının ulaşabileceği bir yerdi. Burada geçmişin düşleri tekrar tekrar sahnelenir, zihnin anılarını kaplayan sisin içinde puslu figürler dolaşırdı. İkisi de bu ye­rin ne kadarının gerçek olduğunu ve ne kadarının kendi dü­şüncelerinde yer aldığım tam olarak bilmiyorlardı; ama bu­rada kimsenin onların konuştuklarını gizlice dinleyemeyeceğini biliyorlardı.

En azından öyle söylenirdi...

İkisi de uzun boylu ve inceydi; cüppelerinin başlıkları yüzlerini gizliyordu. Birinin Rhonin'in Krasus olarak bildiği büyücü olduğu anlaşılabilirdi. Diğeriyse, onun gri cüppesin­den daha yeşil tonda bir tanesini giymesi dışında, büyücünün ikizi gibiydi. Ancak konuşmaya başladıklarında, Kirin Tor konseyi üyesinin belirsiz cinsiyetinden farklı olarak bu kişi­nin erkek olduğu kesin olarak fark ediliyordu.

"Neden geldiğimi bile bilmiyorum," dedi Krasus'a.

"Çünkü gelmek zorundaydım Bunu yapman gerekiyor­du."

Diğeri duyulabilir bir sesle tısladı. "Doğru; ama artık bu­rada olduğuma göre istediğim zaman gitmeye karar verebili­rim."

Krasus eldivenli, ince elini kaldırdı. "En azından söyleye­ceklerimi dinle."

"Niçin? Daha önce defalarca tekrar ettiğin şeyi yeniden tekrar etmen için mi?"

"Böylece belki ne dediğim bir kez olsun aklında kalır!" Krasus'un beklenmedik sert çıkışı ikisini de şaşırtmıştı.


Karşısındaki başım iki yana salladı. "Çok uzun zamandır onlarlasın. Hem bedensel, hem de büyüsel savunman çökme­ye başlıyor. Bu umutsuz görevden vazgeçmenin zamanı geldi... Bizim de yapmış olduğumuz gibi."

"Umutsuz olduğuna inanmıyorum." İlk kez olarak, Kirin Tor'un merkez konseyinin diğer üyelerinden hiçbirinin göre­meyeceği kadar derinden gelen bir ses, onun cinsiyeti hak­kında bir ipucu veriyordu. "O ellerinde olduğu sürece buna inanamam."

"Onun senin için anlamım biliyorum, Korialstrasz; onun bizim için anlamıysa geçmiş zamanların anılarından ibaret."

"O zamanlar geçtiyse siz ve sizin kanınızdan olanlar ne­den hâlâ konumlarınızı koruyorsunuz?" diye sakince karşı­lık verdi, duygularını tekrar kontrol altına alabilmiş olan Krasus.

"Çünkü son yıllarımızın sakin ve huzur dolu geçmesini sağlamak istiyoruz..."

"İşte bu da bu işte bana katılmanız için daha iyi bir se­bep."

Diğeri tekrar tısladı. "Korialstrasz, kaçınılmaz olanı asla kabul edemeyecek misin? Planın bizi şaşırtmadı. Seni gayet iyi tanıyoruz! Küçük kuklanı asla başaramayacağı görevini ye­rine getirmeye çalışırken gördük... Onun bu işi-başarabilece­ğine ihtimal veriyor musun?"

Krasus cevap vermeden önce bir an bekledi. "O güçlü... ama tek güvendiğim o değil. Başarılı olamayacağını tahmin ediyorum. Ama kendini feda etmesinin sonuçta benim zafe­rime katkı sağlayacağını umuyorum... ve eğer sen de bana katılırsan bu zaferin gerçekleşme ihtimali daha da artar."

"Haklıydım." Krasus'un karşısındakinin sesi büyük bir düş kırıklığı taşıyordu. "Aynı cafcaflı konuşmalar. Aynı savunma­lar. Buraya sadece bir zamanlar ikimizin arasında güçlü olan ittifak yüzünden geldim; ama anlaşılan bunun için bile zah-


met etmemeliymişim. Hiçbir desteğin, hiçbir gücün yok. Sa­dece sen varsın ve sen de gölgelerde saklanmak zorunda­sın..." dedi çevrelerini saran sisleri işaret ederek. "... Böyle yerlerde saklanmalısın,,gerçek halini göstermek yerine..."

"Yapmak zorunda olduğum şeyi yapıyorum... Peki sen hâ­lâ ne yapıyorsun?" Krasus'un sesinde tekrar bir keskinlik be­lirdi. "Var oluş sebebin ne, eski dostum?"

Bu rahatsızlık verici soru karşısında diğeri bir an irkildi, sonra aniden arkasına döndü. Her adımında onu biraz daha içine alan sise doğru birkaç adım attı. Sonra durup arkasın­daki büyücüye baktı. Tekrar konuştuğunda sesinde, karşısın­dakinin sözlerini kabullenmiş bir ton vardı. "Sana bu yolda en iyi dileklerimi sunarım Korialstrasz, gerçekten. Ben... biz... sadece geçmişe dönüş olmadığına inanıyoruz. O günler sona erdi, biz de onlarla birlikte..."

"O halde sen bilirsin." Neredeyse ayrılmışlarken Krasus birden seslendi: "Diğerlerinin yanma dönmeden önce son bir isteğim var."

"Nedir?"

Büyücünün bütün vücudu karardı ve ağzından bir tıslama çıktı. "Bir daha asla bana bu isimle hitap etme. Asla. Bu isim telaffuz edilmemeli, burada bile."

"Kimsenin duyması..."

"Burada bile."

Krasus'un sesindeki bir şey karşısındakinin başım sallama­sına neden oldu. Sonra da ikinci suret aceleyle uzaklaşıp boş­luğun içinde kayboldu.

Az önce diğerinin durduğu yere bakan büyücü bu hiçbir işe yaramayan konuşmanın sonuçlarım düşünüyordu. Keşke mantıklı olanı görebilselerdi! Birlikte bir umutları vardı. Ama ayrı ayrı, yapabilecekleri çok az şey vardı... Bu da düşmanla­rının işine gelirdi.

"Aptallar..." diye mırıldandı Krasus. "Cehennemlik aptallar..."


DÖRT

P

aladinler onları, Vereesa'nm daha önce bahsettiği isim­siz yerleşim yeri olması gereken bir kaleye getirdi. Ka­lenin görüntüsü Rhonin'i etkilememişti. Yüksek surla­rı; kutsal şövalyelerin, onların silahtarlarının ve az sayıdaki hal­kın kıt kanaat geçinmeye çalıştığı gösterişsiz, işlevsel bir yer­leşimi çevreliyordu. Birliğin bayrakları, Gümüş El Şövalyele­rinin en sağdık destekçisi oldukları Lordaeron İttifakı'nın bayraklarıyla yan yana dalgalanıyordu. Eğer etrafta halktan insan­lar olmasaydı Rhonin buranın tamamen, askeri harekât amaçlı bir yerleşim yeri olduğunu düşünürdü çünkü burada kutsal ta­rikatın her şey üzerinde egemenliği olduğu çok açıktı.

Paladinler elfe karşı çok kibar davranmışlardı. Hatta daha genç olan bazı şövalyeler Vereesa onlarla her konuştuğunda büyülenmiş gibi oluyorlardı ama büyücüyle gerek görülme­dikçe haşir neşir olan yoktu. Bir ara Hasic'e varmak için ne kadar yol gitmeleri gerektiğini sorduğunda bile cevap veren çıkmamıştı. Cevabı alabilmek için Vereesa'nm soruyu tekrar­laması gerekmişti. İlk baştaki izlenimlerine rağmen aslında tutuklu değillerdi elbette; ama Rhonin onların arasında ken­dini gerçekten dışlanmış hissediyordu. Sırf Kral Terenas'a olan yeminlerinden dolayı kendisine en az miktarda nezaket gösteriliyordu. Bunun dışında kendisi onlar için değersiz bir varlıktı.


"Ejderhayı da griffonları da gördük," diye gürledi liderle­ri, Duncan Senturus. "Sorumluluğumuz ve şerefimiz elimiz­den gelen yardımı yapmak için hemen harekete geçmemizi gerektiriyordu."

Savaşın tamamen gökyüzünde meydana gelmiş olması ve bu yüzden onların ulaşmasının mümkün olmaması gerçeği, ne kutsal şevklerine gölge düşürmüş, ne de sağ duyularını uykusundan uyandırmış anlaşılan, diye hoşnutsuzca düşündü Rhonin. Bu konuda şövalyelerle korucu aynı kafadaydılar. Ama garip bir şekilde büyücü, artık Vereesa'yla tek basma uğraşması gerekmemesinden dolayı sancılı bir sahiplenme is­teği duyuyordu. Sonuçta o benim rehberim. Hasic'e varana kadar vazi­fesine bağlı kalmalı.

Ne yazık ki Hasic konusunda olduğu gibi bu konuda da Duncan Senturus'un aklında bir takım niyetler vardı. Şövalye­ler atlarından iner inmez, geniş omuzlu kıdemli şövalye elfin atından inmesine yardım etmek için elini uzattı. "Elbette si­zin en güvenli ve hızlı yoldan limana ulaşmanızı sağlamazsak ihmalkârlık yapmış oluruz. Üstünüze düşen bir vazifeniz ol­duğunun farkındayım, leydim; ama kesin olan bir şey varsa o da yolunuzun sizi bize ulaştırmasının yüce bir gücün ter­cihi. olmasıdır. Hasic'e nasıl gidileceğini gayet iyi biliriz ve bu yüzden benim emrimdeki küçük bir birlik sabahın ilk ışıklarıyla sizinle birlikte yala çıkacaktır."

Bu korucunun hoşuna gitmiş gibiydi ama Rhonin'e cesa­ret verdiği pek söylenemezdi. Kaledeki herkes ona, sanki bü­yücü bir orka ya da gobline dönüşmüş gibi bakıyordu. Zaten büyücüler arasında yeterince hor görülmüştü, bir de paladinlerin yaşatacağı sıkıntılara ihtiyacı yoktu.

"Çok kibarsınız," diye arkalarından girdi lafa Rhonin. "Ama Vereesa işinin ehli bir korucudur. Hasic'e zamanında yetişiriz."

Senturus'un burun delikleri sanki berbat bir şey koklamış


gibi genişledi. Kıdemli şövalye gülümsemesini hiç bozmadan elfle konuşmaya devam etti: "Size kalacağınız yere kadar eş­lik etmeme izin verin." Astlarından birine bir bakış attı.

"Meric! Büyücüyü yerleştirecek bir yer bulun..."

"Buradan," diye mırıldandı iri yarı, genç ve bıyıklı bir şö­valye. Rhonin'in kolunu, kırmak pahasına çekmeye hazır gö­rünüyordu. Rhonin bunu yapmanın akıllıca bir hareket olma­yacağım .ona öğretebilirdi ama görevinin selameti ve İttifak'ın farklı öğeleri arasındaki huzuru bozmama adına sadece hızlı adımlarla rehberinin yanma gelip bütün yol boyunca sessiz I kalmayı.tercih etti.

Kendisini yatması için uygun gördükleri en rutubetli ve pis yere götüreceklerini düşünmüştü ama bunun yerine Rho­nin kendini, suratsız savaşçıların kendi odalarından daha ra­hatsız olmadığını sandığı bir odada buldu. Oda kuru ve te­mizdi; ayrıca tahta kapı haricinde etrafı tamamen taş duvar­larla çevriliydi. Rhonin için geçmişte kaldığı bazı yerlerden çok daha kullanışlıydı. Derli toplu tek bir tahta yatak ve kü­çük bir masa odayı dolduruyordu. Odayı aydınlatmaya yara­yan tek şey döküntü bir gaz lambasıydı. Etrafta en ufak bir pencere bile göze çarpmıyordu. Rhonin en azından pencere­li bir oda istemeyi düşündü ama sonra şövalyelerin verebile­cek daha iyi bir şeyi olmayabileceğini düşündü. Hem bu ha­liyle oda meraklı gözleri de kendisinden uzak tutardı.

"Bu uygun," dedi sonunda ama Rhonin'i buraya getirmiş olan genç şövalye arkasından kapıyı kapayıp çıkmıştı bile. Rho­nin kapının dış tarafında bir sürgü ya da bir çeşit kilit olup ol­madığını hatırlamaya çalıştı ama her halde paladinler o kadar ileri gitmezlerdi. Rhonin onlar için lanetli olabilirdi ama yine de müttefiklerinden biriydi. Şövalyeleri tedirgin eden bu ma­nevi rahatsızlık biraz Rhonin'in komiğine gitti. Zaten Gümüş El Şövalyelerinin dindarlığı hep sahte gelmişti ona.

Gönülsüz ev sahipleri onu akşam yemeğine kadar yalnız bıraktılar. Rhonin yemekte kendini Vereesa'nm çok uzağında


oturuyor buldu. Elf istese de istemese de komutanın alakası­na mazhar olmuş görünüyordu. Bütün yemek boyunca elf dı­şında kimse büyücüyle birkaç kelimeden fazla konuşmadı ve eğer Senturus ejderhaların bahsini açmasıydı Rhonin az sonra kalkıp gidecekti.

"Son birkaç haftadır ejderhalar daha sık görünür oldu," diye onları bilgilendirdi sakallı şövalye. "Daha sık ve daha gözü dönmüş vaziyetteler. Orklar artık vakitlerinin dolmak üzere olduğunu biliyorlar. İlahi adalet günü gelmeden elle­rinden geldiği kadar korku ve yıkım saçmaya çalışıyorlar." Şarabından bir yudum aldı. "Juroon yerleşim bölgesi daha üç gün önce iki ejderha tarafından ateşe verildi. Nüfusunun ya­rısından fazlası bu kâfirce saldırıda öldü. Canavarlar ve efen­dileri, griffon binicileri oraya yetişemeden kaçmışlardı."

"Korkunç," diye mırıldandı Vereesa.

Duncan başıyla onayladı. Koyu kahverengi gözlerinde ne­redeyse bağnazca bir saplantının parıltısı vardı. "Ama yakın­da bunlar geçecek! Yakında Khaz Modan'ın içlerine akın ede­ceğiz, ta Grim Batol'a! Güruh'un son kırıntılarının yarattığı tehdidi sona erdireceğiz! Ork kanı akacak!"

"Ve iyi insanlar ölecek," diye ekledi Rhonin, kendi ken­dine mırıldanarak.

Anlaşılan komutanın kulakları da elfınkiler kadar keskindi çünkü bakışları hemen büyücüye dönmüştü. "Evet öyle, iyi insanlar ölecek! Ama Lordaeron'u ve diğer bütün toprakları ork tehdidinden temizlemek için yemin ettik ve bunu yapa­cağız, bedeli ne olursa olsun!"

Büyücü hiç etkilenmemiş görünerek karşılık verdi: "Ama önce ejderhaları halletmeniz gerekiyor, öyle değil mi?"

"Onlar mağlup edilecek, büyücü; ait oldukları ölüler di­yarını boylayacaklar. Eğer senin şeytani soyun..."

Vereesa komutanın eline hafifçe dokunup gülümsedi. Rhonin bile bu durumu biraz kıskandığını fark etti. "Ne ka­dar zamandır paladinsiniz, Lord Senturus?"


 

Rhonin, korucunun Lordaeron sarayında rastlananlara eş değerde çekici ve büyüleyici genç bir kadına dönüşmesini şa­şırarak seyretti. Onun bu dönüşümü neticede Duncan Senturus'u da değiştiriverdi.  Vereesa onun her sözünü dikkatle j dinliyormuş gibi görünürken yaşını başını almış şövalyeyle I alay ediyor, oyun oynuyordu. Kişiliği öyle değişmişti ki onu inceleyen büyücü bu kadının,  geçen birkaç  gün boyunca kendisine rehberlik ve koruma görevi yapan korucuyla aynı olduğuna inanamadı.

Duncan zengin bir lordun şan kazanmak için birliğe katılan : oğlu olarak başladığı, pek de alçakgönüllü görünmeyen alçak gönüllülük hikâyesini en ufak detayına kadar anlatmaya başladı. Diğer şövalyelerin hikâyeyi daha önce de duyduğu kesinse I de hepsi can kulağıyla dinliyordu. Liderlerini kendi meslek ya­şamları için parlak bir örnek olarak gördükleri belliydi. Rhonin hepsini şöyle bir inceledi ve diğer paladinlerin sanki anlatılanların etkisiyle sarhoş olmuş gibi nadiren göz kırptığını, hatta neredeyse nefes bile almadıklarını huzursuzca fark etti.

Vereesa hikâyenin çeşitli yerlerini yorumluyor, yaşlı ada­mın en sıradan başarılarını bile inanılmaz, yiğitçe işlermiş gi­bi gösteriyordu. Lord Senturus ona kendisinin almış olduğu eğitimleri sorduğunda Vereesa kendi yaptıklarını önemsiz!' şeyler gibi anlattı; ama büyücü, korucunun çoğu konuda ev sahiplerini kolaylıkla alt edebileceğini hissediyordu.

Paladin, Vereesa'nın tavırlarına hayran kalmış gibi görü­nüyordu. Bitmek bilmeyen bir konuşmaya girişti ama Rhonin artık usanmıştı. Özür dileyerek (ki bu kimsenin dikkati­ni çekmemişti) temiz hava ve yalnızlık umuduyla kendini dı­şarı attı.

Gece kalenin üstüne çökmüş, aysız bir karanlık uzun boy­lu büyücüyü rahat bir battaniye gibi sarmıştı. Hasic'e varmak ve oradan Khaz Modan'a doğru yola çıkmak için sabırsızlanı­yordu. Ancak o zaman bütün bu, görevini aksatmaktan baş-


ka bir şey yapmayan paladinlerden, koruculardan ve diğer işe yaramaz aptallardan kurtulmuş olacaktı. Rhonin en iyi yalnız başına çalışırdı; son başarısızlığının öncesinde anlatmaya ça­lıştığı şey de buydu. O zaman onu kimse dinlememişti. Yükselebilmesi için bir ekiple birlikte çalışmak zorunda bırakıl­mıştı. O görevde yanında olan diğerleri uyarılarına kulak as­mamış, yaptığı tehlikeli işin gereklerini anlayamamışlardı. Büyücülük yeteneğine sahip olmayanların her zamanki küçiimsemesiyle, korkunç büyüsünün izleyeceği yönde ileri  almışlardı... ve çoğu, büyünün asıl hedefi olan, efsanelerde-ki iblislerden biri olduğu sanılan, bir varlığı diriltmeye çalışan bir grup ork sihirbazıyla birlikte yok olup gitmişti.

Rhonin bu ölümlerin tek tek her birinden Kirin Tor'daki üstatlarına hissettirdiğinden çok çok daha fazla pişmanlık du­yuyordu. Onlar aklından bir türlü çıkmıyor, onu daha tehli­keli serüvenlere çıkmaya zorluyorlardı... Ve ne, Ejderhakraliçesi'ni onu tutsak edenlerin elinden tek başına kurtarmaya ça­lışmaktan daha tehlikeli olabilirdi ki? Bunu kendi başına yap­mak zorundaydı. Sadece bunun ona kazandıracağı şan ve şeref için değil; Rhonin'in umut ettiği gibi, önceki yol arkadaş­larının onun peşini bir an için bile bırakmayan ruhlarını hu­zura erdirmek için de. Krasus'un bile bu hayaletlerden haberi yoktu... tabii ki bu iyi bir şeydi çünkü aksi takdirde Rhonin'in işe yararlığı ve akıl sağlığı hakkında kuşkuya düşebilirdi.

Büyücü kalenin dış surlarına çıkarken rüzgâr da şiddetini arttırıyordu. Nöbet bekleyen çok az şövalye vardı ama görül­düğü kadarıyla bu yerleşim yerindeki varlığının haberi çabu­cak yayılmıştı. İlk nöbetçi onu fenerinin yardımıyla kontrol edip teşhis ettikten sonra herkes ortadan yok olmuştu. Bu onun işine gelirdi; bu savaşçıları ancak onların kendisini umursadığı kadar umursuyordu.

Kalenin ötesinde, ağaçların belirsiz biçimleri, karanlıklar içindeki manzarayı büyülü bir hale getiriyordu. Rhonin, bu


yerin tartışılır konukseverliğini terk edip içinde altında uyu­yabileceği bir meşe ağacı bulmak' arzusu hissetti. En azından böylece Duncan Senturus'un dindarlık zırvalıklarını dinlemek zorunda kalmayacaktı. Büyücüye göre o, Vereesa'yla bir kufi sal tarikat şövalyesine göre biraz fazla ilgileniyordu. Korucu­nun gözleri insanın içine işliyordu doğrusu ve elbiseleri de vücuduna çok yakışıyordu...

Rhonin homurdanarak korucunun görüntüsünü aklından silip attı. Anlaşılan cezasını çekerken çekildiği zorunlu inziva onu tahmininden daha fazla etkilemişti. Büyü onun ilk ve ön­celikli eşiydi; eğer Rhonin yanında bir kadın istemiş olsaydı, daha uysal birini tercih ederdi. Saray çevresinin nazlı genç kızlarını ve hatta yolculuklarında ara sıra rastladığı hassas hizmet­çi kızlarını... Ama kesinlikle kibirli bir elf korucusunu değil...

Dikkatini daha önemli meselelere verse çok daha iyi olur­du. Rhonin zavallı atıyla birlikte Krasus'un ona verdiği malzemeleri de kaybetmişti. Diğer büyücüyle temas kurup ona olup biteni anlatmak için elinden geleni yapmalıydı. Genç büyücü bunu yapmak zorunda olmaktan nefret ediyordu ama Krasus'a çok şey borçluydu. Rhonin ne olursa olsun geri dön meyi aklından bile geçirmiyordu. Bu hem diğer büyücülerin arasındaki itibarını, hem de kendi kendine duyduğu saygıyı geri kazanma umutlarını yok ederdi

Etrafına bir göz gezdirdi. Gecenin karanlığında normalden biraz daha iyi .gören gözleri yakın çevrede hiçbir nöbetçiye rastlamadı. Bir gözcü kulesinin duvarı, onu yanından geççiği son adamın görüş alanından saklıyordu. Başlamak için bun­dan daha iyi bir yer olamazdı. Odası da işini görürdü ama Rhonin düşüncelerini saran örümcek ağlarından kurtulmak için açık havayı tercih ederdi.

Cüppesinin içinde, derinlerde duran bir cepten küçük bir siyah kristal çıkardı. Kilometrelerce mesafedeki biriyle ileti­şim kurmaya çalışmak için kullanılacak en iyi şey değildi bu ama elinde bir tek bu kalmıştı.


Rhonin kristali gökyüzündeki soluk yıldızların en parlak olanlarına doğru tuttu ve gizli bir güç içeren sözcükleri mı­rıldanmaya başladı. Taşın tam merkezinde donuk bir ışıltı oluştu. Bu ışıltının yoğunluğu Rhonin konuşmaya devam et­likçe artıyordu. Gizemli sözcükler ağzından dökülmeye de­vam etti...

Ve o an yıldızlar birden ortadan kayboldular...

Büyü cümlesini ortasında kesen Rhonin afalladı. Hayır, gözlerini diktiği yıldızlar ortadan kaybolmamıştı; onları şim­di görebiliyordu. Ama... ama sanki çok kısa bir an için, göz açıp kapayıncaya kadar, büyücü yemin edebilirdi ki...

Hayal gücü ve yorgunluğu ona oyun oynamıştı. Bugün I taşlarına gelenler göz önüne alınırsa Rhonin'in yemekten he­men sonra gidip yatması gerekirdi ama büyücü önce bu bü­yüyü denemek istemişti. Öyleyse bu işi ne kadar çabuk bitirirse o kadar iyi olacaktı. Günün ilk ışıklarıyla kendini tama­men toparlamış olmak istiyordu. Lord Senturus'un onları şevk dolu bir tempoyla yola çıkaracağı kesindi.

Rhonin kristali bir kez daha havaya kaldırdı ve bir kez da­ha gizli güçler içeren sözcükleri mırıldanmaya başladı. Bu sefer gözlerini yanıltan bir oyun...

"Burada ne yapıyorsun, büyücü?" diye sordu derin bir ses.

Rhonin yaptığı şeyin ikinci kez ertelenmesine sinirlenerek küfretti. Ona doğru gelen şövalyeye döndü ve hızlı hızlı ko­nuşmaya başladı: "Seni ilgilendir..."

Bir patlama surları sarstı.

Kristal, Rhonin'in elinden uçtu. Büyücü surlardan aşağı yuvarlanıp ölmemek için uğraşırken onu yakalamaya fırsat I allamadı.

Nöbetçinin böyle bir şansı olmadı. Surlar sallandığında geriye düştü ve önce mazgallı siperlerin üstüne devrilip oradan da boşluğa yuvarlandı. Rhonin'in içini titreten çığlığı bir anda sona erdi.


 

Patlama kesilmişti ama yol açtığı zarar bitmemişti. Daha i zavallı büyücü dengesini yeni sağlamıştı ki surların bir kısmı içe doğru çökmeye başladı. Rhonin daha güvenli olduğunu  düşündüğü gözcü kulesine doğru atladı. Kulenin girişine ya-; km bir yere düşen büyücü içeri girmek için hamle yaptı... ve tam o sırada kule de tehlikeli bir şekilde sarsılmaya başladı.

Rhonin geri çıkmaya çalıştı ama giriş çöküp onu içeri hap­setti.

Bir büyü yapmaya başladı ama artık bunun için çok geç; olduğunun farkındaydı. Tavan üstüne çöküyordu...

Ve o anda devasa bir ele benzeyen bir şey büyücüyü simi sıkı kavradı. Rhonin tamamen soluksuz kaldı... ve kendini kaybetti.

Nekros Kafatasıezen, zarların kendisi için çok çok uzun za­man önce belirlediği şu kadere yanıyordu. Boz renkli saçları olan ork, tombul avucunda tuttuğu altın diski incelerken di­ğer eliyle de sararmış, uzun ve sivri dişiyle oynuyordu. Onun gibi, böylesine bir gücü kullanmayı öğrenmiş birinin, tek) amacı yavru üstüne yavru yapmak olan, kuluçkadaki bir dişi- , ye dadılık ve gardiyanlık yapmaya mahkûm edilmesine hay-; ret ediyordu. Tabii bu dişinin ejderhaların en büyüğü oldu­ğu gerçeğini de yabana atmamak gerekirdi... ve bir de Nekros'un tek bir sağlam bacakla kabile şefliğine gelip orada kalmayı rüyasında bile göremeyeceği gerçeği vardı.

Altın disk onunla alay eder gibi duruyordu. Her zaman) onunla alay edermiş gibi durmuş ama sakat ork bir kere bile onu fırlatıp atmayı düşünmemişti. Onun sayesinde, yanda­şı olan savaşçılar arasında hâlâ saygı gören bir mevkideydi... Bir insan şövalyenin onun bacağını kopardığı gün kendine' olan bütün saygısını yitirmiş olsa da... Nekros insanı vahşice; katletmişti ama şerefli bir savaşçının yapması gereken şeyi yapmaya cesaret edememişti. Onun yerine, diğerlerinin ken-


disini savaş alanından sürükleyerek çıkarmasına ve yarayı dağlayıp Nekros'un eksik bacağının yerine koyulacak desteği yapmalarına izin vermişti.

Bakışları bir an dizinden geriye kalanlara ve oraya takılı olan tahta bacağa kaydı. Artık görkemli savaşlar, kan ve ölümle dolu soylu bir yaşam yoktu. Başka savaşçılar kendile­rini bu kadar bile ağır olmayan yaralar için katletmişti ama Nekros yapamamıştı. Keskin çeliği kendi boğazına ya da göğ­süne dayamak düşüncesi bile her tarafını, kimseye bahsetme­ye cesaret edemediği bir ürpertinin kaplamasına neden olu­yordu. Nekros Kafatasıezen bedeli ne olursa olsun yaşamak istiyordu.

Ejderhaağzı kabilesi içinde, kendisini her halükarda öbür dünyanın görkemli savaş meydanlarına gönderecek olanlar vardı ama bunu yapmamalarının sebebi Nekros'un sihirbaz­lık yeteneğiydi. Doğal yeteneği uzun zaman önce fark edil­miş, en büyük ustaların bazıları tarafından eğitilmişti. Ama sihirbazlık öğretisi ondan, kabullenemediği bazı kararlar al­masını istemişti. Güruh'a yardım etmektense onu çökertecek karanlık kararlar... Nekros onların saflarını terk edip savaşçı­ların arasına geri dönmüştü. Ama zaman içinde şefi, büyük Şaman Zuluhed ondan, başka yeteneklerini de kullanmasını istemişti... Özellikle de çoğu orkun mümkün görmediği bir şeyi gerçekleştirmek için: Ejderhakraliçesi Alexstrasza'yı tut­sak etmek.

Zuluhed çok az kişinin yapabildiği kadim, şaman inancının törensel büyülerini Güruh kurulduğundan beri kullanıyordu; ama bu işi. gerçekleştirebilmek için, Nekros'un eğitimini aldı­ğı, daha şeytanca güçleri harekete geçirmesi gerekiyordu. Kartlaşmış ihtiyarın, sakat yardımcısına asla açık etmediği kaynaklar aracılığıyla Zuluhed olağanüstü mucizeler gerçek­leştirebilen kadim bir tılsımı ele geçirmişti. Tek sorun, şaman şefi ne kadar çabalarsa çabalasın tılsımın şaman büyüsüne kar-


şılık vermemesiydi. Bu Zuluhed'i güvenebileceğine inandığı tek sihirbaza, Ejderhaağzı'na sağdık bir savaşçıya getirmişti.

İşte böylece Nekros, İblis Ruhu'nu devralmıştı.

Diğer ork nedenini ilk başta anlayamasa da Zuluhed'in, bir özelliği olmayan altın disk için söylediği ad buydu. Nekros diski evirip çevirdi ve kim bilir kaçıncı kez etkileyici ama ba­sit görünüşüne hayret etti. Saf altındandı gerçekten de ve ke­narı kavisli, devasa bir madeni paraya benziyordu. En soluk ışıkta bile parlıyordu ve hiçbir şey görüntüsünü karartamıyordu. Yağ, çamur, kan... her şey üstünden akıp gidiyordu.

"Bu, şaman büyüsünden de sihirbazlıktan da eskidir, Nekros," de­mişti ona Zuluhed. "Ben onunla hiçbir şey yapamam ama belki sen yapabilirsin..."

Gerekli eğitimi almış olsa da takma bacaklı ork, kendisi gi­bi karanlık sanata lanet etmiş birinin efsanevi şefinin yapabil­diğinden daha iyisini başarabileceği konusunda şüpheye düş­müştü. Yine de tılsımı alıp amacını ve kullanımını sezmeye çalışmıştı.

İki gün sonra, kendisinin şaşırtıcı başarısı ve Zuluhed'in sıkı rehberliği sonucu kimsenin mümkün olabileceğine inan­madığı şeyi gerçekleştirmişlerdi... özellikle de Ejderhakraliçesi'nin kendisinin.

Nekros kendini yavaşça ayağa kaldırırken homurdandı. Di­zinin takma bacakla birleştiği kısımda bacağı sancımıştı; orkun iri yarı yapısı bu sancıyı daha da artırıyordu. Nekros'un liderlik yeteneğiyle ilgili hayal kurduğu falan yoktu. Mağara­ların içinde bile eskisi kadar rahat dolaşamıyordu artık.

Yüce kraliçeyi ziyaret etme zamanı gelmişti. Zamanında bitirmesi gereken bir işi olduğunu hatırlatmak gerekiyordu. Zuluhed ve hâlâ serbest olan başka birkaç kabile şefi Güruh'u yeniden canlandırma ve güçsüz Kıyametçekici'nin terk ettiği orkları isyana kışkırtma hayalleri kuruyordu. Nekros bu ha­yallere kuşkuyla bakıyordu; ama o sağdık bir orktu ve sağdık


bir orkun yapması gerektiği gibi şefinin emirlerini harfiyen yerine getirecekti.

Ork bir eliyle İblis Ruhu'nu sıkıca kavramış, mağaranın so­ğuk koridorlarında topallayarak ilerliyordu. Ejderhaağzı kabilesi, mağaranın içinde dolanıp duran sistemi uzatmak için sı­kı çalışmıştı. Bu karışık koridor sistemi, orkların ejderhaları Güruh'a hizmet etmeleri için büyütme ve eğitme gibi olduk­ça zahmetli olan vazifelerini hafifletiyordu. Ejderhalar çok yer kapladığından her birine ayrı bölümler yapmak gerekiyordu ve bu bölümler de toprağı kazarak açılıyordu.

Tabii bugünlerde ellerinde daha az ejderha vardı, Zuluhed ve diğerlerinin epey sıklıkla Nekros'a hatırlattıkları gibi. Umutsuz çabalarının başarıya ulaşması için tek ihtiyaçları ej­derhalardı.

"İyi de nasıl daha hızlı yumurtlamasını sağlayabilirim ki?" diye kendi kendine homurdandı Nekros.

Bir çift iri yarı, genç savaşçı yanından geçti. Her biri iki metreden uzun, omuzları insan düşmanlarının iki katı genişliğindeydi. Uzun ve sivri dişli askerler, onun rütbesini fark edip hafifçe başlarını eğdi. Arkalarındaki kayışlarda muazzam savaş baltaları asılıydı. İkisi de yeni ejderha binicileriydi. Bi­nicilerin ölüm oranı bineklerine göre iki kat fazlaydı. Bunun sebebi genelde şanssızlık eseri tutundukları yerden düşmele­riydi. Nekros bazen kabilenin ejderhalardan önce yetenekli savaşçılarını tüketeceğinden korkuyordu ama Zuluhed'e bu konuyu açmaya hiç niye ti. yoktu.

Topallayarak ilerleyen yaşlı ork az sonra Ejderhakraliçesi'nin varlığının belirtisi olan ilk sesleri duymaya başladı. Güçlükle alman nefes sesleri yakınında yankılanıyordu. Sanki toprağın derinliklerindeki bir buhar deliği buraya kadar bu­llar püskürtüyordu. Nekros bu nefes alıştaki güçlüğün anla­mını biliyordu. Tam zamanında gelmişti.

Ejderhanın odasına açılan, dışa doğru oyulmuş girişte bekleyen nöbetçi yoktu ama Nekros yine de durdu. Geçmiş-


te, içerideki kırmızı devi serbest bırakmak ya da öldürmek için girişimler olmuştu ama bu girişimlerin her biri dehşetli bir ölümle sona ermişti. Bunu yapan ejderha değildi elbette çünkü o, bu suikastçıları kurtuluş olarak görürdü. Bütün o ölümlerin kaynağı Nekros'un elindeki tılsımın beklenmedik bir özelliğiydi.

Ork açık geçide gözlerini kısarak baktı. "Gel!"

Bir anda, girişin etrafındaki hava, alev almış gibi aydınlan­dı. Küçük alev topları yoktan var olmuş gibi ortaya çıkıp bir­leşti. İnsana benzer bir figür girişi kapladı ve sonra da dışarı taştı.

Başın olması gereken yerde alevler içindeki bir kafa tasma benzer, bulanık bir görüntü belirdi. Yanan kemik görünü­mündeki zırh, arkların heybetini bile gölgede bırakacak bü­yüklükte korkunç bir savaşçının vücuduna dönüştü. Nekros cehennemlik alevlerden her hangi bir sıcaklık hissetmiyordu ama karşısındaki yaratık kendisine şöyle bir dokunsa dahi, deneyimli bir savaşçının bile hayal edemeyeceği bir acıyla kavrulacağım biliyordu.

Diğer orklar arasında Nekros'un eskilerin iblislerinden bi­rini çağırdığı kulaktan kulağa söylenir olmuştu. Ork lideri bu söylentiyi yalanlamak için bir çaba harcamamıştı ama aslında işin gerçek yüzünü bilen Zuluhed'di. Ejderhayı koruyan kor­kunç yaratığın kendine ait bir bilinci yoktu. Gizemli nesnenin doğal güçlerini açığa çıkarmaya çalışan Nekros başka bir şeyi serbest bırakmıştı. Zuluhed onun bir ateş golemi olduğunu söylüyordu... Bu golem belki iblislerin güçlerinin özünü taşı­yordu ama kesinlikle o efsanevi varlıklardan biri değildi.

Kökeni ya da daha önceki işlevi ne olursa olsun golem mükemmel bir nöbetçiydi. En azılı savaşçılar bile ondan uzak dururdu. Sadece Nekros ona emir verebiliyordu. Zuluhed bu­nu denemişti ama golemin çıktığı nesne sanki artık sadece tek bacaklı orka bağlıydı.


"Ben giriyorum," dedi ateşten yaratığa.

Golemin üstünde dalgalanan alevler bir an için katılaştı... Sonra golem paramparça oldu ve solup giden, valisi bir kı­vılcım sağanağına dönüştü. Golemin bu ayrılışına daha önce defalarca şahit olmuş olsa da Nekros yine de biraz geriye çe­kildi ve son kıvılcımlar gözden kaybolana kadar içeri girme­ye cesaret edemedi.

Ork içeriye adımını atar atmaz bir ses: "Yakında... gelece­ğini... biliyordum..." dedi.

Zincirlere vurulmuş ejderhanın sesindeki küçümseme gar­diyanını zerre kadar etkilemedi. Yıllardır çok daha beterleri­ni duymuştu ondan. Diski sıkı sıkı kavrayıp ejderhanın, ön­lem olarak mengenelerle yere bastırılmış olan kafasına yaklaştı. Bir ejderha terbiyecisi onun kuvvetli çeneleri arasında öl­müştü; bir tanesi daha ölmemeliydi.

Aslında demir zincirler ve menteşeler bu kadar haşmetli bir devi tutmaya yetmezdi ama diskin güçlü sihriyle büyü­lenmişlerdi. Alexstrasza ne kadar uğraşırsa uğraşsın kendini kurtaramazdı. Tabii bu, bunu hiç denemediği anlamına gel­iniyordu.

"Bir şeye ihtiyacın var mı?" Nekros bunu ejderha için her­hangi bir kaygı duyduğundan sormamıştı. Sadece Güruh'un emelleri için onun hayatta kalmasını sağlamaya çalışıyordu.

Bir zamanlar kırmızı ejderhanın pulları metal gibi parlar­dı. Hâlâ kafasından kuyruğuna kadar bütün mağarayı kaplasa da bugünlerde kaburga kemikleri derisinin altından görün­meye başlamıştı ve sözcükler ağzından zorlukla dökülüyordu. Yine de berbat durumuna rağmen altın sarısı gözlerindeki derin kin sönmemişti. Ork biliyordu, ki ejderha bir gün gelip kaçsaydı, midesine indireceği ya da kızartma yapacağı ilk kişi kendisi olacaktı. Tabii bu ihtimal o kadar düşüktü ki tek ba­caklı Nekros bile bundan kaygılanmıyordu.

"Ölüm fena olmazdı..."


Ork bu anlamsız sohbeti devam ettirmeye yanaşmayarak homurdandı. Ejderha uzun süredir devam eden esaretinin bir döneminde açlıktan ölmeyi denemişti ama ork en yakındaki yumurtalarını alıp içlerinden birini onun dehşete düşmüş ba­kışları arasında kırmak gibi basit bir yöntemle bu tehdidi so­na erdirmişlerdi. Bütün yavrularının Güruh'un düşmanlarına korku salmak için eğitildiğini ve bu uğurda büyük olasılıkla öleceklerini bilse de Alexstrasza belli ki bir gün gelip onların serbest kalacağı umudunu taşıyordu. Yumurtanın kabuğunu kırmak onun bu umudunun bir parçasını kırmak gibiydi. Kendi kendinin efendisi olabilecek bir ejderha daha yok ol­muş oluyordu.

Nekros her zaman yaptığı gibi son yumurtaları gözden geçirdi. Bu sefer beş yumurta vardı. Fena sayılmazdı ama yumurtaların çoğu küçüktü. Bu onu rahatsız etti. Zaten şefi geçen seferki yumurtalardan çıkan palazlara da laf etmişti. Gerçi bir ejderha palazı bile bir orktan kat kat büyük duru­yordu.

Diski belindeki sağlam bir keseye atan Nekros yumurtalar­dan birini kaldırmak için eğildi. Bacağım kaybetmek kolları­nı zayıflatmış değildi, bu yüzden de iri yarı ork yumurtayı yerden alırken hiç.zorlanmadı. Ağırlığı iyi, diye karar verdi. Eğer diğer yumurtalar da bu ağırlıktaysa en azından sağlıklı yavrular elde edeceklerdi. En iyisi bunları bir an önce kuluç­ka odasına indirmekti. Oradaki volkan ısısı onları yumurta­dan çıkmaları için uygun olan sıcaklıkta tutacaktı.

Nekros yumurtayı geri indirirken ejderha mırıldandı: "Bunlar hep boşuna, ölümlü. Küçük savaşınız tamamen sona erdi."

"Haklı olabilirsin," dedi hırıldayarak ork. Dürüst konuş­ması kuşkusuz ejderhayı şaşırtmıştı. Kır saçlı ork devasa tutsağına döndü. "Ama .sonuna kadar savaşacağız, kerten­kele."


"O zaman bunu biz olmadan yapmak zorundasınız. Son eşim ölmek üzere, biliyorsun. O olmadan yumurta diye bir şey olmayacak." Zaten kısık olan sesi iyice duyulmaz olmuş­tu. Ejderhakraliçesi, bu konuşma onun zaten zayıflayan gücü­nü çok zorlamış gibi harcadığı çabayla bitap düşmüştü.

Ork ona gözlerini kısarak baktı. Onun o sürüngen gözle­rini inceliyordu. Nekros, Alexstrasza'mn son eşinin ölmek üzere olduğunu gerçekten biliyordu. Üç tanesiyle başlamış­lardı ama biri denizi aşarak kaçmaya çalışırken telef olmuş­tu ve diğeri de habis ejderha Kanatlıölüm onu gafil avladı­ğında aldığı yaralardan ölmüştü. Üçüncüsü, hepsinin arasın­da en yaşlı olanı, kraliçesinin yanında kalmış ama Alexstrasza'dan bile yüzyıllarca yıl yaşlı olan ejderha bu asırların ve geçmişte aldığı ölümcül yaraların bedelini ödüyordu.

"Başkasını buluruz o zaman."

Ejderha güçlükle homurdanmayı başardı. Ağzından çıkan sözcükler ancak bir fısıltıdan ibaretti. "Peki nasıl... başarmayı düşünüyorsunuz bunu?"

"Birini buluruz..." Verebileceği başka cevap yoktu ama Nekros ejderhaya bunu hissettirmemeye kararlıydı. Uzun sü­redir içinde tuttuğu düş kırıklığı ve öfke damarlarında kay­namaya başlamıştı. Ejderhaya doğru topalladı. "Ve sen, ker­tenkele..."

Nekros, büyülü prangaların sayesinde ejderhanın onu ye­mesinin ya da aleviyle kızartmasının mümkün olmadığını bildiği için Ejderhakraliçesi'nin kafasının birkaç metre yakını­na yaklaşmaya cesaret etti. Bu yüzden de Alexstrasza'nm ka­fası birden bütün o üstündeki mengenelerle birlikte kendisi­ne doğru dönüp bütün görüşünü kaplayınca dehşetli bir şaş­kınlık yaşadı. Ejderhanın ağzı sonuna kadar açıldı ve ork, kendisini aperatif niyetine yutacak olan yaratığın boğazından içeri bakmaktan dolayı fazlasıyla rahatsız oldu.


Nekros hızla tepki vermeseydi belki gerçekten onu yuta­caktı da. İblis Ruhu'nu taşıdığı keseyi sıkıca kavrayan sihirbaz tek bir kelime mırıldanıp aklından tek bir emir geçirdi.

Acı dolu bir kükreme odayı sarstı ve tavandan iri kaya par­çalarının yere düşmesine neden oldu. Kırmızı dev kafasını elinden geldiğince geri çekti. Boğazını çevreleyen mengene öyle kuvvetli bir ışıkla doldu ki ork gözlerini elleriyle örtmek zorunda kaldı.

Diskin ateşten uşağı göz açıp kapayana kadar yanında şe­killenmişti. Karanlık göz çukurları Nekros'tan emir beklerce-sine bakıyordu. Ama bu. yaratığa ihtiyacı yoktu. Büyülü nes­nenin kendisi, neredeyse felakete yol açacak olan durumu halletmişti.

"Git," diye ateş golemine emir verdi. Yaratık patlamalarla dolu bir gösteriyle yok olduktan sonra sakat ork ejderhanın yanma gitmeye cesaret etti. Kaşları çatılan orkun çirkin yüz hatlarına tehditkâr bir ifade yayıldı. Kaybedilmiş bir davaya hizmet ettiğinin bilincinde olmanın verdiği düş kırıklığı da ejderhanın onu öldürmek için giriştiği bu son teşebbüse da­ha da çok öfkelenmesine neden olmuştu.

"Hâlâ bir sürü dalavere peşindesin, ha kertenkele?" Bakış­ları kelepçeye kaydı. Anlaşılan Alexstrasza onu duvardan sök­mek için epey uğraşmıştı. Nekros kelepçeleri etkileyen büyü­nün, onların tutturulduğu taşa kadar ulaşmadığını fark etti. Bu hata neredeyse yaşamına mal oluyordu.

Ama onu öldürmeyi başaramaması şimdi kendisine paha­lıya patlayacaktı. Ork çatık kaşlarının altındaki gözlerini cid­di şekilde yaralanmış olan ejderhaya dikmişti.

"Çok cüretkar bir numaraydı..." diye hırladı. "Çok cüret­kar ama aptalca bir numara." Altın diski ejderhanın kocaman açılan gözlerinin görebileceği şekilde tuttu. "Zuluhed senin mümkün olduğunca sağlıklı kalmanı sağlamamı emretti ama gerekli gördüğüm yerde cezalandırılmanı da emretti." Nek-


ros elindeki büyülü nesneyi daha sıkı kavradı. Disk şimdi par­lak bir ışıkla kaplanmıştı. "Şimdi..."

"Bu zavallı kulunuzun, münasebetsizliğini affedin, benim merhametli efendim,"  diye kulak tırmalayan  bir ses geldi  mağaranın içinden. "Ama duymanız gereken şeyler var, ah evet, duymanız gerek!"

Nekros neredeyse elindeki diski düşürecekti. Tek sağlam bacağıyla dönebildiği kadar hızlı arkasına dönen iri yarı ork bakışlarını aşağı çevirince yarasa kulaklı, yüzünde keskin diş­lerle dolu delice bir sırıtma ifadesi olan, zavallı, küçük bir ya­ratıkla karşılaştı. Nekros kendisini, bu yaratığın varlığının mı yoksa onun golem tarafından durdurulmadan ejderhanın ma­ğarasına sızmış olması gerçeğinin mi daha çok rahatsız etti­ğine karar veremedi.

"Sen ha! Buraya nasıl girdin?" Yere eğilip küçük goblini boğazından yakaladı ve havaya kaldırdı. Ejderhayı cezalandır­ma fikri aklından uçup gitmişti. "Nasıl?"

Konuşurken nefes almakta güçlük çekse de küçük, iğrenç yaratık hâlâ sırıtmaya devam ediyordu. "Sa-sadece içeri gir­dim, be-benim saygıdeğer efendim! Sadece içeri gi-girdim!"

Nekros iyice düşündü. Goblin, ateş golemi, efendisinin yardımına geldiğinde içeri girmiş olmalıydı. Goblinler kurnaz olurdu ve çoğu zaman güvenli olduğu düşünülen yerlere gir­menin bir yolunu bulurlardı; ama bu uyanık düzenbaz bile başka türlü mağaradan içeri girmeyi başaramazdı.

Hayvanı bırakıp yere düşmesine izin verdi. "Pekâlâ! Niye geldin? Ne havadisler getirdin?"

Goblin eliyle gırtlağını ovdu. "Sadece en önemli olanları, sadece en önemli olanları, sizi temin ederim!" Dişlerini açı­ğa çıkaran gülümsemesi genişledi. "Sizi hiç hayal kırıklığına uğrattım mı, yüce efendim?"

Nekros içinde bir yerde goblinlerin bir sümüklüböcek ka­dar bile şeref sahibi olmadığını hissetse de bu goblinin onu


hiç yanlış bilgilendirmediğini kabul etmesi gerekiyordu. Kuş­ku uyandıran müttefikler olsalar ve kendileri için birçok da­lavere çevirseler de goblinler, Kıyametçekici ve ondan öncesinde Karael tarafından üstlerine yüklenen bütün görevleri yerine getirmişlerdi. "Konuş o zaman... ve çabuk ol!"

Şeytani yaratık defalarca kafa salladı. "Tabii, Nekros, tabii! Size şu anda gerçekleştirilmeye çalışılan bir plan, hatta birden de fazla plan olduğunu söylemek için geldim. Şeyi serbest bı­rakmak için..." Bir an tereddüt edip sonra kafasıyla bitkin du­rumdaki Alexstrasza'yı işaret etti. "... ve başka bir deyişle Ejderhaağzı kabilesinin hayallerini yerle bir etmek için!"

Rahatsızlık verici bir his orkun sırtı boyunca dolaştı. "Ne demek istiyorsun?"

Goblin bir kez daha kafasıyla ejderhayı gösterdi. "Başka bir yerde konuşsak, saygıdeğer efendim?"

Yaratık haklıydı. Nekros acıdan ve harcadığı çabadan bay­gın düşmüş görünen esirine baktı. Yine de ihtiyatlı olup onun yakınlarında durmamakta fayda vardı. Eğer casusu ona tahmin ettiği havadisleri getirmişse Ejderhakraliçesi'nin de­tayları duymasını pek istemezdi, ork sihirbazı.

"İyi bakalım," diye homurdandı. Nekros mağara girişine doğru topallayarak ilerlerken goblinden duymayı beklediği havadisleri kafasında evirip çeviriyordu. Sırıtırken ağzı kulaklarına kadar varan goblin, hoplaya zıplaya onun yanma gel­di. Nekros bu can sıkıcı gülümsemeyi karşısındakinin sura­tından silmek için dayanılmaz bir istek duydu ama şimdilik bu yaratığa ihtiyacı vardı. Gerçi bu da onu bir yere kadar kurtarabilirdi... "İnşallah doğru düzgün bir şeydir, Kryll! An­latabildim mi?"

Kryll ona yetişmeye çalışırken kafasıyla onayladı. Kafası, kırık bir oyuncak gibi yukarı aşağı sallanıyordu. "Bana güve-' hin, Efendi Nekros! Bana güvenin yeter..."




 

 

 
 
  Bugün 16868 ziyaretçikişi burdaydı!