.
  Warcraft Kitap 1-2.Bölüm
 

http://www.dr.com.tr/DNR_Folders/00000001358/0000000135804_5_1.jpg



BEŞ

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Patlamayla bir ilgisi yoktu," diye ısrar etti Vereesa. "Niye böyle bir şey yapsın ki?" 'O bir büyücü," diye basitçe karşılık verdi Duncan. Sanki bütün soruların tek cevabı buydu. "Onlar başkala­rının yaşamlarını ya  da nasıl yaşadıklarını umursamazlar."

 

 

 

 

 

Kutsal tarikatın büyüyle ilgili önyargılarını gayet iyi bilen Vereesa bu konuda bir itirazda bulunma zahmetine girişme­di. Bir elf olduğu için kendisi de büyüyle iç içe büyümüştü ve hatta az da olsa birkaç büyü yapabilirdi. Bu yüzden de Rhonin'i paladinin kötümser bakış açısıyla görmüyordu. Rhonin ona pervasız biri gibi görünse de başkalarının yaşam­larını umursamayacak kadar acımasız gibi durmuyordu. Ej­derhadan kaçarlarken Vereesa'ya yardım etmemiş miydi? Ne­den kendini tehlikeye atma zahmetine girsindi ki? Hasic'e kendi başına da ulaşabilirdi.

 

"Eğer bu olanların sorumlusu o değilse nereye kayboldu?" diye devam etti Lord Senturus. "Neden yıkıntıların arasında ona ait hiçbir iz yok? Eğer bu olayda masum olsaydı onun cesedi de yaptığı büyü sırasında ölen iki kardeşimizin yanın­da olurdu..." Hafifçe sakalını sıvazladı. "Hayır, bu kalleşçe iş onun suçu, sözlerime kulak verin."

Ve sen de bu yüzden onu bir hayvan gibi avlayacaksın, diye düşün­dü Vereesa. Yoksa neden Duncan en iyi beş şövalyesini kay-


bolan büyücüyü ararken kendileriyle birlikte gelmeleri için çağırsındı ki? Vereesa'nın bir kurtarma görevi olarak gördü­ğü şey başka bir boyut almıştı. Patlamayı duyup yıkıntıları fark ettiklerinde elf kalbinin derinliklerinde bir sancı hisset­mişti. Hem yol arkadaşının hayatta kalmasını sağlayamamış, hem de büyücü ve diğer iki adam boş yere ölüp gitmişti. Duncan ise en baştan beri olaya başka yönden bakmıştı, hele de aramaları sonucu yıkıntıların arasında Rhonin'in cesedine rastlayamayınca...

Vereesa'nın aklına ilk gelen goblin lağımcılarıydı. Büyük kalelerin içine sızıp öldürücü patlayıcılar yerleştirme konu­sunda çok ustaydılar. Ama kıdemli paladin, bölgesinin Güruh'un bütün unsurlarından, özellikle de goblinlerden tama­men temizlendiği konusunda ısrar ediyordu. İğrenç yaratık­ların bazı garip ve gerçekten inanılmaz uçan makinelere sa­hip olduğu bilinse de hiçbiri rapor edilmiş değildi. Zaten böyle bir hava gemisinin fark edilmemesi için hantal bir ay­gıt için mümkün olmayacak bir şekilde, yıldırım hızıyla hareket etmesi gerekirdi.

Bu da patlamanın en olası kaynağının Rhonin olduğunu gösteriyordu tabii.

Vereesa ondan böyle bir şey beklemezdi, özellikle de gö­revini tamamlamaya kendini bu kadar adamışken. Sadece, genç büyücüyü bulurlarsa Duncan ve diğerlerinin, gerçeği öğrenmeye fırsat vermeden onun hakkından gelmelerini en­gelleyebileceğini umuyordu.

Yakındaki kırsal bölgeyi baştan başa aramışlar, şimdi de asıl istikamet olan Hasic'e yönelmişlerdi. Her ne kadar genç şövalyelerin bazıları Rhonin'in gizemli büyülerini kulanılarak kendini  gideceği yer  taşımış  olabileceğini iddia etseler d Duncan Senturus belli ki büyücünün yeteneklerini bu bakım dan pek ciddiye alınacak şeyler olarak görmüyordu. Hain bü


gücünün izini bulup adaleti sağlayacaklarına büyük bir şevk­li   inanıyordu.

Gün ilerleyip güneş alçalmaya başladığında Vereesa bile Rhonin'in masumiyetinden kuşku duymaya başlamıştı. Bu felakete sebep olup sonra da kanlı olayın geçtiği yerden uzaklaş­mış olabilir miydi?

"Birazdan kamp yapmamız gerekecek," diye açıkladı bir sure sonra Lord Senturus. Sıklaşan ağaçları inceledi. "Bir so­mu çıkacağını sanmam ama yine de karanlıkta yolculuk yap­ma k bir işimize yaramaz. Dibimizdeki avımızı fark etmeden geçmek istemem."

Vereesa diğerlerininkinden üstün olan görüş gücünü hesaba katıp yola tek basma devam etmeyi düşündü ama sonra bundan vazgeçti. Eğer Gümüş El Şövalyeleri, Rhonin'i o yan-

ll...... da değilken bulursa büyücünün pek fazla hayatta kalma

 

•,..şan olmazdı.

Bir süre daha yola devam ettiler ama hiçbir şey bulamadı­ğı. Güneş ufukta iyice görünmez olmuş, sadece yollarım ay­dınlatacak soluk bir ışık kalmıştı. Duncan söz verdiği gibi ara­nı, ı ya gönülsüz bir ara verdi. Şövalyelerine hemen kamp kur­maları için emir verdi. Vereesa atından indi ama gözleri hâ­la çevrelerindeki araziyi tarıyordu. Boş bir umutla ateş rengi içli büyücünün ortaya çıkmasını bekliyordu.

"Buralarda bir yerde değil, Leydi Vereesa."

Vereesa döndü ve paladinlerin liderine bakmak için bakış -lirim yukarı kaldırdı. Arama ekibinde bunu yapmasını gerek­tirecek kadar uzun boylu bir tek o vardı. "Bakmaktan kendi­mi alamıyorum, efendim."

"O alçağı yakında bulacağız."

"Önce anlatacaklarım dinlemeliyiz, Lord Senturus. Bence İmi yeterince adil."

Zırhlara bürünmüş adam, ne fark eder ki dermiş gibi inini/, silkti. "Günah çıkarmasına izin verilecek elbette."


Ondan sonra da Rhonin'i ya zincire vuracaklar ya da ora­cıkta infaz edeceklerdi. Gümüş El Şövalyeleri kutsal bir tari­kat olabilirdi ama aynı zamanda adaleti yerine getirirken amaca ulaşmak için gerekli gördüklerini yapmalarıyla bilinir­lerdi.

Vereesa özür dileyip kıdemli paladinin yanından ayrıldı. Diline hakim olamayıp onu çileden çıkaracak bir şey söyle­mek istemiyordu. Atını kamp alanının kenarında bir ağacın yanma kadar getirdi ve sonra ağaçların arasına daldı. Elf kendini en rahat hissettiği yer olan ormanın derinlerine doğru ilerlerken arkasında kalan kamptan gelen sesler yavaş yavaş duyulmaz oluyordu.

Yine aramaya kendi başına devam etme isteği aklını çel­meye başlamıştı. Onun için ormanın içinde süzülür gibi hareket etmek ve bir cesedin saklanabileceği yarıkları ve yaprak kümelerini bulmak çok kolaydı.

 

"Hemen harekete geçip işleri kendi eşsiz tarzında halletmeye hep çok heveslisin, öyle değil mi Vereesa?" diye sormuştu ilk hocası, korucu­ların seçkin eğitim programına alınmasından kısa bir süre sonra. Sadece en iyi kişiler koruculuk mertebesine seçiliyor­du. "Bu sabırsızlıkla bir insan olarak bile doğabilirmişsin. Böyle yapmaya devam edersen korucuların arasında uzun süre kalamazsın..."

Birden fazla hocasının şüphelerine rağmen Vereesa başarılı olmuş ve kendi seçkin grubu içinde en iyilerin arasına gir­mişti. Şimdi ihtiyatsızlık yapıp bütün o eğitimi boşa çıkara­mazdı.

Kendi kendine, ormanda birkaç dakika gevşedikten sonra diğerlerinin yanma dönmeye söz veren gümüş saçlı korucu ağaçlardan birine yaslanıp derin bir nefes verdi. Bu kadar basit bir görevde bile bir değil, tam iki kez başarısızlığa çok yaklaşmıştı. Eğer Rhonin'i hiç bulamazlarsa üstlerine söyleye­cek bir şeyler bulması gerekecekti... hatta Dalaran'daki Kirin Tor meclisine de. Bunda hiçbir suçu yoktu ama...


Aniden çıkan şiddetli bir rüzgâr Vereesa'yı .neredeyse yas­landığı ağaçtan yere yuvarlıyordu. Elf son anda ağaca tutun­mayı başardı ama uzaklardan kulağına şövalyelerin şaşkın ba­ğırışları ve etrafa saçılan eşyaların hararetli tangırtısı geliyordu.

Rüzgâr başladığı hızla kesiliverdi. Vereesa dağılan saçları­nı yüzünden çekip hızla kampa geri koştu. Duncan ve diğer­lerinin, bugün karşılaştıkları ejderhaya benzer korkunç bir gücün saldırısına uğradıklarından korkuyordu. Neyse ki daha kampa varmadan paladinlerin kampı onarmakla ilgili konuş­malarını duymaya başlamıştı. Kamp alanına girer girmez yer­lere saçılmış kamp yatakları ve diğer eşyalar dışında hiçbir hasar olmadığını gördü.

Lord Senturus ona doğru hızlı adımlarla yaklaştı. Gözleri kaygı doluydu. "İyi misiniz, leydim? Bir yerinize bir şey ol­madı ya?"

"Hiçbir şeyim yok. Rüzgâr beni şaşırttı o kadar."

"Hepimizi şaşırttı." Sakallı çenesini sıvazlayıp karanlık or­mana göz gezdirdi. "Bu beni rahatsız etti, normal bir rüzgâr böyle esmez..." Adamlarından birine döndü. "Roland! Nö­betçi sayısını iki katma çıkar! Bu, bu garip fırtınanın sonu ol­mayabilir! "

"Emredersiniz, efendim! "diye seslendi zayıf ve solgun yüzlü bir şövalye. "Christoff! Jakob! Hemen..."

Şövalyenin sesi o kadar ani bir şekilde kesildi ki elfe dön­müş olan Duncan da Vereesa da adamın bir okla ya da arbaletle vurulup vurulmadığını görmek için ona baktı. Ama bu­nun yerine adamın kamp yatakları arasında yatan karanlık bi­rine gözlerini dikmiş olduğunu gördüler. Bacakları bitişik ve dümdüz ileriye uzanmış, kolları göğüs kısmında çaprazlanmış ve neredeyse bir ölüm uykusundaki biri...

Yavaş yavaş Rhonin olduğu anlaşılabilen biri...

Vereesa ve şövalyeler onun çevresinde toplandı. Adamlar­dan biri bir meşale tutuyordu. Elf, büyücünün vücudunu in-


celemek için eğildi. Meşalenin titrek ışığında Rhonin solgun! ve kıpırtısız görünüyordu. Elf ilk başta onun nefes alıp alma­dığını anlayamadı. Vereesa onun yanağına uzandı...

Ve büyücünün gözleri sonuna kadar açılıp hepsinin irkil­mesine neden oldu.

"Korucu... seni tekrar görmek... ne kadar güzel..."

Sözleri sona erince gözleri tekrar kapandı ve Rhonin tekrar uykuya daldı.

"Seni aptal büyücü!" diye bağırdı Duncan Senturus, ani-İ den sert bir sesle. "Değerli adamlarım öldükten sonra ortadan kaybolup ardından birden aramızda belireceğini ve sonra da yatıp uyuyabileceğini mi sandın?" Büyücüyü sarsıp uyandırmak için koluna uzandı; ama parmakları siyah elbiselere do­kunur dokunmaz şaşkınlık dolu bir çığlık attı Duncan. Pala-din hırıldayarak eldivenli eline baktı. Sanki bir şey elini ısır­mıştı. "Bir çeşit şeytani, görünmeyen ateş var çevresinde! Eldivenle bile sanki yanan bir koru tutmuşum gibi hissettim!"

Şövalyenin uyarılarına rağmen Vereesa da kendisini bakmak zorunda hissetti. Kesinlikle bir rahatsızlık hisseti parmak­ları Rhonin'in elbiselerine dokunduğunda ama Lord Senturus'un anlattığı gibi yoğun bir his değildi bu. Yine de korucu elini geri çekip başıyla onayladı. Şu anda kıdemli paladini bu fark hakkında bilgilendirmek için bir sebep göremiyordu. I

Vereesa arkasında çeliğin kınından çıkarılırken çıkardığı sesi duydu. Bakışlarını hızla Duncan'a çevirdi. O da kılıcını! çeken şövalyeye dönmüş, başını iki yana sallıyordu. "Hayır,! Vexford, bir Gümüş El Şövalyesi kendini koruyacak durumda olmayan bir düşmanı katletmez. Bu leke yeminimizle bağdaşmayacak kadar büyük olur. Bence gece için nöbetçileri başına dikip sabah olunca bu büyücüye ne yapacağımıza karar verelim." Lord Senturus'un yılların etkisiyle yıpranmış yüzü acımasız bir ifade aldı. "Ve öyle ya da böyle uyanır uyanmaz adalet yerini bulacak."


"Yanında ben kalacağım/' diye müdahale etti Vereesa. "Başka birine daha gerek yok."

"Beni affedin, leydim; ama onunla olan birlikteliğiniz..."

Vereesa doğrulup bakışlarını elinden geldiğince kıdemli  paladinin gözlerinin içine dikti.  "Bir korucunun sözünden şüpheye mi düşüyorsunuz, Lord Senturus? Benim sözümden şüpheye mi düşüyorsunuz? Ona tekrar kaçması için yardım edeceğimi mi düşünüyorsunuz?"

"Tabii ki hayır!" Duncan sonunda omuzlarını silkti. "İste­diğiniz buysa istediğiniz gibi olsun. Size izin veriyorum. Ama bütün gece boyunca nöbeti devralacak biri olmadan..."

"Bu benim seçimim. Emrinizde bir kişi eksikken zorlan­mazsınız, değil mi?"

Vereesa onu dize getirmişti. Lord Senturus sonunda başı­nı iki yana salladı ve diğer savaşçılara dönüp emirler verme­ye başladı. Saniyeler sonra korucu ve büyücü kampın ortasın­da yalnız kalmıştı. Şövalyeler ellerini yakmadan onları nasıl kaldıracaklarını bilemedikleri için Rhonin katlanmış haldeki iki kamp yatağının üstünde bırakılmıştı.

Vereesa uyuyan adama dokunmadan onu inceleyebildiği kadar inceledi. Rhonin'in cüppesi bazı yerlerde yırtılmıştı ve yüzünde minik yaralar ve çürükler vardı; ama bunların dışın­da bir zarar görmemiş gibiydi. Yüzündeyse sanki fazlasıyla yorulmuş gibi bitkin bir ifade vardı.

Belki de zifiri karanlıkta incelediği için Vereesa'ya öyle gelmişti ama büyücü sanki çok daha hassas, hatta cana yakın görünüyordu. Doğrusu çekici bir görünümü olduğunu da ka­bul etmesi gerekirdi ama elf böyle düşünceleri zihninden he­men kovaladı. Vereesa büyücünün duruşunu daha rahat bir hale getirmek için bir yöntem düşündü ama bunu yapmanın tek yolu ona dokunabildiğim açık etmek demek olacaktı. Bu da sonuçta Lord Senturus'un Rhonin'i daha sıkı sıkıya emni­yet altına alması için elfi kullanmasına neden olabilirdi. Bu Vereesa'nm büyücüye karşı olan sorumluluğuna ters düşerdi.


Başka bir çözüm bulamayan Vereesa boylu boyunca uzan­mış vücudun yanma yerleşip etrafa bakındı. Olası bir tehlike­ye karşı çevreyi kolaçan ediyordu. Rhonin'in birden ortaya çıkması ona hâlâ şüpheli geliyordu. Her ne kadar büyücü bu konuda pek fazla açıklama yapmış sayılmasa da Duncan'ın söyledikleri de bir şey ifade etmiyordu. Rhonin, kendini bü­yüyle kampın ortasına taşıyabilecek halde değil gibiydi. Gerçi böyle bir çaba şu anki komaya yakın durumunu açıklardı ama yine de bunda kulağa yanlış gelen bir şey vardı. Vereesa daha çok, kaçırılmış ve sonra da kaçıranın onunla işi kalmayınca fır­latıp atılmış bir adama baktığını hissediyordu.

Geriye tek bir soru kalıyordu... Kim böyle akıl almaz bir şey yapardı... ve neden?

Hepsinin kendisine karşı olduğunun bilincinde olarak uyandı.

Eh, belki de hepsi değildi. Rhonin yanında elf korucusuyla birlikte tam olarak nerede durduğunu bilmiyordu... Tabii ki eğer ayakta duracak hali vardıysa. Onu sağ salim Hasic'e ulaştırma sözü anlaşılan büyücüyü dindar şövalyelere karşı bile koruması anlamına geliyordu ama yine de bilinmezdi. Son görevinde grupta Vereesa'dan yaşça büyük bir elf koru­cusu vardı. O korucu, büyücüye Duncan Senturus'un davran­dığından farklı davranmamıştı. Aslına bakılırsa yaşlı paladinin düzeyli tavrına bile sahip değildi.

' Rhonin soluğunu hafifçe verdi. Şu an için ayıldığını kim­senin fark etmesini istemiyordu. Tam olarak nerede durdu­ğunu anlamak için yapabileceği tek bir şey vardı ama düşün­celerini toparlamak için biraz zamana ihtiyacı vardı. Kendisi­ne ilk sorulacak sorular arasında felakette nasıl bir payı oldu­ğu ve sonra ona ne olduğu olacaktı. Bitkin durumdaki büyü­cü ilk soruya az da olsa cevap verebilirdi ama ikinci sorunun cevabını kendisi de ancak onlar kadar biliyordu.


Artık daha fazla erteleyemezdi. Rhonin bir kez daha soluk aldı ve kasıtlı olarak uyanıyormuş gibi gerindi.

Yan tarafında hafif bir hareketlenme olduğunu duydu.

Büyücü planlanmış bir kayıtsızlıkla gözlerini açıp bakındı.  Görüş alanını Vereesa’nın kaygı dolu yüz ifadesi doldurunca içi huzurla ve (şaşırtıcı bir şekilde) hazla doldu. Korucu öne eğilmiş, çarpıcı gök mavisi gözleri onu yakından inceliyordu. Bir an için, bu gözler ona çok yakışıyor, diye düşündü... Son­ra şangırdayan metalin sesi onu, diğerlerinin de ayıldığından haberdar olduğu konusunda uyarınca zihnindeki düşünceyi uzaklaştırdı.

"Tekrar yaşayanların arasına dönmüş, değil mi?" diye gür­ledi Lord Senturus. "Bunun ne kadar süreceğini göreceğiz..."

İnce yapılı elf hemen ayağa fırlayıp paladinin yolunu kes­ti. "Sadece gözlerini açtı! Sorgulamadan önce en azından ken­dine gelmesi ve yemek yemesi için zaman verin!"

"Temel haklarından hiçbirini esirgeyecek değilim, leydim; ama sorularıma kahvaltısını ederken cevap verecek, daha sonra değil."

Rhonin, Duncan'ın kendisine tehditkâr bir şekilde bakan çatık kaşlı yüzünü görebilecek kadar dirseklerinin üstünde dikleşti. Gümüş El Şövalyelerinin kendisine bir çeşit hain, hatta katil gözüyle baktıklarını biliyordu. Güçsüz durumdaki büyücü kaleden aşağı bir kaya gibi ölümüne yuvarlanan ta­lihsiz nöbetçiyi hatırladı ve belki de onun gibi başka kurban­lar olabileceğinden şüphelendi. Kuşkusuz birileri Rhonin'in surlardaki varlığını rapor etmiş ve kutsal tarikatın önyargıları eldeki gerçeklerle birleşince yanlış cevaba erişmişlerdi, her zaman olduğu gibi.

Onlarla kavga etmek istemiyordu; bu durumdayken bir ya da iki hafif büyü dışında bir şey yapabileceğinden de şüphe­liydi zaten. Ama eğer onu kaledeki olay için suçlayacak olur­larsa Rhonin kendini savunmaktan da geri kalmazdı.


Elimden geldiğince cevap vereceğim, diye karşılık verdi büyücü. Ayağa kalkmaya çabalarken Vereesa’nın yardımını ge­ri çevirdi. "Ama sadece mideme biraz yemek ve su giderse."

Şövalyelerin normalde tatsız tuzsuz olan karavanası Rhonin'e ilk lokmadan itibaren nefis ve lezzetli geldi. Ilık mata­ra suyu bile daha çok şaraba benziyordu. Rhonin birden vü­cudunun sanki bir haftadır zorla açlığa mahkûm edilmiş gibi olduğunu fark etti. Genel davranış kurallarına pek aldırmadan hazla ve tutkuyla yiyordu. Şövalyelerden bazıları onu eğlene­rek izliyordu; diğerleri, özellikle de Duncan, daha çok iğren­miş görünüyordu.

Açlığı ve susuzluğu sonunda dinmeye başlamıştı ki sorgu­lama başladı. Lord Senturus onun karşısına oturdu. Gözleri şimdiden büyücüyü yargılıyordu. Hırıldayarak konuştu: "Gü­nah çıkarma zamanı geldi çattı, Rhonin Kızılkafa! Mideni dol-durdun, şimdi de ruhunu günahlarının yükünden boşaltma zamanı! Bize, kale surlarında yaptığın kötülük hakkındaki gerçekleri anlat..."

Vereesa, eli kılıcının kabzasında, yeni iyileşmeye başlamış olan büyücünün yanında duruyordu. Açıkçası bu gayri resmi mahkemede onun savunmasını üstlenmiş gibi bir hali vardı. Rhonin bunun sadece korucunun verdiği sözle ilgisi olmadı­ğım düşünüyordu. Ejderhayla olan deneyimlerinden sonra Ve­reesa kesinlikle onu bu mankafalardan çok. daha iyi tanımıştı.

"Size bildiklerimi anlatacağım ki çok fazla bir şey olduğu söylenemez, efendim. Kale surlarında duruyordum ama olu­şan yıkım benim suçum değil. Bir patlama duydum, surlar sarsıldı ve zırhlı askerlerinizden biri talihsiz bir şekilde aşa­ğı yuvarlandı. Bunun için duyduğunuz üzüntüyü paylaşıyo­rum..."

Henüz miğferini takmamış olan Duncan bir elini kırlaş­mış ve seyrelmiş saçlarında gezdirdi. Öfkesine hakim olabil­mek için yiğitçe bir mücadele veriyormuş gibiydi. "Hikâyen-


de yüreğindeki çukurlar kadar geniş boşluklar var, büyücü, ve daha doğru düzgün bir şey anlatmadın! Bütün çabalarına rağmen hayatta kalanlar oldu, o yıkımdan önce senin büyü yaptığını görüp hayatta kalanlar!  Yalanların seni mahkûm  ediyor!"

"Hayır, beni mahkûm eden sizsiniz, sadece var oldukları için bütün büyücüleri mahkûm ettiğiniz gibi," diye karşılık verdi sakince Rhonin. Sert bisküviden bir ısırık daha alıp de­vam etti: "Evet, efendim, bir büyü yapıyordum ama sadece uzak mesafelerle iletişim kurmaya yarayan bir büyü. İttifak’ın en yüksek güçleri tarafından verilmiş olan görevime devam edebilmek için bir üstümden tavsiye alacaktım... Buradaki şe­refli korucu de sözlerime kefil olacaktır sanıyorum."

Vereesa daha şövalyenin bakışları ona dönmeden konuş­maya başladı: "Sözlerinin hepsi doğru, Duncan. Böyle bir za­rara yol açması için hiçbir sebep göremiyorum..." Yaşlı sa­vaşçının itiraz etmesine fırsat vermeden elini kaldırdı. Bütün büyücülerin büyü yapmayı öğrenir öğrenmez lanetlendiğini tekrarlayacaktı kuşkusuz. "... ve eğer bu onun haklarım ve öz­gürlüğünü sağlayacaksa siz dahil her adamla dövüşmeye ha­zırım."

Elfle karşı karşıya gelme fikri Lord Senturus'un canını sık­mış gibiydi. Rhonin'e ters ters baktı ama sonra başım salladı yavaşça. "Pekâlâ. Sağlam bir savunucun var, büyücü, onun sözüne ve kefaletine güvenerek senin olanlardan sorumlu ol­madığını kabul ediyorum." Sözlerini bitirir bitirmez parma­ğını büyücüye doğru salladı. "Ama bu süre içinde ne yaşadı­ğım bana biraz daha anlatacaksın ve eğer hafızanı zorlayarak söyleyebilirsen, yüksek bir ağaçtan düşen yaprak gibi aramı­za nasıl düştüğünü de..."

Rhonin içini çekti. Bu konuşmadan kaçamayacağını bili­yordu. "İstediğiniz gibi olsun. Size bildiğim her şeyi anlat­maya çalışacağım."


Ortada anlatacak daha önce bahsettiklerinden pek fazla bir şey yoktu. Bitkin durumdaki büyücü bir kez daha surlara çı­kışını, ona bu görevi veren kişiyle temas kurmaya çalışması­nı ve her yeri alt üst eden patlamayı anlattı.

"Ne duyduğundan emin misin?" diye sordu Duncan Senturus, hemen.

"Evet. Bunu kanıtlamam mümkün değilse de bir patlayı­cının sesi gibiydi."

Patlama olmuş olması sorumluların goblinler olduğu an­lamına gelmiyordu ama elbette yıllarca süren savaş böyle dü­şünceleri büyücünün zihninde bile kökleştirmişti. Lordaeron'un bu kısmında kimse goblinlerin varlığına rastlama­mıştı ama Vereesa bir öneride bulundu: "Duncan, belki de daha önce bizi takip eden ejderha yanında bir iki goblin ta­şıyordu. Goblinler küçük ve zayıftır; en azından birkaç gün boyunca saklanabilirler. Bu bayağı bir şeyi açıklar."

"Gerçekten de öyle," diye kabul etti-istemeye istemeye Duncan. "Ve bu doğruysa iki kat fazla tetikte olmalıyız. Gob­linlerin kargaşa ve yıkımdan başka uğraşları yoktur. Kesinlik­le bir kez daha saldıracaklardır."

Rhonin hikâyesine devam etti. Nasıl güvenilir sandığı ku­leye kaçtığını ve kulenin nasıl üstüne çöktüğünü anlattı. Ama sonra, Senturus'un onun şimdi söyleyeceği sözlere en azın­dan kuşkuyla bakacağına emin olduğu için devam etmekte te­reddüt etti.

"Ve sonra... bir şey... beni yakaladı, efendim. Ne olduğunu bilemiyorum; ama beni bir oyuncak gibi kaldırdı ve harabe­ye dönen yerden apar topar uzaklaştırdı. Maalesef, çok sıkı tutulduğum için nefes alamadım ve gözlerimi tekrar açtığım­da..." Büyücü, Vereesa'ya baktı. "Onun yüzünü gördüm."

Duncan gerisini bekledi ama bu bekleyişinin boşa olduğu belli olunca zırhla kaplı dizine sertçe vurdu ve bağırdı; "Bu kadar mı? Bütün bildiğin bu mu?"


"Hepsi bu."

"Alonsus Faol'un ruhu adına!" dedi aniden, sert bir sesle paladin. Mirası, öğrencisi Uther Aydınlıksaçan aracılığıyla, kutsal tarikatın kurulmasını sağlayan başpiskoposun adını anmıştı. "Bize hiçbir şey söylemedin, işe yarar hiçbir şey! Bir an için düşünmüş olsam..." Vereesa'daki hafif bir değişim dur­masına neden oldu. "Ama bir söz verdim ve bir başkasının sözünü aldım. Önceki kararıma bağlı kalacağım." Ayağa kalk­tı. Belli ki büyücüyle daha fazla yan yana kalmak niyetinde değildi. "Ayrıca şimdi, burada başka bir karar daha veriyo­rum. Zaten Hasic'e giden istikametteyiz. Elimizden geldiğin­ce hızlı harekete geçip seni gemine ulaştırmamak için bir se­bep göremiyorum. Bırakalım da onlar senin durumunla uy­gun gördükleri şekilde ilgilensinler! Bir saat içinde buradan gideceğiz. Hazırlan, büyücü!"

Bunu söyledikten sonra Lord Duncan Senturus arkasına döndü ve uygun adımda uzaklaştı. Sadık şövalyeleri de he­men onu takip etti. Rhonin, korucunun varlığı dışında yalnız kalmıştı. Vereesa onun karşısına geçip oturdu. Korucunun gözleri onunkilere takılmıştı. "Yola çıkabilecek kadar iyi du­rumda mısın?"

"Bitkinlik ve birkaç çürük dışında tek parça halinde gibi­yim, elf." Rhonin ağzından çıkan sözlerin düşündüğünden biraz daha fazla sert çıktığını fark etti. "Özür dilerim. Evet, yola çıkabilirim. Limana zamanında yetişeyim yeter."

Korucu tekrar ayağa kalktı. "Hayvanları hazırlayayım. Duncan fazladan bir binek getirdi, seni bulmamız halinde kullanmak için. Hazır olduğunda seni bekliyor olması için ona bir göz atacağım."

Elf arkasına döndüğünde büyücünün içinde alışılmadık, güçlü bir duygu yükseldi. "Teşekkür ederim, Vereesa Rüzgâr-koşan."

Vereesa omzunun üstünden baktı. "Atlarla ilgilenmek reh­berlik vazifemin bir parçası."


Tek taraflı bir sorgulamaya dönüşebilecek bu tartışmada yanımda kaldığın için demek istedim."

"Bu da benim vazifemin bir parçası. Öğretmenlerime senin gideceğin yere varmanı sağlayacağıma dair söz verdim." Söz­lerine rağmen ağzının kenarları bir an için gülümser gibi yu­karı doğru kıpırdadı. "En iyisi hazırlanın, Üstat Rhonin. Bu, atlara binip kır gezisine çıkmaya benzemeyecek. Barışmak için çok zamanımız var."

Elf onu kendi haline bıraktı. Rhonin sönmekte olan kamp ateşine bakarken, olan bitenleri düşündü. Vereesa öylesine söylediği sözlerinde gerçeğe ne kadar yaklaşmış olduğunu bilmiyordu. Hasic'e yolculuk kolay bir gezi olmayacaktı ama bunun tek sebebi zaman değildi.

Büyücü hiçbirine karşı tam anlamıyla dürüst olmamıştı, elfe bile. Evet, Rhonin hikâyesinin hiçbir bölümünü atlama­mış ti ama çıkardığı sonuçların bazılarını kendine saklamıştı. Paladinler söz konusu olunca hiç suçluluk duymuyordu ama Vereesa'nın, yolculukları ve onun güvenliği için gösterdiği adanmışlık büyücüde biraz vicdan azabı yaratıyordu.

Rhonin patlayıcıları kimin yerleştirdiğini bilmiyordu. Goblinlerdi her halde. Aslında hiç umurunda değildi. Onu asıl ilgilendiren şeyi atlayıvermiş, hatta konuyu değiştirmişti. Yıkılan kuleden çekilip alındığını anlatırken, bunu dev bir elin yaptığım hissettiğini söylememişti. Büyük olasılıkla ona inanmayacaklardı ya da Senturus için bu, onun iblislerle bir­lik olduğunun kanıtı olacaktı.

Rhonin'i dev bir el kurtarmıştı; ama bir insan eli değildi bu. Bilincini yitirmeden önceki kısa an bile onun pullu bir deri­yi tamamlayabilmesi için yeterli olmuştu... ve Rhonin'in bü­tün vücudundan daha uzun olan, şeytani, kıvrık pençeleri.

Büyücüyü mutlak bir ölümden bir ejderha kurtarmıştı... ve Rhonin'in bunun sebebi hakkında hiçbir fikri yoktu.


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ALTI

 

Eee, o nerde? Bu itibarım yitirmiş salonlarda volta atarak kaybedecek zamanım yok!"

 Terenas'a belki bininci kez aynı şeyi yapıyormuş gibi gelse de Genn Griyele'nin sert çıkışma cevap vermeden önce sessizce ona kadar saydı içinden. "Lord Prestor çok geç­meden aramızda olacak, Genn. Bu konuyu görüşmek için he­pimizi bir araya getirmek istediğini biliyorsun."

"Öyle bir şeyden haberim yok," diye söylendi siyah ve gri renkli zırhlara bürünmüş, heybetli adam. Genn Griyele krala, giyinmeyi öğrenmiş bir ayıdan başka bir şeyi hatırlatmıyor­du; gerçi giydikleri de hep kaba saba şeylerdi. Zırhı her an patlayacak gibi duruyordu ve bir testi daha kaliteli ale yuvar­larsa ya da Terenas'ın aşçılarının hazırladığı Lordaeron çörek­lerinden bir tane daha mideye indirirse gerçekten de patlaya­caktı. •

Griyele'nin bir ayıyı andıran dış görünüşüne ve kibirli, fü­tursuz davranışlarına rağmen kral, güneyden gelen savaşçıyı küçümsemiyordu. Griyele'nin siyasi yönetimdeki zekâsı efsa­ne haline gelmişti, bu son durumda da daha az başarılı de­ğildi. Uzaklardaki krallığı hiç ilgilendirmeyen bir meselede Gilneas’in söz sahibi olmasını nasıl sağladığı Terenas'ı hâlâ şaşırtan bir soruydu.

"Rüzgâra esmemesini söylesen de olurdu," dedi daha uy-


gar bir ses, büyük salonun diğer ucundan. "Bu yaratığı bir an için susturmaya çalışmaktan daha çok işe yarardı o."

İmparatorluk salonunda, geçmişte Lordaeron tarihindeki en önemli anlaşmaların yapılıp imzalandığı bu yerde buluş­ma kararı almışlardı. Zengin tarihi ve kadim ama debdebeli dekorasyonuyla salon, burada gerçekleşen bütün tartışmalara çok büyük bir önem hissi katıyordu... ve Alterac meselesi de İttifak’ın devamını etkileyecek kadar önemeliydi.

"Eğer sesim hoşunuza gitmediyse, Amiral, iyi işlenmiş çe­lik bir daha onu ya da herhangi başka bir şeyi, duymamanı­zı sağlar," dedi homurdanarak.

Amiral Daelin Proudmoore ustalık gerektiren tek bir ham­lede ayağa fırladı. Yüzünde dış etkilerle çizgiler oluşmuş in­ce yapılı denizci, genelde yeşil denizci üniformasının yanın­da asılı duran kılıcına uzandı ama şıngırdayan kılıç.kını boş­tu... Genn Griyele'ninki de öyle. Daha en başta üzerinde gö­nülsüzce de olsa anlaşılan ilk konu devlet başkanlarının hiç­birinin tartışmalara silahla katılmamasıydı. Hatta Gümüş El Şövalyelerinden seçilmiş nöbetçiler tarafından üstlerinin aran­masını bile kabul etmişlerdi... Genn Griyele bile. Gümüş El Şövalyeleri, Terenas'a görünür bağlılığına rağmen, hepsinin J güven duyduğu tek askeri birlikti.

Bu inanılmaz zirve toplantısının bu noktaya kadar bile ula­şabilmesi Prestor sayesindeydi elbette. Önde gelen bölgelerin yöneticileri nadiren bir araya gelirdi. Genelde, yine ara sıra olsa da elçiler ve diplomatlar aracılığıyla görüşürlerdi. Ancak eşsiz Prestor, ferenas'ın rahatsız müttefiklerini, maiyetlerim ve kişisel muhafızlarını dışarıda bırakarak yüz yüze tartışma­ları için bir araya getirebilirdi.

Bir de genç asilzadenin kendisi gelseydi...

"Lordlarım!" Kral çaresizce yardım uman bakışlarını pen­cerenin kenarında duran, sert bakışlı kişiye çevirdi. Adam sa­lonun göreli sıcaklığına rağmen derilere ve kürklere bürün-


müştü. Terenas, Thoras Trolcelladı'nın hiddetli yüzünde sa­dece sık ve uzun sakalıyla sivri uçlu burnunu seçebiliyordu. Thoras'ın dışarıdaki manzaraya yoğunlaşmış görünen ilgisine rağmen, Terenas onun diğer devlet adamlarının her vurgusunu ve sözünü çok yakından takip ettiğini biliyordu. Bu kriz ortamında Terenas'a yardım etmek için hiçbir şey yapmama­sı kralın aklına sadece, bu gittikçe çılgınlaşan gerginliğin baş­lamasından beri aralarını açan görüş ayrılığını getiriyordu.

Lanet olsun sana lord Perenolde, diye düşündü Lordaeron kralı. Bizi bütün bu karmaşanın içine sokmasaydın keşke!.

Hükümdarların kavgaya tutuşması ihtimaline karşı kutsal tarikatın şövalyeleri hazır beklese de fiziksel şiddet Terenas'ı, insan krallıklarının ittifakını ayakta tutma umutlarının yıkıl­ması kadar korkutmuyordu. Ork tehlikesinin sonsuza dek or­tadan kalkmış olduğuna bir an için bile inanmamıştı. İnsan­lar bu çok önemli zamanda birlikte hareket etmeliydi. Kayıp Azeroth krallığının sürgün durumundaki halkının kral naibi Anduin Lothar'ın burada olabilmesini isterdi ama bu müm­kün değildi. Lothar olmadan da geriye sadece...

"Lordlarım! Yapmayın, yapmayın! Bu kesinlikle size yakı­lan bir davranış değil!"

"Prestor!" dedi Terenas, soluğunu tutarak. "Şükürler olsun” Uzun boylu, kusursuz görünüşlü adam büyük salondan ireri girdiğinde diğerleri de ona döndü. Kendinden yaşça büyük nisanlar üstünde ne şaşırtıcı bir etkisi var, diye düşündü kral. Odadan İçeri giriyor ve kavga son buluyor! Birbirlerine feci şekilde düşman olanlar .ilahlarım bırakıp barıştan bahsetmeye başlıyor!

Evet, kesinlikle Perenolde'nin yerine geçecek kişi oydu.

Terenas odayı boylu boyunca geçen dostunu seyretti. Her hükümdarı sırayla selamlıyor ve her birine en iyi dostuymuş gibi davranıyordu. Belki de gerçekten de öyleydiler Çünkü krala, Prestor içinde hiç kibir barındırmayan biri gi-


bi geliyordu hep. Sert mizaçlı Thoras'la da fütursuz Griyele'yle de ilgilenirken sanki onlarla en iyi nasıl konuşacağını biliyordu. Ona hiçbir zaman tam bir hayranlık duymayanlar sadece Dalaran büyücüleriydi ama onlar da zaten büyü­cüydü işte.

"Geç gelişim için beni bağışlayın," diye başladı genç asil­zade. "Bu sabah atıma binip kırda biraz gezmeye karar ver­miştim ama geri dönmemin bu kadar uzun süreceğini düşün­memiştim."

"Özür dilemenize gerek yok," diye karşılık verdi kibarca Thoras Trolcelladı.

îşte bu da Prestor'un neredeyse büyüleyici etkisinin başka .: bir örneğiydi. Bir dost ve saygı duyulan bir müttefik olmak­la birlikte Thoras Trolcelladı epey çaba göstermeden kimsey­le kibar konuşamazdı. Kısa ve net cümlelerle konuşup sonra sessizliğe gömülürdü. Sessiz kalması hakaret amaçlı değildi, Terenas bunu zaman içinde öğrenmişti. Tek sebep, Thoras’ın uzun konuşmalardan rahatsız olmasıydı. Soğuk ve karlı Stromgarde'nin yerlisi olduğundan her zaman hareketi çene çalmaya tercih ederdi.

Bu da Lordaeron kralının, Prestor'un gelişine daha çok se­vinmesine neden oldu.

Prestor odaya göz gezdirdi ve konuşmaya başlamadan ön­ce herkesle bir kez göz göze geldi. "Hepinizi tekrar görmek ne kadar güzel! Umarım bu sefer aramızdaki ayrılıkları gide­rebiliriz. Böylece daha sonraki buluşmalarımızda artık iyi bi­rer dost ve silah arkadaşı oluruz..."

Griyele adeta şevkle başını salladı. Proudmoore'nin yüzünde tatmin olmuş bir ifade vardı, sanki asilzadenin gelişi du­alarının kabulü olmuştu. Terenas hiçbir şey söylemedi. Top­lantının idaresini yetenekli dostunun ellerine teslim etmişti. Diğerleri Prestor'la ne kadar konuşursa kralın, önerisini sun­ması o kadar kolay olurdu.


İncelikle oyulmuş fildişi masanın etrafında toplandılar. Bu masa Terenas’ın büyükbabasına, Quel'Thalas elfleriyle yaptı­ğı başarılı bir sınır müzakeresinin ardından kendisine bağlı kuzey devletleri tarafından hediye edilmişti. Kral her zaman JJ__ yaptığı gibi ellerini masanın üstüne sıkı sıkı koyup atasının kendisine yol göstermesini bekledi. Masanın öte tarafındaki Prestor'un gözleri bir an onunkilerle buluştu. O karanlık, güçlü göz yuvarlaklarına bakmak cüppeye bürünmüş hü­kümdarı rahatlattı. Prestor her türlü anlaşmazlığı çözerdi na­sıl olsa.

Böylece görüşmeler başladı. Önce gayet resmi başlangıç sözleri, sonra daha ateşli, sert sözcükler döküldü ağızlardan. Yine de Prestor'un rehberliğinde, hiçbir şiddet tehdidi duyul­madı. Birden fazla kez katılımcılardan birini ya da diğerini sa­kinleştirmesi ve onunla özel konuşması gerekmişti ama her seferinde bu gizli görüşmeler Prestor'un şahin bakışlı yüzün­de bir gülümseme ve İttifak bağlarının onarılmasında büyük bir ilerlemeyle son bulmuştu.

Toplantının bitmesine az kala Terenas da onunla böyle bir görüşme yaptı. Griyele, Thoras ve Amiral Proudmoore kralın en kaliteli brendisinden içerken Prestor ve hükümdar şehre ı epeden bakan pencerenin yanında yan yana geldi. Terenas hu manzarayı hep sevmişti çünkü buradan halkının refahını .emredebiliyordu. Şimdi, bu toplantı sürerken bile, tebaası iş­lerine koşturuyor, yaşam mücadelelerine devam ediyordu. < »uların Terenas'a olan inancı onun yorgun zihnine cesaret veriyordu. Onların, krallarının bugün vereceği kararı anlayış­la karşılayacaklarını biliyordu.

"Bunu nasıl yaptın bilmiyorum, evlat," diye fısıldadı kar-'..ısındakine. "Diğerlerinin gerçeği görmesini sağladın, gerekli olanı! Gerçekten de bu odada oturuyor ve hem birbirleriy­le hem de benimle uygarca konuşuyorlar! Genn ve Thoras’ın bana bakarken utanacaklarını bile düşündüm bir ara!"


"Onları ikna edebilmek için elimden ancak bu kadarı gel­di, efendim ama iltifatınız için teşekkür ederim."

Terenas başını iki yana salladı. "İltifat mı? Hiç de değil! Prestor, evladım, sen tek başına İttifak'ın paramparça olması­nı önledin! Onlara ne anlattın?"

Karşısındakinin yakışıklı yüz hatlarına gizli niyetlerini bel­li eden bir bakış yerleşti. Prestor, gözleri Terenas'a dikili va­ziyette hükümdara doğru eğildi. "Biraz şundan, biraz bun­dan. Sözler... Amirale denizler üstündeki hakimiyetinin deva­mı sözü, hatta bu Gilneas'a bir kuvvet gönderip orayı ele ge­çirmek anlamına gelse de; Griyele'ye Alterac'ın kıyı kesimine yakın sömürgeler verme sözü... ve Thoras Trolcelladı da bu bölgenin doğu kısmının kendisine bırakılacağını düşünüyor... Hepsi, ben Alterac’ın meşru yöneticisi olunca..."

Bir an için kralın ağzı açık kaldı, doğru duyduğundan emin olamamıştı. Prestor'un büyüleyici gözlerinin içine bak­tı ve bu korkunç şakanın sonunu bekledi. Böyle bir şey gel­meyince Terenas sonunda hızlı hızlı ve sessizce konuşmaya başladı: "Sen aklını mı kaçırdın, evlat? Böyle konuların şaka­sı bile fazlasıyla çirkin ve..."

"Ve buna rağmen sen bu konuda bir tek şey bile hatırla­mayacaksın, bildiğin gibi." Lord Prestor öne doğru eğildi. Gözleri Terenas’ın bakışlarını yakalamıştı ve kurtulmalarına' izin vermiyordu. "Onların da kendilerine tam olarak ne de­diğimi hatırlamayacakları gibi. Tek hatırlaman gereken; be­nim gösterişli, küçük kuklam; sana siyasi bir üstünlük garan­tisi verdiğim ama bu üstünlüğün sonuca ulaşıp başarılı olma­sı, benim Alterac’ın yöneticisi olarak atanmama bağlı. Bum anladın mı?"

Terenas’ın anlayabileceği başka bir şey yoktu. Prestor yıkıma uğramış toprakların yeni hükümdarı seçilmeliydi. Lordaeron'un güvenliği ve İttifak'ın istikrarı buna bağlıydı.

"Anladığını görüyorum. İyi. Şimdi geri döneceksin ve gö


rüşme artık sona ermek üzere olduğuna göre, son olarak ce­sur kararını açıklayacaksın. Griyele zaten en sessiz kalan kişi olacağını biliyor ama birkaç gün içinde kabul edecek. Proudmoore seni destekleyecek ve durumu kafasında biraz evirip çevirdikten sonra Thoras Trolcelladı da benim hükümdar atanmama razı olacak."

Bir şey... ifade etmek zorunda hissettiği bir fikir kralın ha­fızasını uyardı. "Hiçbir... hiçbir hükümdar... Dalaran ve Kirin Tor'un onayı... onayı olmadan seçilemez..." Aklından geçen­leri tamamlamak için mücadele etti. "Onlar da İttifak'ın üye­si..."

"İyi ama bir büyücüye kim güvenir ki?" diye ona hatır­lattı Prestor. "Kim onların gündemini bilebilir? Bu yüzden daha en başta onları bu işten uzak tutmanı sağladım, değil mi? Büyücülere güvenilmez... ve en sonunda onların icabına bakmak gerekir."

"İcabına bakmak... Elbette, haklısın."

Prestor'un gülüşü yüzüne yayıldı ve normalden çok daha fazla olan dişlerini açığa çıkardı. "Her zaman için." Kolunu dostça Terenas’ın omzuna attı. "Şimdi diğerlerinin yanma dönmemizin zamanı geldi. Yaptıklarım seni oldukça tatmin etti. Birkaç dakika içinde önerini yapacaksın... ve biz de on­dan sonrasına bakacağız.

"Evet..."

İnce yapılı adam kralı diğer hükümdarların yanma kadar götürdü... ve onların yanma vardıklarında Terenas’ın düşün­celeri tekrar yapması gereken işe çevrildi. Prestor'un dehşetli sözleri şimdi kralın bilinçaltının derinliklerinde gömülüydü, siyahlara bürünmüş asilzadenin olmasını istediği yerde...

"Brendi hoşunuza gitti mi, dostlarım?" diye diğerlerine sordu Terenas. Onlar başlarıyla onayladıktan sonra kral gü­lümseyerek devam etti: "Geri dönerken hepinizin yanında bir sandık olacak, ziyaretiniz için birer hediye."


"Dostluğun çok güzel bir kanıtı, sizce de öyle değil mi?" diye Terenas'ın yanındakilere bir yanıt beklercesine sordu Prestor. Hepsi başlarıyla onayladı, hatta Proudmoore, Lordaeron hükümdarına kadeh kaldırdı.

Terenas ellerini sıkı sıkı birleştirdi. "Ve bunun için bura­daki genç arkadaşımıza teşekkür etmeliyiz. Sanırım hepimiz buradan ayrılırken onu eskisinden daha da çok yakınımızda hissedeceğiz."

"Henüz bir anlaşma imzalamadık," diye ona hatırlattı Genn Griyele. "Hatta bu durum hakkında ne yapacağımıza bile karar vermedik daha."

Terenas bir tereddüt yaşadı. Harika bir başlangıçtı bu. Bü­yük önerisi için neden daha fazla beklesindi ki?

"İşte bu noktada, dostlarım," dedi kral, Lord Prestor'u ko­lundan tutup masanın başına getirerek. "Hepimize uygun dü­şecek çözümü bulduğumu düşünüyorum..."

Lordaeron kralı Terenas genç dostuna kısaca gülümsedi. Genç asilzadenin, elde etmek üzere olduğu büyük mükâfat hakkında hiçbir fikri yoktu. Evet, bu görev için kusursuz bir adamdı gerçekten de. Alterac’ın başında Prestor oldukça İttifak'ın geleceği güvende olacaktı.

Ondan sonra da Dalaran'daki güvenilmez büyücülerin icabına bakma sırası gelecekti...

* * *

"Bu adil değil!" diye patladı yapılı büyücü. "Bizi bu işin dışında bırakmak için hiçbir sebepleri yok!"

"Hayır, yok," diye karşılık verdi yaşlı kadın. "Ama bırak­tılar."

Daha önce Hava Divanı'nda buluşmuş olan büyücüler yi­ne aynı yerde buluşmuştu, yalnız bu sefer sadece beşi vardı. Rhonin'in Krasus olarak bildiği büyücü, bu büyülü yerde ye-


rini almamıştı ama diğerleri dış dünyadaki olaylardan daha fazla bekleyemeyecek kadar endişeliydiler. Yeteneksizlerin lordları kendi başlarına toplanmış, Kirin Tor'un rehberliği ol­maksızın ciddi bir durumu tartışıyorlardı. Bu konseydekilerin çoğu Kral Terenas'a ve diğer hükümdarlara saygı duyuyor ol­sa da Lordaeron yöneticisinin daha önce benzeri görülmemiş, böyle bir toplantı düzenlemesi onları rahatsız etmişti. Geç­mişte bu gibi olaylarda Kirin Tor'un merkez konseyinden bi­ri mutlaka yer almıştı. Dalaran, İttifak in savunmasının ön şaftlında olduğu için bu gayet adildi.

Ama zaman değişiyor gibiydi.

"Alterac sorunu çok önceden çözülebilirdi," diye fikrini belirtti yaşlı elf. "Bu süreçte almamız gereken rol konusunda ısrar etmiş olmalıydık."

"Başka bir olaya sebep olmak için mi?" diye yüksek ve sert bir sesle karşılık verdi sakallı adam. "Son zamanlarda di­ğer diyarların bizden nasıl uzaklaştığını fark etmedin mi? Sanki orklar Grim Batol'a kadar püskürtüldüğünden beri biz­den korkuyorlar!"

"Saçma! Yeteneksizler her zaman büyüden şüphe etmiştir ama davaya inancımız tartışılmaz!"

Yaşlı kadın başını iki yana salladı. "Yeteneklerimizden korkanlar için bu ne zamandan beri önem kazandı? Orklar hezimete uğradığından beri halk, bizim onlar gibi olmadığı­mızı, her bakımdan onlardan üstün olduğumuzu fark etme­ye başladı."

"Bu çok tehlikeli bir düşünce, bizim için bile," diyen Kralus'un sakin sesi duyuldu. Yüzü görünmeyen büyücü her za­manki yerinde duruyordu.

"Tam zamanında geldin!" Sakallı büyücü yeni gelene don­du. "Bir şey bulabildin mi?"

"Çok az. Toplantı koruma altında değildi... Buna rağmen irk okuyabildiğimiz yüzeysel düşüncelerdi. Onlar da bize şu


ana kadar bilmediğimiz bir şey açıklamadı. Sonunda bir par­ça olsun sonuç elde edebilmek için başka yöntemlere başvur­mam gerekti."

Genç kadın konuşmaya kalkıştı: "Bir karara vardılar mı?"

Krasus bir an tereddütten sonra eldivenli elini kaldırdı. "Bakın..."

Divanın tam ortasında zeminin üstüne oyulmuş sembolün tam üstünde uzun boylu bir insan görüntüsü şekillendi. Her bakımdan, bir araya gelmiş büyücüler kadar (hatta belki de daha fazla) gerçek duruyordu. Adamın zarif, siyah giysilere bürünmüş görkemli bedeni ve şahin bakışlı, yakışıklı yüzü, altı büyücünün de bir an sessizliğe bürünmesine neden oldu.

"Bu da kim?" diye sordu aynı kadın.

Krasus cevap vermeden önce karşısındakilere göz gezdir­di. "Alterac’ın yeni yöneticisini saygıyla selamlayın, Kral Birin­ci Prestor."

"Ne?"

"Küstahlık bu!"

"Bunu biz olmadan yapamazlar... değil mi?"

"Bu Prestor da kim?"

Rhonin'in hamisi omzunu silkti. "Kuzeyden gelen, önem­siz bir soylu. Mallarına el koyulmuş, hiçbir desteği yok ama kendini sadece Terenas'a değil, Genn Griyele dahil bütün hepsine yarandırmış gibi görünüyor."

"İyi ama onu nasıl kral yaparlar?" diye çıkıştı sakallı büyücü.

"Dışarıdan bakıldığında çok da kötü bir seçimmiş gibi durmuyor. Bu durumda Alterac tekrar bağımsız bir krallık haline gelecek. Öğrenebildiğim kadarıyla diğer hükümdarlar onu oldukça saygı değer buluyor. Tek başına İttifak’ın dağıl­masını engellemiş gibi görünüyor."

"Yani onu onaylıyor musun?" diye sordu yaşlı kadın.

Krasus onun sorusuna cevaben ekledi: "Ayrıca bir geçmi­şi de yok gibi. Bu görüşmelere dahil edilmememizin sebebi


bu olsa gerek. En garibi de büyüyle yoklandığında bir boş­luktan ibaret olması."

Diğerleri aralarında mırıldanarak bu  garip haberi tartış­tılar. Kafası diğer hepsininki kadar karışmış olan yaşlı büyücü merakla sordu: "Son söylediğinle ne demek istedin?"

"Demek istediğim büyü yordamıyla onu inceleme çabala­rı ortaya hiçbir şey çıkarmıyor. Kesinlikle hiçbir şey. Sanki Lord Prestor aslında yokmuş gibi... ama elbette var olması gerekir. Onu onaylıyor muyum? Sanırım ondan korkuyorum."

Bir araya gelmiş olan büyücülerin en yaşlısından gelen bu sözler hepsini derinden etkiledi. Bir süre için tepelerinde bu­lutlar süzüldü, fırtınalar koptu ve gün geceye döndü ama Ki­rin Tor'un efendileri sadece sessizce bekledi. Her biri gerçek­leri kendince kavramaya çalışıyordu.

Genç erkek sessizliği bozdu. "O zaman o bir büyücü, de­ğil mi?"

"Bu akla gelen en mantıklı açıklama," diye cevap verdi Krasus, ona katıldığını vurgulamak için başını hafifçe öne eğerek.   .

"Güçlü bir büyücü," diye mırıldandı elf.

"Bu da mantıklı."

"Peki öyleyse kim?" diye devam etti elf büyücüsü. "İçi­mizden biri mi? Bir hain mi? Bu yetenekte bir büyücüyü ke­sinlikle bilmemiz gerekir!"

Genç kadın görüntüye doğru eğildi. "Yüzü bana tanıdık gelmiyor."

"Bu şaşırtıcı değil," diye sertçe karşılık verdi yaşlı olanı. "Bizler de binlerce maske takabildiğimize göre..."

Bir şimşek Krasus'un cüppesinde çaktı ama o bunu fark et­medi. "İki hafta içinde resmi bildiride bulunacaklar. Ondan sonra da eğer diğer hükümdarlardan biri fikrini değiştirmez­se, bu Lord Prestor bir ay sonra krallık tacım takacak."

"Bunu protesto etmeliyiz."


"Başlangıç için evet; ama asıl yapmamız gereken şu Lord Prestor hakkındaki gerçeği ortaya çıkarmaktır diye düşünüyo­rum. Her çatlağı, her mezarı dikkatlice araştırıp onun geçmişini ve gerçek unvanını açığa çıkarmalıyız. O zamana kadar onunla yüzleşmeye cesaret edemeyiz çünkü kesin olan bir şey varsa o da onun biz hariç bütün İttifak üyelerinin desteğine sahip olduğudur."

Yaşlı kadın başını salladı. "Ve eğer diğer krallıklar bizi bir baş belası olarak görmeye başlarlarsa, onların bir araya gel­miş gücüyle biz bile başa çıkamayız."

"Hayır, bunu yapamayız."

Krasus elinin bir hareketiyle Prestor'un görüntüsünü orta­dan kaldırdı ama genç asilzadenin yüzü, Kirin Tor üyelerinin her birinin zihnine kazınmıştı bile. Sessiz kalarak bu vazife­nin önemi konusunda anlaşmış oldular.

"Tekrar gitmem gerekiyor," dedi Krasus. "'Hepinize tav­siyem benim yaptığımı yapıp bu tehlikeli konu üzerinde iyi­ce düşünmenizdir. Ne kadar anlaşılmaz ve imkânsız olsalar da bütün izleri takip edin ama bunu çabuk yapın. Her ne ka­dar şu anda hükümdarlar fikir birliği içinde olsalar da Alterac tahtına bu muamma yerleşirse, İttifak’ın uzun süre sağ­lam kalacağım.sanmıyorum." Derin bir nefes aldı. "Ve bu olursa Dalaran'ın da diğerleriyle birlikte düşeceğinden kor­kuyorum."

"Bu bir tek adam yüzünden mi?" diye heyecanla sordu sa­kallı büyücü.

"Onun yüzünden, evet."

Ve diğerleri onun sözlerini düşünürken Krasus tekrar or­tadan kayboldu...

... ve kendi odasında şekillendi. Keşfettiği şey yüzünden hâlâ titriyordu. Suçluluk duygusu onu yiyip bitiriyordu çün­kü Krasus diğer büyücülere karşı tam anlamıyla dürüst olma-


inişti. Bu gizemli Lord Prestor'la ilgili, diğerleriyle paylaştı­ğından çok daha fazla şeyden haberdardı... ya da en azından şüphe duyuyordu. Onlara her şeyi anlatabilmiş olmayı ister­di ama o zaman Krasus onların sadece kendi akıl sağlığı konusunda şüpheye düşmelerine neden olmakla kalmaz, sözle­rine inanmış olsalardı bile, kendisi ve kullandığı yöntemler hakkında çok fazla şeyi açık etmiş de olurdu.

Bu çaresiz zamanda buna bile razı olabilirdi.

Umarım yapmalarını beklediğim şekilde davranırlar. Karanlık oda­sında tek başına kalınca Krasus en azından cüppesinin başlı­ğını açmaya cesaret edebildi. Odayı aydınlatan tek şey, görü­nür bir kaynağı olmayan loş bir ışıktı. Bu rahatsız edici ol­mayan parlaklıkta yakışıklı, yaşlı bir adamın solgun ve bir de­ri bir kemik kalmış hatları görünüyordu. Kara kara parlayan gözleri onun göründüğünden çok daha yaşlı ve yorgun oldu­ğunun belirtilerini taşıyordu. Üç uzun yara izi, sağ yanağı boyunca yan yana uzanıyor, çok uzun zamandır orada olma­larına rağmen hafifçe zonkluyorlardı.

Üstad Büyücü sol elini, eldivenli avucu yukarı gelecek şe­kilde açtı. Bu avucun yukarısında birden açık mavi bir küre belirdi. Krasus diğer elini kürenin üstünde gezdirdi ve hemen kürenin içinde görüntüler oluşmaya başladı. Bu görüntüleri seyretmek için geri yaslandı. Yüksek, taş bir sandalye arkasın­daki boşluğu doldurmuştu.

Krasus bir kez daha Kral Terenas’ın sarayına baktı. Taştan yapılına kraliyet binası bu diyarın hükümdarlarına nesillerdir hizmet etmişti. İkiz taretler minyatür bir kaleye benzeyen, gri, debdebeli ana binanın iki yanında kat kal: yükseliyordu. Lordaeron bayraklarının hem taretlerde, hem de kapılı giriş­te dalgalandığı göze çarpıyordu. Kralın Muhafız Alayı ünifor­malarıyla askerler kapıların dışında nöbet bekliyorlardı, içeri-deyse Gümüş El Şövalyelerinden birkaçı görevdeydi. Normal şartlar altında paladinler sarayı koruma görevinde yer almaz-


lardı ama konuk hükümdarların hâlâ tartıştığı birkaç ikinci derecede önemli konu olması nedeniyle şu anda güvenilir sa­vaşçılara ihtiyaç vardı.

'Büyücü diğer elini tekrar kürenin üstünden geçirdi. Sarayın görüntüsünün solunda içerideki bir odanın resmi belirdi. Büyücü odaya bakmaya devam ederek onu daha net görebi­leceği bir açıya getirdi.

Görüntüde Terenas ve genç dostu vardı. Demek ki zirve toplantısının sona ermesine ve yakında diğer yöneticilerin gi­decek olmasına rağmen Lord Prestor hâlâ kralın yanındaydı. Krasus, siyahlara bürünmüş asilzadenin zihnini yoklamayı de­nemek için dayanılmaz bir istek duydu ama bundan vazgeç­ti. En iyisi bu imkânsız olduğunu düşündüğü ustalığı diğer­lerinin denemesine izin vermekti. Prestor gibi biri kuşkusuz böyle bir hamleyi bekliyor olacak ve bunun icabına hemen bakacaktı. Krasus henüz kendi varlığını açığa çıkarmak istemiyordu.

Bununla birlikte adamın düşüncelerini yoklamaya kalkış-masa da en azından geçmişini araştırabilirdi... Bu işe başla­mak için kraliyet sığınmacısının kralın koruması altında kal­dığı şatodan daha iyi bir yer olabilir miydi? Krasus tek elini kürenin üstünde salladı ve yeni bir görüntü, söz konusu olan binanın çok uzak mesafeden görünüşü belirdi. Büyücü bina­yı bir an için inceledikten sonra önemli bir şey görmeyince ve hissetmeyince büyülü araştırma alanını yakınlaştırdı.

Küredeki görüntü binayı çevreleyen yüksek surlara yakınlaşınca beklediğinden de basit bir büyü Krasus'un geçişini bir an için engelledi. Krasus büyüyü etkisiz kılmadan kolayca aş­tı. Şimdi önünde şatonun hemen dış kısmı vardı. Zarif cephesine rağmen şatonun iğrenç bir yer olduğu belli oluyordu. Prestor'un temiz ve düzenli bir ev istediği açıktı ama sıcak ve! samimi olması konusunda aynı şey söylenemezdi. Bu, büyü­cüye hiç de şaşırtıcı gelmemişti.


Hızlı bir araştırma ikinci bir savunma büyüsünü ortaya çı­kardı. Bu seferki daha özenli hazırlanmıştı; ama yine de Kra­sus'un atlatamayacağı bir şey değildi. Zayıf adam elinin bece­ri isteyen bir hareketiyle bir kez daha Prestor'un hazırladığı  engeli aştı. Krasus biraz sonra içeri girmiş olacaktı ve orada...

Küre karardı.

Karanlık, kürenin kenarlarından dışarı taştı.

Karanlık, büyücüye doğru uzandı.

Krasus kendini sandalyeden attı. Gecenin saf karanlığı ka­dar siyah dokunaçlar taş sandalyenin üstünü kapladı ve sanki onun yerinde büyücü varmışçasına her tarafına sarıldılar. Krasus ayağa kalktığında dokunaçların geri çekildiğini gör­dü... Sandalyeden geriye hiç iz kalmamıştı.

İlk dokunaçlar ona ulaşmak üzereyken büyülü küreden ge­riye kalan karartının içinden yeni dokunaçlar çıkmaya başla­mıştı. Büyücü geriye doğru tökezledi. Yaşamı boyunca çok az defa başına gelen bir şekilde bir an için korkudan hareket edemedi. Sonra kendine gelen Krasus birkaç ömür boyunca hiçbir canlının duymadığı sözcükler mırıldandı. Kendisinin hile ağzına almadığı, sadece hayranlıkla okumuş olduğu söz­cükler...

Tam önünde, pamuk gibi koyu bir bulut kıvılcımlar saça­rak ortaya çıktı. Bulut hemen, kurbanını arayan dokunaçlara doğru süzüldü ve onlarla havada buluştu.

Yumuşak buluta dokunan ilk dokunaçlar ufalanıp küle dö­nüştüler ve bu küller de yere düşer düşmez yok olup gittiler. Krasus rahatlayarak derin bir nefes verdi... ve sonra korku do­lu bakışlarla ikinci dokunaç dizisinin kendi karşı büyüsünü örtmesini seyretti.

"Bu olamaz..." diye mırıldandı, gözleri fal taşı gibi açıla­nı k. "Bu olamaz!"

Diğerlerinin sandalyeye yaptığı gibi bu kapkara kollar da bulutu içine almış, emmiş, yiyip bitirmişti.


Krasus neyle karşı karşıya olduğunu biliyordu. Sadece ya­sak bir büyü olan Sonsuz. Açlık böyle hareket edebilirdi. Daha önce yapıldığına hiç şahit olmasa da büyü sanatıyla' kendisi kadar uzun süredir uğraşan biri onun kötülük dolu varlığını tanırdı. Ama büyüde bir değişiklik yapılmış olmalıydı çünkü Krasus'un seçtiği karşı büyü bu tehlikeyi sona erdirecek olan­dı. Bir an için öyle gözükmüştü... ama sonra uğursuz bir dö­nüşüm gerçekleşmişti. Kara büyünün özü değişmişti. Şimdiy­se ikinci dokunaç dizisi Krasus'a doğru geliyordu ve o, kol­ların kendisini yutmasını bir an önce nasıl engelleyeceğini bi­lemiyordu.

Odadan kaçmayı düşündü ama Krasus, dünyanın neresi­ne saklanırsa saklansın korkunç şeyin peşinden gelmeye de­vam edeceğini biliyordu. Bu, Sonsuz Açlık'ın kendine has deh­şetinin bir parçasıydı: Amansız takibi genelde kurbanının yenilgiyi kabul etmeden önce yorgunluktan tükenmesini sağlardı.

Hayır, Krasus buna bir son vermeliydi... Hemen şimdi, burada.

Bunu yapabilecek sadece bir tek büyü kalmıştı. Büyü onu güçten düşürecek, günlerce halsiz bırakacaktı ama Krasus'un bu korkunç tehditten kurtulmasını sağlayabilirdi.

Tabii onu Lord Prestor'un tuzağının yapacağı gibi rahat­lıkla öldürebilirdi de.

Dokunaçlardan biri ona ulaşınca kendini yana attı. Duru­mu ölçüp biçmek için daha fazla vakit yoktu. Büyüyü formü­le etmek için sadece saniyeleri vardı. Şu anda bile Açlık onu yakalayıp bir bütün halinde sarmak için geliyordu.

Yaşlı büyücünün fısıldadığı sözcükler sıradan birine Lordaeron dilinin tersten okunmuş ve yanlış hecelerde vurgu ya­pılmış hali gibi gelirdi. Krasus her sözcüğü dikkatle telaffuz etti. İçinde bulunduğu zor durumdan dolayı dilinin bir kez olsun sürçmesi büyücünün tam anlamıyla yitip gitmesi de-


mekü. Sol elini yaklaşmakta olan karanlığa uzatıp yayılmakta olan dehşetin tam merkezine odaklanmaya çalıştı.

Gölgeler sandığından çok daha hızlı hareket etti. Son söz­cükler ağzından dökülürken Açlık onu yakaladı. Tek bir ince W dokunaç kendini, Krasus'un uzattığı elinin üçüncü ve dör­düncü parmaklarına doladı. Büyücü önce hiçbir acı hissetme­di ama parmakları gözlerinin önünde yok olup yerlerinde açık, kanayan yaralar bıraktılar.

Son heceyi neredeyse tükürerek söylerken. ıstırap birden bütün vücuduna yayıldı.

Küçük odasının içini patlayan bir güneşin ışınları doldur­du.

Dokunaçlar, yanan ocağın üstündeki buz parçaları gibi eriyiverdi. Işık o kadar parlaktı ki gözlerini sıkı sıkı kapamış olan Krasus'u kör edercesine bulduğu her köşe ve boşluktan gözünün içine doluyordu. Soluğu kesilen büyücü yaralı elini tutarak yere düştü.

Bir tıslama sesi kulaklarına basınç yaparak, zaten artmış olan nabzını daha hızlandırdı. İnanılmaz bir ısı derisini ka­vurdu. Krasus çabuk bir ölüm için dua etmeye başladığını fark etti.

Tıslama, yoğunluğu giderek artan bir kükremeye dönüştü. Sanki odanın tam ortasında bir yanardağ patlamak üzereydi. Krasus bakmaya, çalıştı ama ışık hâlâ ezici bir etkiye sahipti. Kollarını ve bacaklarını gövdesine yaslayıp kaçınılmaz olanı beklemeye başladı.

Ve sonra... ışık yok olup gitti. Oda zifiri bir karanlığa gö­müldü.

Üs (ad büyücü ilk başta hareket edemedi. Eğer Açlık onun için şimdi gelmiş olsaydı onu karşı koyamayacak durumda bulacaktı. Krasus dakikalarca gerçeklik duygusunu geri kazan­maya çalışarak yattığı yerde kaldı. Sonunda kendine geldiğin­de de korkunç yarasından akıp giden kanı durdurdu.


Krasus sağlam elini yaralı olanın üstünden geçirip kanlı boşluğu tamamen kapattı. Oluşan yarayı iyileştirmesi müm­kün değildi. Kara büyünün dokunduğu hiçbir şey yeniden oluşturulamazdı.

Sonunda gözlerini açmaya cesaret edebildi. İlk başta, ışık­sız oda bile ona çok parlak geldi ama zamanla gözleri karan­lığa uyum gösterdi. Krasus gölgeler içindeki birkaç şekli (ga­liba eşyaları) çıkarabildi ama başka bir şey göremedi.

"Işık..." diye mırıldandı bitap durumdaki büyücü.

Tavana yakın bir yerde, bir anda küçük, zümrüt yeşili bir küre ortaya çıkıp odanın her yerine soluk bir aydınlık yay­maya başladı. Krasus etrafına göz gezdirdi. Gerçekten de gör­düğü şekiller eşyalarından geriye kalanlardı. Sadece sandalye­den geriye hiçbir şey kalmamıştı. Açlık gibi o da tamamen or­tadan yok olmuştu. Çok şeye mal olmuş olsa da kazanan Kra­sus olmuştu.

Ya da belki de olmamıştı. Birkaç saniyelik zaman dilimin­de bu kadar çok felaket yaşamış ama karşılığında eline hiçbir şey geçmemişti. Lord Prestor'un şatosunu araştırma girişimi başarısızlıkla sonuçlanmıştı.

Ama yine de...

Krasus kendini sürükleyerek ayağa kalktı. İlk sandalyenin tıpatıp benzerini oluşturup sandalyeye nefes nefese çöktü. Mahvolmuş parmaklarına bir an göz atıp kanamasının durdu­ğundan emin oldu. Büyücü, asilzadenin kaldığı yere tekrar bakmak için mavi bir kristal oluşturdu. Aklında korkunç bir fikir belirmişti, sadece bir an bakmakla doğruluğunu kanıtla­yabileceğine inandığı bir fikir.

iş tef Büyünün izleri belirgindi. Krasus izleri takip etmeye devam edip birbiriyle kesiştikleri yerlere baktı. Dikkatli olma­lıydı, yoksa elinden son anda kurtulduğu kötülüğü tekrar uyandırırdı.


Doğrulama başarılı oldu. Sonsuz Açlık’ın yapılışındaki usta­lık, büyünün üstünde ilk karşı saldırısını boşa çıkaracak şekil­de yapılmış değişiklik... İkisi de Kirin Tor'un, insanlığın ve hatta elflerin sunabileceği en iyi büyücülerin, bile' ötesinde bir bilgi ve yöntemi gösteriyordu.

Ama büyüyle ilişkileri elflerden bile eskiye dayanan başka bir ırk vardı.

"Artık kim olduğunu biliyorum..." Krasus soluk soluğa, Prestor'un mağrur görüntüsünü oluşturdu. "Kullandığın bu şekle rağmen artık onun kim olduğunu biliyorum!" Şiddetli bir öksürük bir an soluğunu kesti. Bu çetin sınav Krasus'tan çok şey götürmüştü ama çeşitli yollarla karşı koyduğu gücün kime ait olduğunun farkına varmak ona bir büyünün yapabi­leceğinden daha derin bir darbe indirmişti. "Kim olduğunu biliyorum... Kanatlıölüm!"


YEDİ

Duncan dizginlerine asılıp atını durdurdu. "Bir terslik var.

 Rhonin de aynı şeyi hissetmişti ve bu his kalede ba­şına gelenlerle ilgili şüpheleriyle birleşince, şu anda karşılaş­tıkları durumun onun göreviyle bir ilgisi olup olmadığını merak etmekten kendini alamıyordu.

Hasic uzaklarda görünmüştü ama bu hareketsiz, sessiz bir Hasic'ti. Büyücü hiçbir şey duymuyordu, kulaklarına hiçbir faaliyetin sesi gelmiyordu. Bunun gibi bir limanın onlara kadar ulaşacak bir gürültüyle inlemesi gerekirdi. Ama birkaç kuş sesi dışında hiçbir yaşam belirtisi duyulmuyordu.

"Bize başlarına bir bela geldiğine dair bir haber gelmedi," diye Vereesa'yı bilgilendirdi kıdemli paladin. "Öyle bir haber alsaydık çoktan buraya gelmiş olurduk."

"Belki de yolculuk yüzünden hepimizin sinirleri fazla gergindir." Yine de korucunun sesi bile alçak ve ihtiyatlı çıkmıştı. I

O kadar uzun zaman orada öylece beklediler ki sonunda, Rhonin'in duruma el koyması gerekti. Diğerlerinin şaşkın bakışları arasında atım hızla ileri sürdü. Onlar gelse de gelmese de Hasic'e varmaya kararlı görünüyordu.

Vereesa hızla büyücünün peşinden gitti ve tabii ki Lord-Senturus da aceleyle onu takip etti. Gümüş El Şövalyeleri çürüğü ondan almak için atlarını dörtnala koştururken Rhoj


nin gülmemek için kendini tuttu. Onların kibrine ve gösteriş merakına bir süre daha katlanabilirdi. Öyle ya da böyle, li­mana vardıktan sonra nasıl olsa büyücü ve onun zoraki yol arkadaşları ayrılacaklardı.

Tabii ki... limandan geriye bir şey kaldıysa. Atlan bile sessizlikten etkilenmiş, devam etme konusunda gittikçe daha kararsız olmuşlardı. Bir yerden sonra Rhonin atını ilerlemesi için zorlamak zorunda kaldı ama şövalyeler­den hiçbiri büyücünün yaşadığı güçlükle alay etmeye kalk­madı.

Grup limana yaklaştıkça o yönden gelen bazı canlılık be­lirtisi sesler duymaları biraz rahatlamalarına neden oldu. Çekiç sesleri geliyordu. Birileri bağrıştı. Hareket eden at araba­larının sesleri duyuldu. Çok fazla ses yoktu ama bu kadarı da en azından Hasic'in sadece hayaletlerle dolu olmadığının ka­nıtıydı.

Yine de bir şeylerin yanlış gittiğinin farkında olarak, ihti­yatlı bir şekilde yaklaşıyorlardı. Vereesa ve şövalyelerin birer elleri kılıçlarının kabzasındaydı. Rhonin de büyülerini hızlı hızlı aklından geçiriyordu. Kimse ne olmasını beklediğini bil­miyordu ama hepsi ne olacaksa bir an önce olacağını hisse­diyordu.

Şehrin kapılarına yaklaşmışlardı ki Rhonin gökyüzüne yükselen üç belirsiz şekli fark etti.

Büyücünün atı ürküp huysuzlandı. Vereesa, Rhonin'in ha­lcim olamadığı dizginleri yakalayıp hayvanı kontrol altına al­dı. Şövalyelerin bazıları kılıçlarına davrandılar ama Duncan hemen silahlarını kınlarına geri sokmalarını işaret etti.

Birkaç saniye sonra devasa griffonlardan oluşan bir üçlü, grubun karşısında alçaldı. İkisi en yüce ağaçların tepesine kon­muş, üçüncüsüyse tam onların yolunun üstüne iniş yapmıştı.

"Hasic'e doğru at sürenler kimdir?" diye sordu üçüncü griffonun  binicisi.  Bronz  tenli,   sakallı  savaşçı,   büyücünün


omzuna kadar bile gelemezse de Rhonin'i atıyla birlikte ha­vaya kaldırabilirmiş gibi duruyordu.

Duncan hemen öne çıktı. "Sizi saygıyla selamlarım, griffon binicisi! Ben Gümüş El Şövalyelerinden Lord Duncan Senturus'um ve bu grubu limana götürüyorum!  Eğer izniniz

olursa Hasic'in başına bir talihsizlik gelip gelmediğini sormak isterim."

Cüce kaba bir kahkaha attı. Onun, toprağa daha bağlı olan kuzenlerinin gürbüz görüntüsüyle hiç ilgisi yoktu. Daha çok bir .ejderha tarafından yakalanıp ezilerek kısaltılmış barbar bir savaşçıya benziyordu. Bu cücenin omuzları en güçlü şövalyeninkilerden daha genişti. Kaslarıysa kendine özgü bir şekilde dalgalanıyormuş gibiydi. Tıknaz ve katı yüzünün ardında valisi bir yeleyi andıran saçları uçuşuyordu.

"Eğer bi çift ejderhaya 'talihsizlik' denebilirse, evet, Ha­sic'in başına gelen buydu! Üç gün önce geldiler, bulabildik­leri her şeyi paramparça edip ateşe verdiler! Benim filom bu­raya tam bu sabah varmasaydı değerli limanınızdan geriye kalan sağlam hiçbir şey bulamazdınız, insan! Onları havada yakaladığımızda daha yeni başlamışlardı! Şan ve şeref dolu bi savaştı ama bugün Glodin'i kaybettik!" Cüceler yumruklarını kalplerinin üstüne vurdular. "Ruhu sonsuza dek gururla savaşsın!"

"Bir ejderha gördük," diye müdahale etti Rhonin, üçlü­nün büyücünün daha önceden bahsini duyduğu kahramanlık ağıtlarından birini söylemelerinden korkarak. "Bu saatlerdey­di. Üzerinde bir ork terbiyecisi vardı. Sizden üç tanesi gelip onunla savaştı..."

Diğer savaşın bahsi açılınca, büyücü ağzını açtığından beri ona kaşlarım çatarak bakan binicilerin liderinin gözleri bir| den parladı ve yüzüne tekrar geniş bir gülümseme yayıl "Evet, onlar da bizlerdik, insan! Korkak sürüngeni takip edip havada yakaladık! O da çetin ve tehlikeli bi savaştı! Şu yuka


rıdaki Molok..." Rhonin'in sağındaki ağacın tepesindeki ken­disinden daha toplu ve hafif kel cüceyi işaret etti. "... çok iyi bir balta kaybetti ama en azından çekici hâlâ duruyor, öyle de­ğil mi Molok?"

"Çekicimi kaybetmektense sakalımı kökünden kazırım, Falstad!"

"Evet öyle, bayanları en çok etkileyen şey çekiçtir, değil mi?" diye karşılık verdi Falstad, kıkırdayarak. Cüce, Vereesa'yı ilk defa fark etmiş gibi görünüyordu. Kahverengi gözleri parıldadı. "Bakın burada da zarif bi elf leydi varmış!" Hâlâ griffonun üstünde olduğundan selam verirken güçlükle eğilebil-di. "Falstad Ejderhabiçen hizmetinizdedir, elf leydim!"

Rhonin geç de olsa Quel'Thalas elflerinin Aerie'li vahşi cü­celerin güvendiği tek halk olduğunu hatırladı. Tabii bu Falstad'ın Vereesa'ya olan ilgisinin tek nedeni gibi durmuyordu. Senturus gibi griffon binicisi de elfi çok çekici bulmuştu.

"Selamlarımı sunarım, Falstad," diye törensel bir ağırbaş­lılıkla karşılık verdi gümüş saçlı korucu. "Ve ustaca dövüşe­rek kazanılmış zaferinizi kutlarım. İki ejderha, hiçbir filonun hafife alamayacağı bir şeydir."

"Benimki için sadece bi günlük iş, sadece bi günlük iş!" elinden geldiği kadar elfe doğru eğildi. "Ama şimdiye kadar sizin halkınızdan biri bu bölgeyi hiç şereflendirmemiş ti, özel­likle de sizin gibi zarif bi leydi! Bu zavallı savaşçı size nasıl yardım edebilir?"

Rhonin ensesindeki tüylerin diken diken olduğunu hissetti. Cücenin sözleri değilse bile ses tonu basit bir yardımdan daha fazlasını öneriyordu. Böyle şeyler büyücüyü rahatsız et­memeliydi ama nedense şu anda ediyordu.

Her halde Duncan Senturus da aynı şeyi hissetmiş olma­lıydı  çünkü herkesten önce  davranıp  soruya cevap verdi: . "Vardım önerinizi takdirle karşılıyoruz ama buna gerek du­yacağımızı sanmam. Yapmamız gereken bu büyücüyü, ken-


dişini bu kıyılardan uzağa taşımak için bekleyen gemiye ulaş­tırmaktan ibaret."

Paladinin verdiği karşılıktan sanki Rhonin, Lordaeron'dan sürgün ediliyormuş gibi bir sonuç çıkıyordu. Sinirini içine atan büyücü dişlerini sıkıp ekledi: "İttifak adına bir gözlem görevindeyim."

Falstad etkilenmemiş görünüyordu. "Hasic'e girmeni ve gemini aramam engellemek için elimizde bi sebep yok, in­san ama ejderhaların saldırından sonra geriye pek fazla şey kalmadığını göreceksin. Senin gemi de büyük olasılıkla suyun üstünde enkaz halinde yüzüyor dur!"

Bu düşünce Rhonin'in aklından da geçmişti zaten ama onu cüceden duymak, umutlarının darmadağın olmasına ne­den olmuştu. Yine de görevinin daha bu kadar başındayken yenilgiyi kabul edemezdi. "Bunu öğrenmeliyim."

"O zaman yolunuzdan çekileceğiz." Falstad bineğini öne doğru sürdü. Vereesa'ya son kez uzun bir bakış atıp sırıttı. "Benim için gerçekten zevkti, elf leydim!"

Korucu başını sallarken cüce ve bineği gökyüzüne doğru yükseldi. Devasa kanatların yarattığı rüzgâr gruptaki herkesin gözlerine tozların dolmasına neden oldu. Griffonun havala­nırken aniden yaklaşması en cesur atları bile geriletti. Diğer biniciler de Falstad'a katıldı ve üç griffon hızla göklere doğ­ru uzaklaştılar. Rhonin şimdiden küçülmüş olan şekillerin bir: sıra halinde Hasic'e yönelmelerini ve inanılmaz bir hızla uçup gitmelerini seyretti.

Duncan ağzına dolan tozları tükürdü. Yüzündeki ifadeden, cüceler hakkındaki düşüncelerinin büyücüler hakkındaki düşüncelerinden daha iyi şeyler olmadığı anlaşılıyordu. "Hadi yolumuza devam edelim. Belki şansımız yaver gider."

Başka bir şey Söylemeden limana doğru yol aldılar. Hasic'in Falstad'ın onlara söylediğinden de fazla zarara uğramış olduğunu anlamaları uzun sürmedi. Rastladıkları ilk binalar


az çok sağlamdı ama her geçen an görünürdeki hasar daha da artıyordu. Dış taraftaki tarlalar kavrulmuş, toprak sahiplerinin evlerinden geriye sadece tahta parçaları kalmıştı. Taş temelli güçlü yapılar yıkımdan daha az hasar görmüştü ama zaman zaman tamamen yıkılmış olanlarını da görüyorlardı. Sanki ej­derhalardan biri o binaları ateşe vermek için özel bir çaba sarf etmişti.

Yanık kokusu özellikle büyücünün aşırı duyarlı duyuları­nı etkilemişti. Dev canavarların yakıp kömüre çevirdiği şeyle­rin hepsi tahtadan yapılmamıştı. Hasic halkının ne kadarı bu gözü dönmüş baskında telef olmuştu acaba? Rhonin bir yan­dan, savaşı kazanma şansları sıfıra inmiş orkların çaresizliği­ni arılayabiliyordu ama öte yandan... böylesine ölümlerin bir bedeli olmalıydı.

Garip bir şekilde, asıl limana yakın birçok bölge hiç hasar görmemiş gibi görünüyordu. Rhonin bu bölgelerin en kötü durumdakiler olmasını beklemişti ama gördükleri asık surat­lı işçiler dışında buradaki her şey sanki Hasic hiç saldırıya uğ­ramamış gibiydi.

"Belki de gemi her şeye rağmen sağlam kalmıştır," diye Vereesa'ya mırıldandı büyücü.

"Sanmıyorum. Bu tam tersini gösteriyor."

Bakışlarını korucunun gösterdiği tarafa, limanın iç kısmı­na çevirdi. Gözlerini kısıp gördüğü şeyi tanımlamaya çalıştı.

"Bu bir geminin direği," diye bilgi verdi Duncan, sert bir leşle. "Geri kalanı şüphesiz yiğit mürettebatla birlikte suyun dibinde yatıyor."

Rhonin kendini dilinin ucuna varan bir laneti savurmak­tan son anda engelledi. Şimdi limana göz gezdirince deniz yüzeyinin parça parça olmuş tahtalar ve başka malzemelerle dolmuş olduğunu görebiliyordu. Burada bir düzineden fazla gemi enkazının yüzdüğünü tahmin etti. Limanın çevresinin niye sağlam kaldığını şimdi bir parça anlamıştı: Orklar İttifak


gemilerinin kaçmasını engellemek için bineklerini önce onla­ra saldırtmış olmalıydı. Bu, neden Hasic'in dış bölgelerinin iç bölgelerine göre daha çok hasar , gördüğünü açıklamıyordu ama belki de bu hasarın çoğu griffon binicileri geldikten son­ra oluşmuştu. Bir yerleşimin kanlı bir savaşın ortasında kalıp zarar görmesi ilk defa olan bir şey değildi. Yine de cüceler o arada gelmeseydi yıkım çok daha korkunç olacaktı. Orklar ej­derhalarını, limanı dümdüz etmek ve gördükleri herkesi kat­letmek için kullanacaklardı.

Nasılsa tahminler yürütmek eldeki sorunu çözmeye yar­dım etmeyecekti. Bu sorun da artık Khaz Modan'a varmak için kullanacağı bir gemisi olmamasıydı.

"Görevin sona erdi, büyücü," dedi yüksek sesle Lord Senturus. Rhonin bu sözler için hiçbir iyi niyetli gerekçe göre­medi. "Başarısız oldun."

"Yine de bir tekne bulabilirim. Kiralayacak kadar param var..."

"Peki kim buradan Khaz Modan'a senin vereceğin gümüş paralar için yola çıkacak? Bu zavallı garibanlar yeterince be­layla uğraştı. Onlardan -bazılarının bu yıkımı yapan orkların elinde tuttuğu topraklara gönüllü olarak gitmesini mi bekli­yorsun?"

"Tek yapabileceğim bunun olup olmayacağını öğrenmek. Ayırdığınız zaman için teşekkür ederim, efendim ve size en iyi dileklerimi sunarım." Elfe dönen Rhonin ekledi: "Ve sa­na da koru... Vereesa. Unvanına saygınlık katıyorsun."

Vereesa şaşırmış görünüyordu: "Senden henüz ayrılmıyo­rum."

"Ama görevin..."

"Sona ermiş değil. Seni burada gidecek hiçbir yerin olma­dan bırakmam doğru olmaz. Hâlâ Khaz Modan'a gitmenin bir yolunu arıyorsan sana yardım için elimden geleni yapma­lıyım... Rhonin."


Duncan birden eğerinde dikleşti. "Ve tabii biz de durum böyleyken çekip gidemeyiz! Şerefimiz üzerine yemin ederim ki bu görevin hâlâ sürdürülmeye değer olduğuna inanıyorsa­nız ben ve kardeşlerim sizi gideceğiniz yere göndermek için  elimizden ne geliyorsa yapacağız!"

Vereesa’nın şimdilik yanında kalma kararı Rhonin'in hoşu­na gitmişti ama Gümüş El Şövalyeleri olmadan da işini halle­debilirdi. "Teşekkür ederim, lordum; ama burada yardıma ih­tiyacı olan birçok kişi var. Tarikatınız Hasic'in iyi insanlarına kendilerini toparlamaları için yardım etse daha iyi olmaz mı?"

Bir an için Rhonin, yaşlı savaşçıdan kurtulduğunu düşün­dü ama gözle görünür şekilde düşünüp taşındıktan sonra Duncan yüksek sesle fikrini açıkladı: "Sözlerinde ilk kez er­dem var, büyücü; ama sanırım hem senin görevinin, hem de Hasic'in varlığımızdan faydalanmasını sağlayabiliriz. Adamla­rım halkın kendini toplamasına yardımcı olacak ve ben de sa­na bir gemi bulup bulamayacağımızla bizzat ilgileneceğim! Bu, sorunu gerektiği gibi çözmüş olmalı, öyle değil mi?"

Rhonin yenilgiyi kabul edip başıyla onayladı. Yanındaki Vereesa daha kibar, bir karşılık verdi: "Yardımınız kuşkusuz çok değerli, Duncan. Teşekkürler."

Kıdemli paladin diğer şövalyeleri işlerinin başına gönder­di; sonra o, Rhonin ve korucu nasıl araştırma yapacakları hakkında kısaca görüştüler. Az sonra, farklı yönlere gitmenin daha çok yeri araştırmak demek olacağında fikir birliğine var­dılar, akşam yemeğinde geri dönüp olasılıkları gözden geçir­mek üzere anlaştılar. Lord Senturus'un aralarından herhangi , birinin bir şey elde edeceğinden kuşku duyduğu ortadaydı; ama Lordaeron'a ve İttifak'a karşı sorumluluğu (ve büyük olasılıkla Vereesa'ya sırılsıklam aşık olması) nedeniyle işin kendi üstüne düşen kısmını yerine getirecekti.

Rhonin limanın kuzey bölümünü, bir sandaldan daha bü­yük herhangi bir tekne arayarak baştan başa dolaştı ama ej-


derhalar işlerini eksiksiz yapmışlardı. Güneş batmak üzereydi ve o henüz diğerlerine iletecek bir şey bulamamıştı. Düşün­dükçe kendisini neyin daha çok rahatsız ettiği konusunda ka­rarsız kalmıştı... Bir taşıt bulamamasının mı, yoksa pek yüce şövalye efendinin Rhonin'in içinde bulunduğu çıkmaz için bir çözüm bulması ihtimalinin mi?

Bir büyücünün bu kadar uzun mesafeleri aşabilmesi için bazı yöntemler vardı ama bunlar şimdiye kadar sadece, hem efsanevi, hem de lanetlenmiş olan Medivh gibilerinin güve­nerek kullanmış olduğu şeylerdi. Rhonin büyüyü başarıyla yapmış olsa bile bu, sadece bölgedeki bir ork sihirbazı tara­fından fark edilme tehlikesini taşımıyordu. Karanlık Geçit'in bulunduğu bölgede oluşan etki sonucu, varacağı yerin konu­munda beklenmedik değişiklikler olması ihtimali de vardı. Rhonin kendini faaliyete geçmiş durumdaki bir yanardağın üstünde bulmak istemezdi. Ama bu yolculuğu yapmak için başka nasıl bir yöntem kullanabilirdi ki?

Bir cevap bulmaya uğraşırken çevresinde, Hasic'i yeniden oluşturmaya çalışanlar mücadelelerine devam ediyordu. Ka­dınlar ve çocuklar limanda yüzer durumda buldukları bütün enkaz parçalarım toplamış, işe yarar durumdakileri ayıklayıp geri kalanları daha sonra atmak üzere bir kenara yığıyorlar­dı. Şehir muhafızlarından seçilmiş özel bir birim kıyı şeri­dinde dolaşıyor ve gemileriyle birlikte denizin dibini boyla-yan denizcilerin suyla dolup şişmiş cesetlerini arıyorlardı. Halktan insanların bazıları aralarında gezen siyahlara bürün­müş, kuvvetli büyücüye gözlerini dikerek bakıyordu. Anne babaların bir kısmı o geçerken çocuklarını kenara çekiyordu. Rhonin ara sıra suçlama izleri taşıyan yüzler görüyordu. San­ki her nasıl yaptıysa bu korkunç saldırıya kendisi neden ol­muştu. Böyle acı dolu bir zamanda bile sıradan halk, büyü­cülere karşı duyduğu önyargılarını ve korkularını unutmu­yordu.


Bir çift griffon başının üstünden uçarak geçti. Cüceler ye­ni bir saldırı ihtimaline karşı nöbetteydi. Rhonin bölgede ya­kın zamanda başka bir ejderha saldırısı olacağını zannetmi­yordu. Sonuncusu orklara fazlasıyla pahalıya patlamıştı. Falstad ve arkadaşları aşağı inip geride kalanlara yardım etseler li­man şehrine daha çok yararlan olurdu ama itimatsız büyücü, Lordaeron'un en cana yakın müttefikleri sayılmayacak olan cücelerin uzakta ve yukarda kalmayı tercih edeceklerini düşü­nüyordu. İyi bir nedenleri olsa kuşkusuz Hasic'i bile tama­men terk edip giderlerdi, burada, kalıp...

Başka bir neden...

"Elbette..." diye mırıldandı Rhonin. Güney batıya doğru alçalan iki yaratığı ve binicilerini seyretti. Cücelerden başka kim onun önerisini çekici bulabilirdi ki? Başka kim o kadar deliydi?

Kendini düşürebileceği komik duruma aldırmayan Rhonin gittikçe uzaklaşan griffonların peşinden koştu.

Vereesa limanın en güney ucundan iğrenerek ayrıldı. Hiç­bir şey elde edememişti ve üstüne üstlük Hasic şimdiye ka­dar uğradığı bütün insan yerleşimleri içinde en kötü kokanıy­dı. Bunun sebebi felaket ya da balık kokusu değildi. Hasic sa­dece pis kokuyordu, o kadar. Çoğu insanın koku alma duyu­su pek çalışmazdı, buradakilerinse kesinlikle hiç yoktu.

Korucu bu yerden bir an önce kurtulmalıydı. Daha ciddi bir göreve atanabileceği yere, kendi ırkının yanma dönmek is­tiyordu; ama Vereesa, Rhonin için yapabileceği her şeyi yap­tığı konusunda kendini ikna etmedikçe buradan gönül rahat­lığıyla ayrılamazdı. Yine de ortada büyücünün yolculuğuna devam edebilmesi için kullanabileceği hiçbir yöntem yoktu. Korucu artık bu görevin sadece gözlem için olmadığına emin­di. Rhonin böyle basit bir görev için olamayacak kadar fazla kararlılık göstermişti. Hayır, aklında başka bir şey olmalıydı.


Vereesa keşke onun ne olduğu bilebilseydi...

Akşam yemeği saati çabucak gelmişti. Hiçbir umudu kal­mayan korucu gideceği yere en kestirmeden varmasını sağlayacak sokakları ve ara yolları kullanarak, bazen tıkanmasına neden olan kokulara aldırmadan iç mahallelere doğru ilerle­di. Hasic'in komşularına, özellikle de büyük Hillsbrad ve Southshore diyarlarına giden kara yolları da vardı, ikisine de ulaşmak bir haftadan fazla sürecek olsa da belki de ellerinde­ki tek seçenek buydu.

"Vay... benim güzel elf leydim!"

Vereesa önce kendisiyle konuşanın etrafındaki halktan bi­ri olduğunu sanıp yanlış yöne baktı; ama sonra böyle hitap­ları son olarak kimin kullandığını hatırladı. Sağma dönen korucu bakışlarını daha aşağı çevirdi... ve kısa boylu ihtişa­mıyla Falstad'ı gördü. Vahşi cücenin gözleri ışıl ısıldı ve açık ağzında geniş, ukala bir sırıtma ifadesi vardı. Bir omzuna bir çuval yüklemiş, diğerineyse büyük çekicini asmıştı. Bu yük­lerin herhangi birinin ağırlığı bir elfi ya da insanı güçten dü­şürüp yere yığılmasına neden olurdu; ama Falstad ikisini de kendi ırkına özgü bir rahatlıkla taşıyordu.

"Üstad Falstad, selamlarımı sunarım."

"Lütfen! Dostlarım için ben sadece Falstad'ım! Kendi ola­ğanüstü kaderim dışında hiçbir şeyin efendisi değilim!"

"Ben de dostlarım için sadece Vereesa'yım." Cüce fazlaca kendini beğenmiş görünse de davranışlarındaki bir şey ondan hoşlanmamayı zorlaştırıyordu; tabii bu hoşlanma Falstad’ın sandığı kadar fazla değildi. Elfe olan ilgisini gizlemek için hiçbir şey yapmıyordu, hatta bakışları ara sıra korucunun yü­zünden aşağılara kayıveriyordu. Vereesa bu duruma hemen müdahale etmesi gerektiğine karar verdi. "Ve onlar sadece bana saygı gösterdikleri sürece dostum olarak kalabilirler. Böylece ben de onlara aynı şekilde karşılık veririm."

Kara göz küreleri tekrar elfinkilerle buluştu; ama bunun


dışında Falstad’ın tavırları gayet masumaneydi. "Büyücüyü yolculuğa çıkarma çabalarınız nasıl gidiyor, elf leydim? Pek iyi değil sanırım, hatta hiç iyi değil!"

"Hayır, pek iyi sayılmaz. Anlaşılan hasar görmemiş gemilerin hepsi daha güvenli bir noktaya varmak üzere ellerinden geldiğince çabuk denize açılmış..."

"Çok yazık, çok yazık! Bunu bi testi dolusu sert içki içer­ken tartışmalıyız! Ne dersin?"

Vereesa cücenin içten ısrarına hafifçe gülmemek için ken­dini zor tuttu. "Belki başka zaman. Hâlâ tamamlamam gere­ken bir vazifem var ve senin de..." Korucu çuvalı işaret etti. "... kendi vazifen varmış gibi görünüyor."

"Bu küçük keseyi mi diyorsun?" Ağır çuvalı rahat bir ha­reketle döndürdü. "Sadece biraz erzak. Bu insan yerleşimin­den ayrılmadan bize yetecek kadar bi şey. Tek yapmam ge­reken bunları Molok'a vermek, ondan sonra sen ve ben ra­hatça..."

Korucunun dudaklarında oluşmak üzere olan kibar ama daha net bir ret cevabı, bir griffonun uzaklardan gelen öfke­li ötüşüyle yok olup gitti. O da Falstad da dikkat kesilirken griffonun sesini tartışma sesleri takip etti. Cüce hiçbir şey söylemeden arkasına döndü. Çuvalı yere atmış ve firtınaçekicini eline almıştı. Onun heybetinde ve iriliğinde biri için o kadar inanılmaz bir hızla harekete geçmişti ki Vereesa hemen peşinden gitmiş olsa da Falstad sokağın yarısını aşıp gözden kaybolmuştu bile.

Vereesa kendi silahını kınından çekip temposunu artırdı. Sesler daha gür ve keskin çıkmaya başlamıştı; elim içinde ra­hatsız edici bir his bu seslerden birinin Rhonin'e ait olduğu­nu söylüyordu.

Sokak az sonra, yıkımın meydana getirdiği boş alanlardan-birinde son buldu. Bu alanda liderlerini bekleyen birkaç griffon binicisi ve anlaşılmaz bir nedenle onların yanma gidip


konuşma gereği duymuş olan büyücü vardı. Büyücülerin de­li olduğu söylenirdi genelde; ama eğer Rhonin vahşi cüceler­le tartışmanın güvenli bir iş olduğunu düşünmüşse onların en delilerinden biri olmalıydı.

Gerçekten de cücelerden biri onu cüppesinin kopçasından kavrayıp yerden otuz santim kadar yükseğe kaldırmıştı.

"Sana bizden uzak dur dedim, pis yaratık! Kulakların işit­miyorsa onları zevkle koparırım!"

"Molok!" diye bağırdı Falstad. "Bu büyücü ne yaptı da se­ni bu kadar sinirlendirdi?"

Hâlâ Rlıonin'i havada tutmaya devam eden diğer cüce li­derine döndü. Burnunu baştan başa geçen bir yara ve daha az komik denebilecek yüz hatları dışında Falstad’ın ikizi gi­biydi. "Bu herif Tupan ve diğerlerini önce ana kamp yerin kadar takip etmiş, ardından Tupan onu defedip uçtuktan sonra, buluşmak için anlaştığımız bu yere kadar peşinden gelmiş! Ona üç kez toz olmasını söyledim; ama bu insanın mantıklı olanı görmeye niyeti yok! Ben de daha yüksekten görmesi kolay olur diye düşündüm!"

"Büyücüler..." diye mırıldandı filonun lideri. "Neler çektiğini çok iyi anlıyorum, elf leydim!"

"Söyle arkadaşına onu yere bıraksın, yoksa iyi bir elf kılı­cının onun çekicinden üstün olduğunu göstermek zorunda kalırım."

Falstad gözlerini kırpıştırarak elfe döndü. Korucuya, onu ilk defa görüyormuş gibi bakıyordu. Bakışları bir an parlak ve keskin çeliğe, sonra da korucunun kararlı, kısık gözlerine döndü.

"Bunu yaparsın, değil mi? Bu yaratığı, daha insanlar var olmamışken halkınızla dost olanlara karşı savunursun!"

"Beni savunmasına gerek yok," dedi Rhonin. Havada sal­lanmakta olan büyücü içinde bulunduğu bu zor durumdan korkmuştan çok cam sıkılmış  görünüyordu. Belki de Mo


lok un bir hamlede onun belini kırabileceğinin farkında de­ğildi. "Şu ana kadar sinirlerime hakim oldum; ama..."

Bu noktadan sonra Rhonin'in söylediği her şey bir kavganın başlamasına yarayacaktı. Vereesa hızlı davrandı. Eliyle işa­ret edip büyücüyü susturan korucu aynı anda Falstad'la Molok'un arasına geçmişti. "Tam bir rezalet! Güruh daha tam anlamıyla yok edilmedi bile; ama şimdiden birbirimizin gırt­lağına sarılmaya kalkıyoruz. Müttefikler birbirine böyle mi davranır? Söyle savaşçılarına onu bıraksınlar, Falstad, sonra da bu sorunu öfkeyle değil de sağduyuyla çözebilir miyiz, bir bakalım."

"O sadece bi büyücü..." diye mırıldandı griffon binicile­rinin lideri; ama buna rağmen başını sallayıp Molok'a Rhonin'i bırakması için işaret etti.

Diğer cüce gönülsüzce onun istediğini yaptı. Rhonin cüp­pesine çeki düzen verdi ve saçlarını geriye atıp düzeltti. Yü­zünde her an savunmaya geçmeye hazır bir ifade vardı. Ve­reesa onun sükunetini koruması için dua etti.

"Ne oldu burada?" diye büyücüye sordu elf.

"Onlara sadece basit bir teklifte bulundum, hepsi bu. Bu şekilde tepki vermiş olmaları onların barbar..."

"Bizden onunla Khaz Modan'a uçmamızı istedi!" diye çı­kıştı Molok.

"Griffon binicileriyle mi?" Vereesa, Rhonin'in korkusuz­luğuna ve pervasızlığına hayran kalmadan edemedi. Denfzi bu canavarlardan birinin sırtında geçmek... hem de onu kul­lanan kişi olarak değil, dizginleri tutan cücenin arkasındaki yolcu olarak... Büyücü, Molok ve diğerlerini bunu yapmak için ikna etmeye çalıştığına göre görevi gerçekten de belli et­tiğinden daha önemli olmalıydı. Cücelerin onun deli olduğu­nu düşünmeleri pek de şaşırtıcı değildi doğrusu.

"Onların yeterince yetenekli ve gözü pek olduklarını dü­şünmüştüm... Ama gördüğüm kadarıyla yanılmışım."


Falstad bu sözlere içerlemişti. "Eğer korkak olduğumuzu, ima etmeye çalışıyorsan, insan, Molok'un yapmasını engelle­diğim şeyi sana ben yaparım! Aerie Dorukları'nın cücelerinden daha yiğit kişiler, daha kuvvetli savaşçılar yoktur! Senin­le germiyorsak bu Grim Batol'un orklarından ya da ejderhalarından korktuğumuzdan değil, senin soyundan birine do­kunmanın verdiği rahatsızlığı yaşamak istemememizdendir!"

Vereesa büyücünün sinirlenmesini bekliyordu; ama Rhonin sadece dudak bükmekle yetindi. Falstad’ın böyle bir kar­şılık vermesini bekliyor gibiydi. Kendisinin büyücüyle ilgili geçmişteki düşüncelerini ve yorumlarını aklına getiren koru­cu, Rhonin'in ömrü boyunca böyle peşin hükümlerle yaşadı­ğını tahmin etti.

"Lordaeron adına görevdeyim," diye karşılık verdi büyü­cü. "Önemli olması gereken tek şey bu... ama anladığım ka­darıyla bunun bir önemi yok." Cücelere arkasını dönüp uzak­laşmaya başladı.

Hâlâ kılıcını sıkı sıkı tutan Vereesa, Rhonin'in sözde göz­lem göreviyle ilgili kuşkularıyla deliye dönmüş halde hızlı ve çılgınca bir karar aldı. "Bekle, büyücü!" Elfin ani seslenişiyle biraz şaşırmış olduğu belli olan büyücü durakladı. Korucuysa onunla konuşmak yerine tekrar griffon binicilerinin lide­rine döndü. "Falstad, bizi Grim Batol'un mümkün olduğun­ca yakma ulaştırmanız için hiçbir umut yok mu? Eğer yoksa, Rhonin ve ben tam anlamıyla yenilgiye uğramış olacağız."

Cücenin yüzüne sıkıntılı bir ifade yayıldı. "Büyücünün tek başına yolculuk yapacağını sanıyordum."

Vereesa cüceye ukala bir bakış attı ve kendisini dikkatle seyreden  Rhonin'in,   sözlerini  yanlış   anlamamasını  umdu. I "İyi ama güçlü bir ork baltasıyla karşı karşıya kaldığında ne, gibi bir şansı olabilir ki? Bir iki tanesini büyüleriyle hailede-,i bilir; ama orklar yakınma gelirse kılıç tutan sağlam bir kola ihtiyaç duyacaktır."


Falstad elim, kılıcını savurmasını seyretti. Cücenin yüzün­deki sıkıntılı ifade dağılmıştı şimdi. "Evet öyle. Ve bu da kı­lıç tutsa da tutmasa da sağlam bi kol!" Cüce önce Rhonin'e sonra da adamlarına baktı. Upuzun sakallarını çekiştirip bakışlarını Vereesa'ya çevirdi. "Onun için pek bi şey yapmaz­dım; ama senin için... ve tabii Lordaeron İttifakı için... bunu yapmaya fazlasıyla razıyım. Molok!"

"Falstad! Ciddi olamazsın..."

Cücelerin lideri arkadaşının yanma gitti ve kolunu şaşkın­lıktan dehşete düşmüş Molok'un omzuna dostça attı. "Bu sa­vaşımıza yarar sağlayacak, kardeşim! Bu yiğitlikle ne kadar övüneceğini düşün! Belki de yolumuzun üstünde, tarihçemi­ze eklemek için bi iki tane ejderha bile katlederiz, ne dersin?"

Çok az sakinleşmiş olmakla birlikte Molok sonunda başıyla onayladı. "Ve tahminimce bayanı sen arkanda taşıyacaksın..."

"Elfler bizim en eski müttefiklerimiz olduğuna ve ben de filonun lideri olduğuma göre, elbette! Rütbem bunu gerekti­rir, değil mi, kardeşim?"

Molok bu sefer sadece başıyla onayladı. Yüzündeki ters bakış tam tersini söylüyordu aslında.

"Harika!" diye kükredi Falstad. Tekrar Vereesa'ya döndü. "Aerie Doruklarının cüceleri bi kez daha imdada yetişiyor! Buna içilir, bi iki testi biraya ne dersiniz?"

Diğer cüceler, hatta Molok bile bu öneriyi keyifle karşıla­dı. Korucunun gördüğü kadarıyla Rhonin bu noktada kendi­sinin muaf tutulmasını tercih ederdi; ama büyücü sesini çı­karmamaya karar vermişti. Vereesa büyücüye onu Khaz Modan'a, hatta belki de Grim Batol'un yakınma götürecek taşıtı sağlamıştı. Bu da buna dahil olan herkese minnettarlığım göstermesini gerektirirdi. Doğrusu Falstad ve diğerleri de Rhonin'den kurtulmuş olmaktan memnun olurlardı; ama Ve­reesa yanında griffon binicileri dışında konuşabileceği birinin olacak olmasına için için şükrediyordu.


"Size katılmaktan mutluluk duyarız," diye karşılık verdi I sonunda korucu. "Öyle değil mi, Rhonin?"

"Fazlasıyla." Sesi en fazla, dişlediği elmada kurt olduğunu keşfeden birininki kadar coşkulu çıkmıştı.

"Mükemmel!" Falstad’ın bakışları bir an bile büyücüye j dönmemişti. Vereesa'yla konuşmaya devam etti cüce: "Deniz Boğası hâlâ sağlam ve geçmişte yaptığımız iyi işlerden dolayı bize minnettardır! Oradakiler bize birkaç fıçı bira ikrama ederler her halde! Gelin!"

Cüce, Vereesa'ya şahsen refakat etmek konusunda ısrar edebilirdi; ama korucu ustaca bir hareketle onun yanından uzaklaştı. Falstad büyük olasılıkla şu anda bira için, bir elf için olduğundan daha istekliydi ki korucunun saygısız hareketini fark etmemişti. Adamlarına eliyle işaret ederek onları en sevdikleri hana doğru yönlendirdi.

Rhonin, Vereesa’nın yanma geldi; ama korucu, cücelerin peşinden gitmek için hamle yaptığında büyücü onu kenara  çekti. Yüzünde karanlık bir ifade vardı.

"Ne yaptığını sanıyordun?" diye fısıldadı ateş rengi saçlı büyücü. "Khaz Modan'a sadece ben gidiyorum!"

"Eğer seninle geleceğimi söylemeseydim oraya ulaşma  şansın hiç yoktu. Cücelerin daha önce nasıl tepki verdiğini  gördün."

"Kendini neyin içine soktuğunu bilmiyorsun, Vereesa!"

Korucu yüzünü onunkine iyice yaklaştırdı meydan okurcasına. "Neymiş o? Ortada sadece Grim Batol'u gözlemekten  daha fazlası söz konusu. Bir şeyler tasarlıyorsun, değil mi?"

Rhonin neredeyse ona cevap vermeye hazır görünüyordu;  ama o anda başka biri çıkageldi. îkisi de döndüler ve onlara doğru gelen Duncan Senturus'a baktılar.

Elf öylece kalakaldı. Falstad'ı kendisini ve Rhonin'i karşı i kıyıya geçirmesi konusunda ikna etmeye çalışırken paladini  hiç düşünmemişti. Şövalyeyi zaten yeterince tanıyan Vereesa


paladinin de onlarla birlikte gelme konusunda ısrar edeceğin­den korkuyordu.

Öfkesi hâlâ korucuya yönelik olan büyücü , bunu henüz düşünmemiş gibiydi. "Bu konuyu baş başa kalabildiğimiz bir zaman konuşuruz, Vereesa; ama şunu aklından çıkarma... Khaz Modan'a ulaştığımızda ben, sadece ben yola devam edeceğim! Sen sevgili dostumuz Falstad'la birlikte geri döne­ceksin... Ve biraz daha ileri gitmeyi düşünürsen..."

Gözlerinde kelimenin tam anlamıyla alevler belirdi. Kor­kusuz elf bile şaşkınlık içinde geri çekilmekten kendini ala­madı.

"... seni buraya kendi ellerimle geri gönderirim!"


SEKİZ                         

Q

rim Batol'a yaklaşıyorlardı. Nekros bugünün geleceğini biliyordu. Kıyametçekici'nin ve Güruh'un ana gücünün felaketle sonuçlanan yenilgisinden beri, galip insanların ve onların müttefiklerinin ork diyarı Khaz Modan'dan geriye kalanlara doğru ilerleyecekleri zamanı bekleyerek gün sayıyordu. Evet, Lordaeron îttifakı her adımında kıran kırana savaşmak zorunda kalmıştı; ama işte sonunda başarmışlardı. Nekros sınırda toplanmaya başlayan orduları bile hayalinde canlandırabiliyordu.

Bununla birlikte ordular saldırıya geçmeden önce orkları  daha da yıpratmayı umuyorlardı. Eğer Kryll'in sözlerine güvenebilirse, ki şu anda ona yalan söylemesi için hiçbir sebep yoktu, ortada Ejderhakraliçesi'ni serbest bırakmak ya da yoka etmek için hazırlanmış gizli bir plan vardı. Tam olarak kaça kişi gönderildiğini söyleyememişti goblin; ama Nekros bu kadar önemli bir operasyonun, kuzey batıya doğru artan askeri faaliyet haberleri de hesaba katılırsa, en azından bir alay seçme şövalye ve korucuya kapsayacağını hayal edebiliyordu. Tabii ki büyücüler de olacaktı... güçlü büyücüler.

Ork elindeki tılsımı kaldırdı. îblis Ruhu bile ini yeterince koruyabilmesini sağlayamazdı. Şefinden de bir yardım bekle­yemezdi şu anda. Zuluhed, müritlerinin kuzeye yapılması beklenen saldırı için hazırlanmalarım sağlıyordu. Daha küçük

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

birkaç şaman yardımcısı güney ve batı sınırlarını gözlüyordu; ama Nekros onlara, Kryll'in akli dengesine güvendiği kadar güvenirdi. Hayır, her zaman olduğu gibi yine her şey sakat orka ve onun alacağı kararlara bağlıydı.

Taş koridordan topallayarak geçip ejderha binicilerinin kaldığı yere vardı. Deneyimli savaşçılardan pek fazlası kalma­mıştı geriye; ama Nekros'un fazlasıyla güvendiği bir tanesi hâlâ ön saflarda savaşıyordu.

İri yarı savaşçıların çoğu odanın ortasındaki masanın etra­fında toplanmıştı. Bu masa onların tartıştığı, yemek yediği, içtiği ve zar attığı yerdi. Toplanmış kalabalıktan gelen gürül-ı illerden anlaşıldığı kadarıyla birileri şimdiden iyi kazanıyor­du. Biniciler Nekros'un müdahalesinden pek hoşlanmayacak­lardı; ama orkun başka seçeneği yoktu.

"Torgus! Torgus nerde?"

Savaşçılardan bazıları ona baktı. Sinirli homurtuları onu, verdiği bu rahatsızlığın önemli bir gerekçesi olması konusun­da uyarıyordu. Takma bacaklı ork dişlerini gösterip kalın kaşlarını çattı. Bacağını kaybetmiş olsa da o buraya lider seçil­mişti ve kimse, ejderha binicileri bile, ona hak ettiği saygıyı göstermemezlik edemezdi.

"Eee? Biriniz bir şey söylesin, yoksa Ejderhakraliçesi'ne yemesi için vücut parçaları vereceğim!"

 

"Burdayım, Nekros..." Grubun içinden kocaman bir vücut çıktı. Bütün diğer orklardan bir kafa uzundu. Nekros'a göz­lünü dikmiş olan ork kendi ırkı için bile çirkin sayılırdı. Uzun ve sivri dişlerinden biri kırılmıştı, bir ayınınkini andı­mı basık ve geniş yüzü iki yandan yaralarla bezenmişti. Yaş­lı '..savaşçının iki katı genişliğindeki omuzları, Nekros'un sağ­lım bacağının kalınlığındaki kaslı kollarla birleşiyordu. "Burdayım..."

 

Torgus kendisinden üst rütbeli orka doğru ilerlerken diğer biniciler onun yolundan hızla ve saygıyla çekildiler. Torgus üs-


tün bir ork askerinin, karşısındakinin tüylerini ürperten özgü­veniyle yürüyor ve bunu hakkıyla yapıyordu çünkü onun yö­netimindeki ejderhası bütün kardeşlerinden daha fazla yıkıma neden olmuş, hepsinden fazla griffon binicisi öldürmüş ve in­san ordularını hepsinden fazla bozguna uğratmıştı. Kıyametçekici'nin, Karael'in ve tabii Zuluhed gibi birçok kabile şefinin madalya ve nişanlan göğsündeki balta kayışında sallanıyordu.

"Ne istiyorsun, ihtiyar? Bir tane daha yedi atsaydım hep­sini yolmuş olacaktım! Söyleyeceğin düzgün bir şey olsa iyi olur!"

"Ne için eğitildiysen o!" diye çıkıştı Nekros. Kendini bu savaşçıya karşı bile küçük düşürtmemeye kararlıydı. "Yoksa artık sadece bahis savaşlarında mı dövüşüyorsun?"

Diğer binicilerin bazıları bir şeyler mırıldandı ama Torgus ilgilenmiş gibi görünüyordu. "Özel bir görev mi? Birkaç de­ğersiz köylüyü tutuşturmaktan daha önemli bir şey mi?"

"İçinde askerler olan bir iş... ve de bir büyücü ya da bel­ki de iki! Bu oyun kulağına daha hoş geliyor mu?"

Hayvani, kırmızı göz yuvarlakları kısıldı. "Anlatmaya devam et, ihtiyar..."

Rhonin onu Khaz Modan'a ulaştıracak taşıtı bulmuştu. Bunun düşüncesi bile büyücüyü yeterince sevindirmeliydi ama bu taşıtı kullanmanın bedeli ona çok fazla gelmiş gibi görü­nüyordu. Ondan hoşlanmadıklarını gizlemeyen ve doğrusu onun da kendilerinden pek haz etmediği cücelerle uğraşmak zorunda olmak yeterince kötüydü zaten. Bir de Vereesa’nın ' büyücüyle birlikte gelme talebi (aslında Falstad’ın onayını al­mak için gerekli olan bir bahane de olsa) Bhonin'in bütün planlarını alt üst etmişti. Öncelikli olan onun Grim Batol'a tek başına yolculuk etmesiydi... Gereksiz hiçbir yandaş olmadan, ikinci bir felaket tehlikesi yaşamadan...

Başka kimse ölmeden...


Ve sanki durum yeterince kötü değilmiş gibi, Lord Duncan Senturus'un nasıl yapıp edip ikna edilmesi imkânsız Falstad'ı, paladini de yanlarına almaları için ikna ettiğini öğrenmişti.

"Bu delilik!" diye kim bilir kaçıncı kez tekrar etti Rhonin. "Başka birine gerek yok!"

Şimdi bile, griffon binicileri onları denizin diğer tarafına taşımak için hazırlanırken bile, kimse onu dinlemiyordu. Kimse onun ne dediğini umursamıyordu. Hatta biraz daha itiraz ederse kendini Khaz Modan'a gitmeyen tek kişi olarak bu­lacağından korkmaya başlamıştı; tam bir saçmalıktı bu. Falstad'ın şu ara ona nasıl baktığı düşünülürse...

Duncan adamlarıyla buluşmuş, komutayı Roland'a verip emirlerini iletmişti. Sakallı şövalye sağ kolu olan genç adama bir madalyon ya da ona benzer bir şey verdi. Rhonin bunu pek ciddiye almadı, Gümüş El Şövalyelerinin ufak tefek her olay için bin çeşit seremonisi olmalıydı; ama yanma gelen Vereesa fazla ses çıkarmamayı tercih ederek büyücünün kula­ğına fısıldadı: "Duncan, Roland'a komuta mührünü teslim et-ı i. Eğer yaşlı paladinin basma bir şey gelirse Roland adamla­rının arasında kalıcı olarak onun mevkiine yükselecek."

Büyücü korucuya bir şey sormak için döndü ama elf on­dan uzaklaşmıştı bile. Rhonin ona fısıltıyla tehdit savurduğun­dan beri elim tavırları büyücüye karşı daha resmiydi. Rhonin onu geri göndermek zorunda kalmak istemiyordu ama göre­vi yüzünden Vereesa’nın başına bir şey gelmesini de istemezdi. Hatta Duncan Senturus'un bile başına kötü bir şey gelmesini istemezdi. Gerçi paladin'in Khaz Modan'ın içinde hayat-ı.ı kalma şansı büyük ihtimalle büyücününkinden fazlaydı.

"Uçuş zamanı!" diye bağırdı Falstad. "Güneş gökyüzünde yükseldi, ihtiyarlar bile kalkıp gündelik işlerini yapmaya baş­lamıştır! Sonunda hepimiz hazırlanabildik mi?"

"Ben hazırım," diye karşılık verdi Duncan, alışkanlık ol­muş bir ağırbaşlılıkla.


"Ben de öyle," diye karşılık verdi büyücü, hemen. Her­hangi bir gecikmeden sorumlu tutulmak istemezdi. Kendi de­diği olsaydı o ve bir griffon binicisi önceki gece yola çıkmış olacaktı; ama Falstad gün boyu yorulan hayvanların bütün gece dinlenmeleri gerektiği konusunda ısrar etmişti... ve Falstad'ın sözleri cüceler için kanundu.

"O zaman griffonlarımıza binelim!" Cüce, Vereesa'ya ne­şeyle gülümseyip binmesine yardımcı olmak için elini uzat­tı. "Elf leydim?"

Korucu gülümseyerek griffonun üstündeki yerini aldı. Rhonin ilgisiz bir ifade takınmak için çabaladı. Vereesa’nın Falstad dışında herhangi bir cüceyle yolculuk yapmasını ter­cih ederdi; ama böyle bir şeyi teklif etmekle tam bir budala durumuna düşerdi. Hem zaten korucunun kiminle yolculuk ettiğinden ona neydi?

"Çabuk ol, büyücü!" diye söylendi Molok. "Bu yolculuk bi an önce sona ersin istiyorum!"

Daha hafif şeyler giymiş olan Lord Senturus geri kalan bi­nicilerden birinin arkasına geçti. Yandaş bir savaşçı olarak gördükleri paladine sempati duymuyorlarsa bile saygı duyu­yorlardı. Kutsal tarikatın savaştaki üstün yeteneklerini ve yi­ğitliğini biliyorlardı. Bu da büyük olasılıkla Lord Senturus'un kendisini de yanlarında götürmeleri konusunda onları ikna etmesini kolaylaştırmıştı.

"Sıkı tutun!" diye Rhonin'e emretti Molok. "Yoksa yolu tamamlamadan balık yemi olursun!"

Bunu söyledikten sonra cüce, griffonu ileri sürdü... ve sonra da gökyüzüne yükseldiler. Büyücü elinden geldiği ka­dar sıkı tutundu. Kalp atışlarını boğazında hissetmenin verdi­ği doğal olmayan bir duygu, ona bunun güvenli bir yolcu­luk olacağının garantisi olmadığını anlatır gibiydi. Rhonin daha önce hiç griffona binmemişti ve hayvanın engin kanat­ları yukarı aşağı savruldukça, hayatta kalması halinde böyle


bir şeyi bir daha asla yapmamaya karar verdi. Yarı kartal, ya­rı aslan yaratığın şiddetli kanat çırpışlarıyla birlikte büyücü­nün de midesi bir yukarı bir aşağı hareket ediyordu. Herhan­gi başka bir yol olsaydı, Rhonin onu seve seve tercih ederdi.  

Bununla birlikte yaratıkların inanılmaz bir hızla yol aldığı­nı itiraf etmek zorundaydı. Dakikalar içinde grup sadece Hasic'in değil bütün sahilin görüş alanından çıkmıştı. Kesinlikle ejderhalar bile bu hızla baş edemezdi, gerçi yine de zorlu bir yarış olurdu bu. Rhonin daha küçük olmalarına rağmen üç ya­ratığın, kırmızı devin kafasına doğru nasıl hamle yaptıklarını hatırladı. Griffonlar için bile ustalık gerektiren bir hareketti bu ve büyük olasılıkla çok az yaratık bunu başarabilirdi.

Aşağılarda deniz vahşice çırpmıyor, dalgalar tehdit ederce­sine yükselip sonra çok alçaklarda yok olup gidiyordu. Rüz­gâr Rhonin'in yüzüne hızla çarpıyor, nemli hava onu, en azından biraz korunabilmek için cüppesinin kukuletasını sıkı sıkı örtmek zorunda bırakıyordu. Molok ise sert hava hareke­tinden etkilenmemiş görünüyordu, hatta aslında bundan ke­yif bile aldığı söylenebilirdi.

"Sence... sence Khaz Modan'a varmamız ne kadar sürer?"

Cüce omzunu silkti. "Birkaç saat, insan! Daha net bi şey söyleyemem!"

İyice karamsarlaşan düşüncelerini kendine saklayan büyü­cü, cüceye yanaştı ve yolculuğu elinden geldiğince umur­samamaya çalıştı. Altında bu kadar çok su olduğu düşüncesi Rhonin'i tahmin ettiğinden de çok rahatsız etmişti. Hasic'le Khaz Modan sahilleri arasında sadece harabeye dönmüş Tol Barad ada krallığı bitmek bilmeyen dalgalardan bir süre kur­tulmalarını sağlayabilirdi; ama.Falstad daha önce grubun bu­raya inmeyeceğini söylemişti. Orklar tarafından savaşın baş­larında talan edilmiş yerde birkaç dayanıklı yabani ot ve bö­cekten daha gelişmiş hiçbir canlı Güruh'un kanlı zaferinden sağ çıkamamıştı. Adadan sanki ölümün yaydığı görünmez bir


ışık yükseliyordu. Bu o kadar yoğundu ki büyücü bile cüce­nin kararma karşı çıkmadı.

Hiç durmadan uçtular. Rhonin bir ara yol arkadaşlarına şöyle bir bakmaya cesaret edebildi. Duncan elbette yüzüne vuran rüzgâr ve sisi her zamanki mağrur duruşuyla karşılı­yordu. Anlaşılan sakallı yüzünü ıslatan nemi umursadığı yok­tu. En azından Vereesa bu delice yolculuk şartlarından etki­lenmiş görünüyordu. Büyücü gibi o da başını elinden geldi­ğince aşağı indirmiş, upuzun gümüş rengi saçlarını seyahat pelerinin başlığının içine tıkmış ti. Falstad'a iyice sokulmuştu ve Rhonin'in görebildiği kadarıyla cüce, elfin bu rahatsızlı­ğından keyif alıyormuş gibiydi.

Büyücünün midesi sonunda neredeyse katlanılabilecek ka­dar yatışmıştı. Rhonin güneşe dikkatle bakıp yaklaşık beş sa­at ya da daha fazladır havada olduklarını hesap etti. Griffonun uçuş hızı göz önüne alınırsa kesinlikle yolun yarısını aş­mış olmaları gerekirdi. En sonunda Molok'la aralarındaki ses­sizliği bozup bu hesabının doğru olup olmadığını sordu.

"Yarısı mı?" Cüce güldü. "İki saat sonra batı Khaz Mordan'ın kayalıklarım uzaklarda görürüz sanırım! Yarısı ha! Heh!"

Yol arkadaşının beklenmedik mizah anlayışından çok bu haber Rhonin'in gülümsemesine sebep oldu. Şimdiye kadar yolculuğun dörtten üçüne yakınını atlatabilmişti. Birkaç saat sonra ayakları yere sağlamca basabilecekti. İlk defa olarak onu durduracak korkunç bir felaket yaşamadan bir ilerleme kay­dedebilmiş ti.

"Oraya varınca inebileceğimiz bir yer biliyor musun?"

"Bi sürü yer var, büyücü! Korkmana gerek yok! Senden bi an önce kurtulacağız! Sadece oraya ulaşmadan sağanak yağ­mura yakalanmayalım diye dua et!"

Rhonin başını yukarı kaldırıp dikkatle son yarım saattir or­taya çıkmış olan bulutlara baktı. Yağmur getiren bulutlar olabi-


lirlerdi; ama Rhonin bunu öyle olduğunu pek zannetmiyordu. Öyle bile olsalar, yağmur grubun varacağı yere ulaşmasına ye­tecek kadar süre başlamayacakmış gibi görünüyordu. Artık kay­gılanması gereken tek konu, diğerleri Lordaeron'a döndükten   sonra kendisinin Grim Batol'a en kolay nasıl gidebileceğiydi.

Rhonin diğerlerinin gerçeği öğrenmeleri halinde onun ni­yetini ne kadar kahramanca bulacaklarını çok iyi biliyordu. Aklına yine onu rahat bırakmayan hayaletler geldi, geçmişten gelen hortlaklar... Bu çılgın maceradaki gerçek yol arkadaşları onlardı, onu devam etmeye zorlayan dehşet nöbetçileriydiler. Başarmasını ya da bunu denerken ölmesini seyredeceklerdi.     -

Denerken ölmesini... Önceki yol arkadaşlarının ölümün­den beri kim bilir kaçıncı kez bunun belki de en iyi son ola­bileceğini düşünüyordu. Belki ancak o zaman Rhonin hayal gücünün yarattığı hayaletleri değil de kendi kendini huzura kavuşturacaktı.

Ama önce Grim Batol'a varmalıydı.

"İşte, büyücü!"

Birden irkildi. Bir ara farkında olmadan dalıp gitmişti. Rhonin, Molok'un omzu üstünden onun gösterdiği yöne doğru baktı. Büyücü ilk başta hiçbir şey göremedi çünkü ok­yanusun üstündeki sis hâlâ gözlerine doluyordu; ama bakış­larını netleştirdikten sonra ufukta iki siyah nokta gördü. İki sabit nokta... "Bu kara mı?"

"Evet, büyücü! Khaz Modan’ın ilk belirtileri!"

İşte bu kadar yakındılar! Rhonin yolun geri kalan kısmın­da uyuya kalmış olduğunu fark edince içi yeniden canlılık ve şevkle doldu. Khaz Modan! Yolun bundan sonrası nasıl teh­likeler dolu olursa olsun büyücü en azından buraya kadar varmıştı. Griffonların süzülüş hızı düşünülürse sadece kısa bir süre sonra karaya...

Dikkatini iki yeni nokta çekti. Gökyüzündeki hareket eden iki nokta... Onlara yaklaşıyormuş gibi gittikçe büyüyen iki nokta...


"Bunlar da ne? Bize doğru gelen ne?"

Molok öne doğru eğilip gözlerini kıstı. "Northeron'un sarp ve engebeli buzul kayalıkları adına! Ejderhalar! İki tane!"

Ejderhalar...

"Kırmızı mı?"

"Gökyüzünün ne renk olduğu önemli mi, büyücü? Ejder­ha ejderhadır! Ve sakalım üstüne yemin ederim ki hızla bize doğru geliyorlar!"

Rhonin diğer griffon binicilerinin olduğu tarafa göz atınca Falstad ve ötekilerin de ejderhaları fark ettiğini gördü. Cüceler hemen filonun düzeninde değişiklik yapmaya başladılar. Yayı­larak daha küçük ve vurulması zor birer hedef halini aldılar. Büyücü, Falstad’ın arka safta kaldığını fark etti. Bunun sebebi büyük ihtimalle Vereesa'nın onunla birlikte olmasıydı. Öte yandan Duncan Senturus'un üstünde yol aldığı griffon öne çıkmış, grubun geri kalanını neredeyse arkalarda bırakmıştı.

Ejderhalar da bir strateji doğrultusunda hareket ediyordu. Daha büyük olanı önce yükseldi, sonra da diğerinden ayrıl­dı. Rhonin o anda iki dev yaratığın griffonları aralarına alma­yı amaçladıklarını anladı. Böylece kendilerinden küçük olan hayvanları ve binicilerini tek tek avlamaları kolaylaşacaktı.

Ejderhaların üstlerindeki iri figürler az sonra büyücünün hayatı boyunca gördüğü en büyük, en hayvani iki orka dö­nüştüler. Daha büyük ejderhanın üstündeki liderleriymiş gibi görünüyordu. Lider, baltasını diğer orka doğru sallayıp onun ejderhasıyla birlikte aksi istikamete dönmesini sağladı.

"Bunlar deneyimli biniciler!" diye bağırdı Molok, büyük bir şevkle. "Özellikle de sağdaki! Bu görkemli bi savaş olacak!"

Ve Rhonin'in hayatına mal olabilecek bir savaş; tam da görevini tamamlayabilmek için bir fırsat bulmuş gibi görünüyorken... "Onlarla savaşamayız! Sahile varmam lazım!"

Molok'un rahatsızca homurdandığım fark etti. "Benim ye­rim savaş meydanıdır, büyücü!"


"Benim görevim daha öncelikli!"

Bir an için cücenin onu griffonun üstünden atabileceğini düşündü. Sonra Molok epey isteksizce de olsa başını sallayıp bağırdı: "Elimden geleni yapacağım, büyücü! Eğer bir boşluk   bulursak sahile gitmeyi deneriz! Orada seni atarım ve böyle­ce birbirimizden kurtuluruz!"

"Kabul!"

Daha fazla konuşmadılar çünkü o sırada iki düşman kuv­vet birbirine ulaşmıştı.

Hızlı ve çok daha çevik olan griffonlar ejderhalara doğru hamle yaptılar ve hemen küçük olanı öfkelendirmeye başla­dılar ama üstlerindeki fazla yükler nedeniyle griffonların hiç­biri her zamanki hızlarıyla manevra yapamıyordu. Ustura gi­bi tırnaklarla dolu devasa bir pençe neredeyse Falstad ve Vereesa'ya sert bir darbe indiriyor, bir kanat az kalsın Duncan'la cüceyi sürüklüyordu. Paladin ve yanındaki cüce, ejderhaya yakın uçmaya devam ediyordu. Sanki ejderhaya, onlarla bir çeşit tuhaf yakın dövüşe girişmesi için meydan okuyorlardı.

Molok az bir çabayla fırtınaçekicini çıkardı ve onu sallaya­rak, sanki biri az önce saçlarını tutuşturmuş gibi bağırmaya başladı. Rhonin cücenin savaşın hararetine dalıp verdiği sözü unutmayacağını umuyordu.

İkinci ejderha alçaldı. Ne yazık ki kendine hedef olarak Fals­tad ve Vereesa'yı seçmişti. Falstad griffonunu ileri sürdü ama hayvan terkisinde elf varken kanatlarını yeterince hızlı çırpamıyordu. İri yarı ork, sürüngen yardımcısını ileri sürerken ölüm­cül naralar atıyor, dev savaş baltasını çılgınca savuruyordu.

Rhonin dişlerini sıktı. Onların yok olup gitmesine seyirci kalamazdı, özellikle de korucunun.

"Molok! Büyük olanın peşinden git! Onlara yardım etme­miz lazım!"

Bu emre itaat etmeye hevesli görünen yaralı yüzlü cüce önceki isteğim hatırlattı Rhonin'e: "Çok değerli görevine ne oldu?"


"Git hadi!"

Molok'un yüzüne geniş bir sırıtış yayıldı. Büyücünün bü­tün kemiklerine işleyen bir çığlık atıp griffonu ejderhaya doğru sürdü.

Cücenin arkasında oturan Rhonin bir büyü hazırladı. Kır­mızı canavar Vereesa'ya ulaşmadan önce sadece birkaç sani­yeleri kalmıştı...

Falstad bineğine ani bir kavis çizdirerek döndü. Bu ma­nevra ejderha binicisini şaşırtmıştı. Dev canavar, kendisinden küçük rakibinin manevra kabiliyetine ayak uyduramadı ve sü­zülerek yanından geçti griffonun.

"Sıkı tutun, büyücü!"

Molok'un griffonu neredeyse dümdüz aşağı iniyordu. Rhonin içinden yükselen korkunun kendisini alt etmesine izin vermemeye çalışarak büyüsünün son kısmına geçti. Eğer büyüyü yapabilecek kadar nefes alabilirse...

Cüce, orkun dikkatini kendisine çeken bir savaş narası at­tı. Kaşları çatılan şekilsiz yaratık yeni düşmanıyla karşılaşmak için döndü.

Fırtınaçekici ve savaş baltası bir an çarpıştı.

Bir kıvılcım sağanağı büyücüyü neredeyse tutunduğu yer­den düşürüyordu. Griffon şaşkınlık ve acıyla çığlık attı. Molok neredeyse oturduğu yerden aşağı yuvarlanıyordu.

En hızlı tepki veren binekleri oldu. Griffon gökyüzüne doğru, neredeyse yukarıda kümelenen bulutlara kadar yüksel­di. Molok oturduğu koltukta tekrar dikleşerek bağırdı: "Aerie adına! Bunu gördün mü? Çok az silah ve onu kullanan kişi bi fırtınaçekicine karşı koyabilir! Bu harika bi kapışma olacak!"

"Bırak da önce ben bir şey deneyeyim!"

Cücenin yüzüne karanlık bir ifade yerleşti. "Büyü mü ya­pacaksın? Bu işin şerefi ve yiğitliği nerede?"

"Eğer ejderha seni yaklaştırmazsa orkla nasıl savaşacaksın? Şansımız bir kez yaver gitti!"


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Pekâlâ! Savaşın keyifli kısmını benden çalmadığın sürece olur!"

Rhonin ona söz vermedi çünkü tam olarak bunu yapabil­meyi umuyordu. Hızla peşlerine takılmış olan ejderhaya bak­tı ve gizli güçleri açığa çıkaran sözcükleri mırıldandı. Büyü­cü son hece ağzından dökülürken bakışlarını yukarıdaki bu­lutlara çevirdi.

Bir yıldırım peşlerindeki devin üstüne düşüverdi.

Yıldırım ejderhayı baştan başa çarpmıştı; ama etkisi Rhonin'in umduğu gibi olmadı. Yaratığın bütün vücudu bir ka­nat ucundan diğer kanat ucuna kadar titrek bir ışıkla parıldadı ve canavar öfke dolu, acı bir çığlık attı; ama canavar gök­yüzünden aşağı bir taş parçası gibi düşmemişti. Aslında, faz­lasıyla canı yanmış olan ork bile bir an için oturduğu yerden öne doğru fırlamak dışında bir şey yapmamıştı.

Hayal kırıklığına uğrayan büyücü en azından devasa yara­tığı sersemletmiş olmakta teselli buldu. Aynı zamanda artık ne kendisinin, ne de Vereesa'nın yakın bir tehdit altında ol­madığını düşündü. Ejderha ancak kendini havada tutmakla uğraşıyordu.

Rhonin elini Molok'un omzuna koydu. "Sahile! Hemen şimdi!"

"Sen budalanın teki misin büyücü? Az önce savaşla ilgili söylediklerine..."

"Şimdi!"

Büyücünün sahip olduğu herhangi bir otoriteye bağlılı­ğından çok bu sinir bozucu yükten bir an önce kurtulmak is­tediğinden Molok griffonunu gönülsüzce diğer tarafa yönlen­dirdi.

Etrafa bakman tedirgin büyücü Vereesa'nın varlığına işaret eden bir iz bulmaya çalıştı. Ne elf, ne de Falstad ortalarda gözükmüyordu. Rhonin eski emrini iptal edip yeni bir emir vermeyi düşündü; ama Khaz Modan'a varmak zorunda olduğu-


nun farkındaydı. Cüceler bu bir çift canavarla baş edebilirdi her halde...

Evet, her halde bunu yapabilirlerdi...

Molok'un griffonu şimdiden onları az önce dövüştükleri ejderhadan uzaklaştırmış sayılırdı. Rhonin yine geri dönmeyi geçirdi aklından.    .

O anda uçsuz bucaksız bir gölge üstlerini kapladı.

Adam da cüce de bakışlarını şaşkınlık ve dehşetle yukarı kaldırdı.

İkisi de diğer tarafa yoğunlaşmışken ikinci ejderha onların tepesine dikilmişti.

Griffon ejderhadan uzaklaşmak için dalışa geçmeye kalktı. Cesur hayvan bunu az kalsın başarıyordu da; ama ejderhanın pençesi onun sağ kanadını delip geçmişti. Aslan vücutlu ya­ratık ıstırapla kükredi ve çaresizce havada kalmak için müca­dele etti. Rhonin yukarı bakınca ejderhanın ağzının açıldığını gördü. Devasa dehşet onları bütün olarak yutmaya niyetliydi.

Ejderhanın arkasından ikinci bir griffon süzülerek yaklaş­tı. Üstünde Duncan ve diğer cüce vardı. Paladin griffonun üs­tünde tuhaf bir şekilde durmuş, cüceyi bir şey yapması için yönlendirmeye çalışıyor gibiydi. Rhonin şövalyenin ne yap­maya çalıştığı hakkında en ufak bir fikre sahip değildi; tek bildiği ejderhanın, büyücü uygun bir büyü yapmaya fırsat bulamadan tepelerine bineceğiydi.

Duncan Senturus atladı.

"Tanrılar ve iblisler adına!" diye haykırdı Molok çünkü vahşi cüce ilk defa olarak başka bir varlığın cesareti ve deli­liği karşısında hayretler içinde kalmıştı.

Rhonin geç de olsa paladinin ne yapmaya çalıştığını an­lamıştı. Deneyimli şövalye başka birini ölümün karanlık çu­kurlarına düşürecek bir hamleyle, ejderhanın boynuna ina­nılmaz, kusursuz bir iniş yaptı. Duncan ejderhanın kalın boynuna sarılıp dengesini sağlamaya çalışırken, canavar ve


onun ork terbiyecisi en sonunda neler olup bittiğini çözebil­mişti.

Ork baltasını kaldırıp Lord Senturus'un sırtına doğru sa­vurdu. Balta son anda ıskalamıştı. Duncan orka sadece bir kez  baktı ve ondan sonra sanki barbar düşmanını unuttu. Ejder­hanın onu ısırmak için beceriksizce çabalamasını umursama­yan şövalye kendini güçlükle ileri taşımaya çalkıyordu.

"Bunu yapması için deli olmalı!" diye bağırdı Rhonin.

"Hayır, büyücü... O bir savaşçı."

Rhonin cücenin yumuşak ve saygı dolu ses tonundan bir şey anlayamamıştı... Ta ki Duncan'ı bacakları ve tek koluyla sürüngenin boynuna sıkı sıkı sarılmış, parıldayan kılıcını çe­kerken görene dek. Paladinin arkasındaki ork gözlerinde ölüm­cül, kırmızı bir ateşle, yavaş yavaş ileri doğru sürünüyordu.

"Bir şeyler yapmamız lazım! Beni ona yaklaştır!" dedi Rhonin.

"Çok geç, insan! Artık kahramanlık şarkıları söylemenin zamanıdır..."

Ejderha, Duncan'ı silkeleyip atmaya çalışmıyordu. Kuşku­suz bunun nedeni terbiyecisine de aynı şeyi yapmaktan kaçmamasıydı. Ork şövalyeye göre daha güvenle hareket ediyor, vuruş mesafesine hızla yaklaşıyordu.

Duncan neredeyse canavarın kafasının gerisinde oturuyordu şimdi. Şövalye uzun kılıcını yukarı kaldırdı. Niyeti kılıcını tam merkeze, omurgayla kafatasının birleştiği yere saplamaktı.

İlk hamle orktan geldi.

Balta Lord Senturus'un sırtına girdi. Silah şövalyenin yol­culuk için seçtiği ince zincir zırhı yarıp geçmişti. Duncan çığ­lık atmadı ama öne doğru düşerken neredeyse kılıcı elinden düşüyordu. Ancak son anda kendini sabitleyebildi. Şövalye kılıcının ucunu, hedeflediği noktaya bastırabilrnişti; ama gü­cünün tükenmeye başladığı açıkça görülüyordu.

Ork baltasını tekrar kaldırdı.


Rhonin aklına gelen ilk büyüyü yaptı.

Güneş ışınları kadar yoğun bir ışık orkun gözlerinin, önünde patladı. Şaşkın bir feryatla geriye düşen orkun hem silahındaki eli, hem de tutunmakta olan eli boşta kaldı. Çare­siz ork ellerini tutunacak bir şey bulmak için boş bir çabay­la sağa sola uzattı. Sonra da çığlıklar atarak ejderhanın boy­nunun yanından aşağı yuvarlandı.

Büyücü kaygılı bakışlarını hemen paladine çevirdi. Şöval­ye de ona bakıyordu. Rhonin o bakışta neredeyse minnettar­lıkla saygının bir karışımım gördüğünü düşündü. Sırtında ya­yılmakta olan koyu kırmızı lekeye rağmen Duncan doğrulma­yı başarmış, kılıcını kabzası yukarı gelecek, şekilde kaldırabildiği kadar yükseğe kaldırmıştı.

Ejderha artık hareketsiz durması için bir neden kalmadığı­nı fark edip hızla alçalmaya başladı.

Lord Duncan Senturus kılıcım boyunla kafatası arasındaki yumuşak bölgenin derinlerine sapladı. Keskin çelik yarısına kadar dev yaratığın etine gömüldü.

Kırmızı canavarın vücudu istemsiz bir seğirmeyle sarsıldı. Tanrısal kanı, aldığı yaradan fışkırmaya başladı. Bu kan o ka­dar sıcaktı ki paladinin haşlanmasına neden oldu. Şövalye ge­riye kaçarken elleri boşta kaldı.

"Ona doğru git, kahretsin!" diye bağırdı Molok'a Rhonin. "Ona doğru git!"

Cüce onun dediğini yaptı ama Rhonin, Duncan'a asla za­manında ulaşamayacaklarım biliyordu. Karşıdan başka bir griffonun süzülerek yaklaştığını gördü: Falstad ve Vereesa... Griffon binicilerinin lideri bineğinde bu kadar çok yük var­ken bile paladini bir şekilde kurtarmayı umuyordu.

Bir an için gerçekten de bunu başaracak gibiydi. Falstad’ın griffonu düşmek üzere olan savaşçıya yaklaştı. Duncan başını kaldırıp önce Rhonin'e sonra da Falstad'la Vereesa'ya baktı.

Sonra başını salladı... ve öne doğru devrilip, çığlık çığlığa haykıran ejderhanın üstünden aşağı yuvarlandı.


"Hayır!" Rhonin bir elini uzaktaki figüre doğru uzattı. Lord Senturus'un zaten ölmüş olduğunu biliyordu, aşağı dü­şenin sadece bir ceset olduğunu biliyordu; ama bu manzara büyücünün son görevinin bütün kaygılarını ve başarısızlıklarını yeniden canlandırmıştı. Korkuları gerçek olmuştu işte; yanında gelenlerden birini kaybetmişti bile. Duncan’ın kendi ısrarıyla gelmesi de bir şey değiştirmiyordu.

"Dikkat et!"

Molok'un ani uyarısı onu dalıp gittiği düşten kaldırdı. Ba­kışlarını yukarı çevirip, ölüm kıvranışlarına rağmen havada olan ejderhaya baktı. Canavar çılgın gibi dönüp duruyor, de­vasa kanatları dört bir yana savrularak adeta tesadüfi bir şe­kilde çarpıyordu. Falstad kendi hayvanını bu kanatlardan bi­rinden son anda uzaklaştırdı; ama Rhonin bu sefer kendisi­nin ve Molok'un diğer kanadın darbesinden kaçamayacağını çok geç fark etti.

"Yürü, seni lanet hayvan!" diye kükredi Molok. "Yürü..."

Kanat onlara bütün hızıyla çarptı ve büyücüyü oturduğu yerden kopardı. Büyücü cücenin bağırmasını ve griffonun çığ­lığını duydu. Şaşkınlıktan dona kalan Rhonin en azından bir an için yükseldiğini hayal meyal fark etti. Sonra yer çekimine yenik düşen yarı baygın büyücü alçalmaya başladı... hızla.

Bir büyü yapmalıydı. Herhangi bir büyü. Ama ne kadar uğ­raşırsa uğraşsın Rhonin daha ilk sözcükleri bile hatırlayacak kadar konsantre olamıyordu. Büyücünün bir parçası, bu sefer kesinlikle öleceğini biliyordu.

Karanlık onu içine aldı; ama bu doğal olmayan bir karan­lıktı. Rhonin belki de bayılıyor olabileceğini düşündü; ama sonra karanlığın içinden bir ses gürledi... Büyücünün hafıza­sının derinliklerini uyaran bir ses.

"Yine elimdesin, ufaklık! Sakın korkma, sakın korkma!

Sürüngen pençesi o kadar büyüktü ki Rhonin büyücüyü kaplayan avucun tamamını dolduramadı bile.


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

DOKUZ

 

 

 

 

 

 Duncan!"

 

   "Artık çok geç, elf leydim!" diye seslendi Falstad. "Erkeğin çoktan öldü... ama ardında görkem­li bi destan bırakarak!"

Ne görkemli destanlar, ne de Lord Senturus'a karşı gerçek­te duyduğu hayranlık hissinden fazlasının olduğunun zanne­dilmesi Vereesa'nin umurunda değildi. Önemli olan tek şey daha çok kısa bir süredir tanımaya başladığı yiğit bir adamın
yok olup gitmesiydi. Doğru, Falstad gibi, elf de aşağı düşe­nin sadece Duncan’ın cansız vücudu olduğunu hemen fark etmişti; ama buna rağmen onun trajik ölümünün dehşeti
korucuyu derinden yaralamıştı

Yine de Vereesa'yı biraz olsun teselli eden, Duncan’ın neredeyse imkânsızı başardığını bilmekti. Ejderha ölümcül bir darbe almıştı ve bu darbenin etkisiyle çılgınca kıvran­maya devam ediyordu. Ölmek üzere olan dev, kılıcı kafata­sının başladığı yerden çekmeye çalışıyor; ama çabaları git­tikçe daha da yetersiz kalıyordu. Devasa yaratığın, denizin derinliklerindeki celladının yanma gitmesi sadece an meselesiydi.

Yine de ejderha ölürken bile bir tehdit oluşturuyordu. Ka­natlarından biri neredeyse ona ve cüceye çarpacaktı. Falstad canavarın çılgın hareketlerinden sakınmak için griffonunu da-


lışa geçirmişti. Vereesa değerli yaşamına sıkı sıkı tutundu, ar­tık Duncan’ın yazgısıyla daha fazla ilgilenemezdi.

İkinci ejderha da griffonlar için hâlâ bir tehditti. Falstad dehşetli pençeler tarafından yakalanmalarını engellemek için  bineğini tekrar yükseltip diğer canavarın yukarısına uçurdu. Başka bir griffon binicisi, hızla kapanan çenelerden son anda kurtuldu.

Burada daha fazla kalamazlardı. Bu ikinci yaratığı kullanan ork belli ki griffonlarla hava savaşında engin deneyim sahi­biydi. Ejderhası eninde sonunda cücelerden birini yakalaya­caktı. Vereesa daha fazla kişinin ölmesini istemiyordu. "Fals­tad! Buradan gitmek zorundayız!"

"Senin için bunu yapardım, elf leydim; ama sanırım pul­lu canavar ve onun terbiyecisi böyle düşünmüyor!"

Gerçekten de ejderha, büyük olasılıkla orkun emriyle, bü­tün dikkatini Vereesa'ya ve yanındaki cüceye vermiş gibi gö­rünüyordu. Belki ork, griffondaki ikinci biniciyi fark etmiş ve korucunun önemli biri olduğunu düşünmüştü. Aslında iki kırmızı devin varlığı bile elfin aklını soru işaretleriyle doldur­muştu... Özellikle de buraya geliş sebeplerinin Rhonin'in gö­reviyle ilgili olup olmadığı konusunda. Öyle olması için ken­disinden çok büyücünün hedef seçilmesi gerekirdi...

Peki Rhonin neredeydi? Falstad griffonu daha hızlı gitme­si için zorlarken ve peşlerindeki ejderha gittikçe yakınlaşırken elf hızla etrafına bakındı; ama büyücüye ait bir ize rastlaya­madı. Bu durumdan rahatsız olarak bir kez daha göz attı. Ve­reesa büyücüyü göremediği gibi onun üstüne bindiği griffonun da nerede olduğunu bulamıyordu.

"Falstad! Rhonin'i göremiyorum..."

"Bunu başka zaman düşünürüz! Şu an sıkıca tutunman da­ha önemli!"

Korucu onun dediğini yaptı... ve bunu tam zamanında yaptı. Aniden griffon öyle sert bir kavis çizdi ki Vereesa bir


an tereddüt etmiş olsaydı hayvanın üstünden fırlayıp gitmiş olacaktı.

Pençeler elf ve cücenin az önce bulunduğu yerdeki boşlu­ğu delip geçti. Düş kırıklığıyla kükreyen ejderha yana doğru bir dönüş yaptı.

"Savaşmaya hazır ol, elf leydim! Göründüğü kadarıyla baş­ka bi seçeneğimiz olmayacak!"

Cüce fırtınaçekicini eline alırken Vereesa yayını kaybetmiş olmasına tekrar lanet etti. Evet, bir kılıcı vardı; ama korucu,; henüz Duncan'ınki gibi bir fedakârlıkta bulunmaya hazır de­ğildi. Ayrıca hâlâ Rhonin'e ne olduğunu öğrenmesi gereki­yordu. Büyücünün durumu onun için hâlâ öncelikliydi.

  Ork da kendi uzun savaş baltasını çıkardı. Şimdi baltayı kafatasının üstünde çeviriyor, valisi savaş naraları atıyordu. Falstad ona kendi, gırtlaktan çıkan narasıyla karşılık verdi. Vereesa'yla ilgili daha önceki kaygılarına rağmen şimdi dövüşme­ye fazlasıyla hevesli olduğu çok açıktı. Yapacak bir şeyi kal­mayan korucu, cücenin amacına ulaşmasını, umarak bekledi.

Gece kadar karanlık, muazzam bir şekil savaşanların arası­na daldı ve kırmızı ejderhaya saldırıp yaratığı da terbiyecisi­ni de şaşkına çevirdi.

"Bu da nesi, yüce..." diyebildi Falstad sadece.

Elfin dili tutulmuştu.

Kırmızı devin kanatlarının iki katı genişlikte siyah kanat­lar  Vereesa’nın  bütün  görüşünü  kaplamış,   bu  kanatlardan, yansıyan metalik bir parıltı korucuyu neredeyse kör etmişti. Olağanüstü bir kükreme sesi, bir gök gürültüsü gibi yeri gö­ğü salladı ve griffonların kaçışmasına neden oldu.

Uçsuz bucaksız boyutlarda bir ejderha, daha küçük kırmızı yaratığa dişlerini geçirmişti. Karanlık ve kısık gözleri, küçük canavara küçümsemeyle bakıyordu. Orkun kullandığı ejderha siyah yaratığa kükredi ama bu yeni düşmanı dişine göre bul­madığı belli oluyordu.


"Artık burada işimiz kalmadı, elf leydim! Bu, siyah ejder­hanın ta kendisi!"

Siyah dev, kanatlarını sonuna kadar açtı. Güçlü çenelerin­den dökülen ses Vereesa'ya zalim, alaycı bir kahkahayı hatır­lattı. Elf tekrar, bu yeni gelen canavarın engin vücudunun ço­ğunu kaplayan metali... metal levhaları fark etti. Ejderhaların do­ğal zırhlarım delmek zaten yeterince zordu; böyle bir yaratık, sert pullarla kaplı derisini korumak için nasıl bir metal kulla­nıyor olabilirdi ki?

Kendi sorusunun cevabını çabucak buldu: Adamantium. De­linmesi neredeyse mümkün olmayan pullardan tam anlamıy­la üstün olan tek metal oydu... ve şimdiye kadar sadece bir tek ejderha, güç ve kibir adına kendini böylesine büyük bir ıstırabın içine sokmuştu.

 

"Kanatlıölüm..." diye fısıldadı elf. "Kanatlıölüm..."

Elfler arasında, uzun zaman önce beş büyük ejderhanın, gizemli ve doğal güçleri temsil eden beş devin var olduğu söylenirdi. Bazılarına göre kızıl Alexstrasza yaşamın özünün ta kendisini temsil ediyordu. Diğerleri hakkında çok az şey bilinirdi çünkü ejderhalar insanların var olmasından bile ön­celeri içine kapalı, münzevi bir yaşam sürmüşlerdi. Elfler on­ların etkisini hissetmiş, hatta çeşitli vesilelerle onlarla ilişki de kurmuşlardı; ama eskinin yaratıkları sırlarını hiçbir zaman tam anlamıyla açığa vurmamışlardı.

Yine de ejderhalar içinde bir tanesi vardı ki kendisinin bü­tün canlılar tarafından tanınmasını sağlamıştı. Dünyaya, bü­tün ırklardan önce kendi türünün hüküm sürdüğünü hatırlat­mıştı. İlk başta başka bir isme sahip olsa da çok uzun za­man önce kendisine Kanatlıölüm ismini seçmişti çünkü bu isimle çevresindeki küçük yaratıklara karşı duyduğu küçüm­semeyi ve onlar hakkındaki niyetlerini daha iyi gösteriyor­du. Vereesa’nın ırkının yaşlıları bile, kara devi harekete ge­çiren dürtünün ne olduğunu bildiklerini iddia edemiyordu;


ama ejderha bütün bu yıllar boyunca elflerin, cücelerin ve insanların kurduğu dünyayı yok etmek için elinden geleni yapmıştı.

Elflerin ona verdiği başka bir isim vardı. Sadece unutul­maya yüz tutmuş elf dilinde ve fısıltıyla söylenen bir isim: Xaxas. Hepsi de korkunç, birçok anlamı olan kısa bir isim... Kargaşa... Öfke... Patlayan yanardağların ve yeri göğe katan depremlerin içinde saklı olan hiddetin vücuda gelmiş hali... Eğer Alexstrasza dünyayı bir arada tutan yaşamsal elementle­ri temsil ediyorduysa, o zaman Kanatlıölüm onu her an par­çalara ayırmaya çalışan yıkıcı güçlerin bir örneğiydi.

Ama şimdi karşılarında durmuş, onları kendi türünden bir yaratıktan korumaya çalışıyor gibiydi. Elbette Kanatlıölüm büyük ihtimalle durumu böyle görmüyordu. Bu karşısındaki, en büyük rakibinin renginde, kırmızı pullu bir düşmandı. Kanatlıölüm kendisinden farklı renkteki ejderhaların tümün­den nefret ederdi ve karşısına çıkanların hepsinin yok olup gitmesi için elinden geleni yapardı; ama en çok Alexstrasza'nın derisiyle kaplı olanlardan tiksinirdi.

"Bu inanılmaz bi manzara, öyle değil mi?" diye mırıldan­dı Falstad, ilk defa olarak kısık bir sesle konuşarak. "Halbuki kötülük dolu canavarın ölmüş olduğunu sanıyordum!"

Korucu de öyle sanmıştı. Kirin Tor en iyi insan ve elf bü­yücülerinin güçlerini kara öfkenin yarattığı tehdidi tamamen (en azından iddia edilen buydu) ortadan kaldırmak için bir­leştirmişti. Kanatlıölüm'ün, vücuduna kaynak yapmaları konu­sunda ikna ettiği deli goblinlerin işi olan metal plakalar bile onu büyülü saldırılardan koruyamamıştı. Ejderha ölmüş, öl­müştü...

Ama görüldüğü kadarıyla şimdi tekrar zaferle uçuyordu.

Orklara karşı yürütülen savaş birden çok önemsiz kalmış­tı. Khaz Modan'daki ork kalıntılarının hepsi bir araya gelse bu tek, uğursuz devle mukayese edilebilir miydi?


Siyah olanı gibi onun da erkek olduğu belli olan daha ufak ejderha, Kanatlıölüm'ü ısırmak için saldırdı. Yaratığın bur­nu, siyah canavarın sol pençesiyle yakalayıp ezebileceği kadar yakınma yaklaştı; ama nedense Kanatlıölüm bu pençesini vücuduna yakın ve kapalı tutuyordu. Bu pençesini kullanmak yerine kuyruğuyla düşmanım kamçılayan ejderha, kırmızı de­vin geriye doğru yalpalamasına neden oldu. Eriyik halinde ateşle dolu, sıra sıra damarlar gibi duran hareketli metal pla­kalar, siyah ejderha hareket ettikçe boğazı ve gövdesi boyun­ca parıldıyor ve her kükreyişinde alevlerle doluyordu. Efsane­ye göre bu ateş damarlarına dokunmak, tamamen yanma ris­kini göze almak demekti. Bazılarına göre bu, ejderhanın sal­gıladığı bir asitten kaynaklanıyordu; ama başka anlatılanlara göre buna neden olan gerçek alevdi.

Her iki durumda da sonuç ölüm demekti.

"Ork ya eşsiz bi cesarete sahip ya bi aptal ya da bineğine hakimiyetini tamamen kaybetmiş!" Falstad başını sağa sola salladı. "Elimde seçenek olsa ben bile böyle bi kavgada yer almam!"

Diğer griffonlar yaklaştı. Vereesa bakışlarını karşısında haşmetle gerinen ejderhalardan güçlükle ayırıp yeni gelenle­ri gözden geçirdi; ama ne Molok'u, ne de Rhonin'i göreme­di. Küçük grupları şimdi gerçekten de sadece kendisi ve dört cüceden ibaretti.

"Büyücü nerede?" diye seslendi diğerlerine. "Nerede o?"

"Molok öldü," diye Falstad'a bildirdi içlerinden biri. "Bi­neği denizin üstünde yatıyor!"

Cüceler kısa boylarına rağmen inanılmaz kaslı ve ağır vü­cutlara sahipti, bu yüzden de bir cücenin vücudunun suyun üstünde kalması zordu. Falstad ve diğerleri griffonun cesedi­ni, savaşçının akıbetinin delili olarak kabul etmişlerdi.

Buna rağmen Rhonin bir insandı ve bu yüzden de ister öl­müş olsun ister yaşıyor, vücudunun bir süre için suyun üs-


tünde kalması daha yüksek ihtimaldi. Vereesa bu küçük umu­da sarıldı. "Peki ya büyücü? Büyücüyü gördünüz mü?"

"Bence bu gayet açık, elf leydim," diye karşılık verdi Falstad, ona bakarak.

Korucu, cücenin doğru söylediğini bildiği için çenesini kapadı. Kaledeki olay en azından soru işaretleriyle doluydu;, ama burada her şey kesin görünüyordu. Rhonin'in büyüleri bile onu bu yükseklikte kurtaramazdı. Bu yükseklikten aşağı­daki suya çarpmak da taş zemine çarpmak gibiydi...

Aşağı bakmaktan kendini alamayan Vereesa diğer kırmızı ejderhanın yarı batmış suretini seçebildi. Rhonin- ve Molok'un ölümüne yol açan, bu canavarın son kasılmaları sıra­sında yaptığı delice dönüşlerden biri olmalıydı. Elf sadece ölümün ikisini de çabuk almış olmasını diledi.

"Ne yapalım, Falstad?" diye seslendi diğer cücelerden biri.

Falstad çenesini sıvazladı. "Kanatlıölüm hiçbir savaşçıyla iyi geçinmez! Bu kendinden ufak yaratıkla işi bitince bizim peşimize takılacaktır! Onunla kapışmak düzgün bi savaş ol­maz! Derisini çürütmek için bile yüz tane fırtınaçekici la­zım! En iyisi geri dönüp ne gördüğümüzü diğerleriyle pay­laşmak!"

Diğer cüceler buna katılıyor gibi görünüyordu; ama Vere­esa, her şey gayet açık olsa da bu kadar çabuk pes edemeye­ceğini biliyordu. "Falstad! Rhonin bir büyücü! Ölmüş olabi­lir; ama eğer yaşıyorsa... eğer hâlâ suyun üstünde bir yerler­de sürükleniyorsa... hâlâ yardımımıza ihtiyaç duyabilir!"

"Bunu söylediğim için beni bağışlayın ama sen budalanın tekisin, elf leydim! Kimse böyle bi düşüşten sağ çıkamaz, hat­ta bi büyücü bile!"

"Lütfen! Sadece yüzeyi şöyle bir tarayalım... Sonra gidebi­liriz!" Ondan sonra da hiçbir şey bulamazlarsa ellin büyücü­ye ve onun asla tamamlanamayacak görevine karşı sorumlu­luğu kesinlikle sona erecekti. Korucu duyduğu suçluluk his-


sinin çok çok uzun bir süre daha devam edeceğini biliyordu; ama bu konuda elinden hiçbir şey gelmezdi.

Falstad kaşlarını çattı. Adamları ona, Kanatlıölüm'ün yakı­nında biraz daha vakit kaybetmesi için delirmiş olması gerektiğini anlatmaya çalışır gibi bakıyordu.

"Pekâlâ!" dedi cüce, hırıltılı bir sesle. "Ama sadece senin hatırın için, sadece senin hatırın için!" Diğerlerine dönüp emir verdi: "Bizsiz geri dönün! Çok geçmeden peşinizden geliyor olacağız; ama herhangi bi nedenle geri dönmezsek birilerinin siyah ejderhanın döndüğünden haberdar olmasını sağlayın! Gidin hadi!"

Diğer cüceler bineklerini batıya doğru sürerken Falstad kendi hayvanını dalışa geçirdi. Denize doğru hızla inerken bir çift yabani kükreme sesi elfin de cücenin de kaygı dolu göz­lerle yukarı bakmasına neden oldu.

Kanatlıölüm ve kırmızı ejderha birbirlerine böğürmeye devam ediyorlardı. Her bağırış bir öncekinden daha yüksek ve sert çakıyordu. İki canavar da tırnaklarım öne çıkarmıştı, ikisinin de kuyrukları havayı çılgınca kırbaçlıyordu. Kanatlıölüm’ün üstündeki al çizgiler ona korkunç ve neredeyse do­ğaüstü bir görüntü veriyordu. Dev yaratık sanki efsanelerde-ki iblislerden biriydi.

"Heybet gösterisi sona erdi," diye açıkladı Vereesa’nın yol arkadaşı. "Birazdan dövüşecekler! Orkun ne yapmaya çalıştı­ğım çok merak ediyorum!"

Ork, Vereesa’nın umurunda bile değildi. Elf dikkatini tek­rar Rhonin'i aramaya yönlendirdi. Griffon suyun birkaç met­re üstünde süzülürken Vereesa’nın gözleri insanı bulmak için boş bir çabayla etrafı tarıyordu. Ondan geriye bir iz kalmış olmalıydı! Çaresiz korucu, ölü griffonun çok uzakta olmayan ters dönmüş cesedini bile görebiliyordu. Ölü ya da diri, bü­yücü yakında bir yerde olmak zorundaydı... Eğer kendini teh­likeden uzağa taşıyacak bir büyü yapmamışsa tabii.


Falstad homurdandı. Zamanlarını boşa harcadıklarım dü­şündüğü belliydi. "Burada hiçbir şey yok!"

"Sadece biraz daha!"

Yabani haykırışlar dikkatlerini tekrar gökyüzüne çekti. îki yaratık da dövüşe kararlılıkla girmişti. Kırmızı ejderha, Kanatlıölüm'ün çevresinden dolaşmayı denedi ama kendisinden bü­yük yaratık onun için çok iri bir engel oluşturmuştu. Sırf zarlı kanatlar bile daha küçük ejderhanın geçip gitmesi engelle­yen duvarlar gibiydi. Kırmızı yaratık bu kanatlardan birini yakmaya çalıştı; ama Kanatlıölüm kanatlarını çırparak alevlerin önünden çekildi. Zaten kenara çekilmemiş olsaydı da ateş, ka­nadını hafifçe alazlamaktan fazlasını yapamayacaktı her halde.

Rakibini yakma çabası içindeki ejderha bu arada kendini de saldırıya açık bırakmıştı. Siyah dev, kırmızı ejderhanın en yakındaki kanadını rahatlıkla pençeleyebilirdi; ama sol ön pençesi yine kapalı ve göğsüne yakın duruyordu. Pençesini kullanmak yerine kuyruğunu kırbaç gibi savurarak diğer ca­navarı tekrar geriye doğru itti.

Kanatlıölüm yaralı gibi durmuyordu. Peki o zaman neden saldırıya geçmiyordu?

"Bu kadar yeter! Daha fazla aramayacağız!" diye bağırdı Falstad. "Bunu söylemek üzücü de olsa, senin büyücü deni­zin dibinde! Onun yanma gitmek istemiyorsak hemen bura­dan ayrılmalıyız!"

Elf o an cüceye aldırmadı. Siyah ejderhayı seyredip garip dövüş tekniğine bir anlam vermeye çalışıyordu. Kanatlıölüm kuyruğunu, kanatlarını ve pençelerini kullanıyordu... ama sol pençesi hariç. Ara sıra, sağlıklı olduğu açıkça anlaşılacak ka­dar oynatıyordu pençeyi; ama sonra hep vücuduna yaklaştı­rıyordu yeniden.

"Neden?" diye mırıldandı Vereesa. "Bunun için sebep ne?"

Falstad elfin kendisiyle konuştuğunu sandı. "Çünkü bura­da, olası bi ölümden başka bi şey geçmeyecek elimize! Fals-


tad ölümden asla korkmasa da onunla kendi şartları altında tanışmayı tercih eder, bu zırhlara bürünmüş mahlukun iste­diği şekilde değil."

Tam o anda Kanatlıölüm, bir pençesini kullanmadığı halde rakibini yakaladı. Engin kanatları küçük ejderhayı tama­men kaplamış, upuzun kuyruğu kırmızı yaratığın kollarını sarmıştı. Siyah dev geri kalan üç pençesiyle düşmanının göv­desinde bir dizi kanlı yarık açtı. Bu yarıklardan biri küçük ej­derhanın gırtlağının merkezine yakındı.

"Yukarı, lanet olası!" diye güçten düşmüş olan griffonuna emretti Falstad."Dinlenmek için biraz daha beklemen ge­rek! Önce bizi buradan uzaklaştır!"

Kürkle kaplı hayvan elinden geldiğince yükselirken Vereesa, Kanatlıölüm'ün diğer ejderhanın göğsünde yeni bir dizi derin yara açmasını seyretti. Kırmızı deve hayat veren sıvı vü­cudundan ince bir yağmur gibi dökülerek aşağıdaki denize yağıyordu.

Olağanüstü bir çaba harcayan kırmızı yaratık sonunda kendini diğer ejderhadan kurtarmayı başardı. Yalpalayan ca­navar Kanatlıölüm'den uzaklaştı, sonra ne yapacağına karar verememiş gibi bir an tereddüt yaşadı.

Vereesa'yı şaşırtan bir şekilde, kırmızı ejderha birden dön­dü ve Khaz Modan'a doğru kontrolsüzce uçmaya başladı.

Savaş bir ya da iki dakikadan fazla sürmemişti; ama bu kı­sa zaman aralığında Kanatlıölüm düşmanını neredeyse parça­lamıştı.

Garipti ama siyah dev onun peşinden gitmemişti. Bunun yerine kafasını çevirip göğsüne yakın tuttuğu pençesine dik­katle baktı ejderha. Sanki katlanmış parmaklarının arasındaki bir şeyi inceliyordu.

Bir şeyi... Yoksa birini mi?                                     

 

Rhonin yıkılan kuleden kurtuluşuyla ilgili Duncan'a ve Vereesa'ya ne demişti? Ne olduğunu bilemiyorum; ama beni bir oyun-


cak gibi kaldırdı ve harabeye dönen yerden apar topar uzaklaştırdı. Başka nasıl bir yaratık yetişkin bir adamı bir oyuncakmışçasına tu­tup taşıyabilirdi ki? Korucunun apaçık ortada olanı görmesini engelleyen şimdiye kadar böyle inanılmaz bir olayın hiç duyulmamış olduğu gerçeğiydi. Büyücüyü tehlikenin içinden çekip çıkaran bir ejderhaydı!

Peki ama... Bu, Kanatlıölüm mıydı?

Siyah ejderha aniden Khaz Modan'a doğru uçmaya başladı; ama tam olarak kırmızı yaratığın kaçtığı yöne gitmiyordu. Dev onlardan uzaklaşırken Vereesa onun hâlâ tek avucunu kendine yakın tuttuğunu fark etti. Sanki çok kıymetli bir yükü korumak için elinden geleni yapıyordu.

"Falstad! Onu takip etmek zorundayız!"

Cüce, Vereesa'ya, sanki elf ondan griffonu ejderhanın ağ­zından içeri sürmesini istemiş gibi bir bakış attı. "Ben savaş­çıların en cesuruyum, elf leydim; ama teklif ettiğin şeyden delirmeye başladığın sonucunu çıkarıyorum!"

"Rhonin, Kanatliölüm'ün elinde! Ejderhanın ön pençele­rinden birini kullanmamasının sebebi Rhonin!"

"O zaman büyücü ölmüş sayılır, yoksa siyah ejderha bü­yücüyü aperatif niyetine yutmak dışında başka ne yapsın ki?"

"Öyle olsaydı Kanatlıölüm onu çoktan yemiş olurdu. Ha­yır, kesinlikle Rhonin'e ihtiyacı var."

Falstad yüzünü buruşturdu. "Çok fazla şey istiyorsun! Griffon yorgun ve yakında yere inmesi gerekecek!"

"Lütfen! Sadece gidebildiğin kadar git! Onu bu şekilde bı­rakamam! Bir yemin ettim!"

"hiçbir yemin seni bu kadar bağlayamaz," diye mırıldan­dı griffon binicisi; ama yine de bineğini Khaz Modan'a doğ­ru çevirdi yeniden. Hayvan itiraz sesleri çıkarsa da binicisine itaat etti.

Vereesa, Falstad’ın haklı olduğunu bildiğinden başka bir şey söylemedi. Tam olarak anlam veremediği bazı nedenler-


le şu anda bile Rhonin'i kaçınılmaz görünen kaderine terk edemiyordu.

Korucu kendi zihninin derinliklerini eşelemek yerine dik­katini Kanatlıölüm'ün küçülmekte olan görüntüsüne verdi.  Ejderhanın Rhonin'e ihtiyacı vardı. Bu elfe fazlasıyla anlamlı gelmişti.

Ama bütün diğer yaratıklardan nefret eden; orkların, elflerin, cücelerin ve insanların yok olması için uğraşan Kanatlıölüm büyücüden ne isteyebilirdi ki?

Elfin aklına Duncan Senturus'un büyücülerle ilgili düşün­cesi geldi. Sadece Gümüş El Şövalyeleri tarafından değil sıra­dan halkın çoğu tarafından da paylaşılan bir düşünceydi bu. Duncan onun için lanetli demişti. İyiliğe olduğu kadar kötülü­ğe de yönelebilecek biri... Belki de bütün yaratıkların en uğursıızuyla bir anlaşma yapabilecek biri...

Acaba paladin farkında olduğundan daha büyük bir gerçe­ği mi dile getirmişti? Yoksa Vereesa şu anda ruhunu Kanatlı-ölüm'e satmış bir adamı mı kurtarmaya çalışıyordu?

"O senden ne istiyor, Rhonin?" diye mırıldandı elf. "Sen­den ne istiyor?"

Krasus'un kemikleri hâlâ ağrıyor ve acı zaman zaman bü­tün vücuduna yayılıyordu; ama kendini en azından halletme­si gereken dertlerle uğraşabilecek kadar iyileştirebilmişti. Yi­ne de bu bilgi onların kendi üstlerine düşen vazifelerini ilgi­lendirse de olanları konseyin geri kalan üyelerine anlatmaya kalkışmamıştı. Şimdilik Kanatlıölüm'ün insan kılığı Kirin Tor'da sadece ve sadece Krasus'un kendisi tarafından bilin­meliydi. Krasus'un diğer planlarının başarısı çok büyük ihti­malle buna bağlı olacaktı.

Ejderha, Alterac kralı olmaya çalışıyordu! Yüzeysel bakıl­dığında saçma, imkânsız bir fikirdi; ama Krasus'un siyah ej­derhayla ilgili bildikleri Kanatlıölüm’ün aklında çok daha kar-


maşık, çok daha sinsi bir şey olduğunu düşündürüyordu ona. I.ord Prestor İttifak üyeleri arasında barış yaratmak için çaba­lıyor olabilirdi; ama Kanatlıölüm sadece kan ve kargaşa isti­yordu... ve bu da onun önemsiz bir tahta kral olmasının ge­tirdiği barışın, daha sonrası için tasarladığı çok daha büyük karışıklığa giden ilk adım olacağı anlamına geliyordu. Evet, bugünkü barış yarınki süvûş demekti.

Bunu Kirin Tor'dakilere anlatamazsa da Krasus'un konuşa­bileceği başkaları da vardı. Onlar tarafından defalarca redde­dilmişti; ama belki bu defa içlerinden biri onu dinlerdi. Bel­ki de büyücünün hatası onların aracılarını kendi yanma ça­ğırması olmuştu. Belki de dehşeti onların odalarından içeri sokarsa büyücüyü dinlerlerdi.

Evet... o zaman onu dinleyebilirlerdi.

Krasus karanlık odasının ortasında durmuş, kukuletasını yüzünü tamamen örtecek kadar öne çekilmişti. Ağzından, kendisini yardımlarına en çok ihtiyaç duyduklarından birinin yanma götürecek sözcükler döküldü. Yeterince aydınlık ol­mayan odanın görüntüsü bulanıklaştı ve tamamen karardı...

Ve hemen sonra büyücü buz ve karla kaplı bir mağara­daydı.

Krasus buraya çok çok uzun zaman önce yaptığı ziyaretle­re rağmen, çevresine korku ve saygının birleşimi bir hisle ka­lakalmış halde göz gezdirdi. Kimin bölgesinde durduğunu bi­liyordu ve yardımına ihtiyaç duydukları içinde en çok buradakinin bu küstah tecavüze kızacağını da. Kanatlıölüm bile bu dondurucu mağaranın efendisine saygı duyardı. Çok az kişi şimdiye kadar soğuğun kalbi olan, yaşam barındırmayan Northrend'deki bu odaya gelmişti... ve çok daha azı buradan sağ çıkabilmişti.

Saf kristaldenmiş gibi duran kocaman sarkıtlar buzlu ta­vandan sarkıyordu. Bazıları büyücünün iki, hatta üç katı uzunluktaydı. Diğer kayalık oluşumlar, sadece mağara zemi-


ninin çoğunu değil, duvarları da kaplayan kaim kar örtüsün­den dışarı taşıyordu. İç taraflardaki bir geçitten odaya ışık gi­riyor, her tarafa titreşerek parıldayan hayalet görüntüleri saçı­yordu. Bu büyülü yerin dışındaki soğuk ve donuk topraklardan bir şekilde içeri girmiş olan, hafif rüzgârın sarkıtlara her değişinde oluşan gökkuşakları odanın içinde dans ediyordu.

Ancak bu kış manzarasının güzelliği ardında başka kor­kunç görüntüler saklıydı. Krasus büyüleyici kar örtüsünün içindeki donmuş şekilleri ve hatta yer yer bazı uzuvları seçe­biliyordu. Çoğunun bu bölgede yaşayan az sayıdaki iri hay­vanlara ait olduğunu biliyordu; ama birkaçı, özellikle de tüy­ler ürpertici bir ölümle bükülmüş elin belli ettiği bir tanesi, buraya izinsiz girmeye cüret edenlerin sonlarım ortaya koyu­yordu.

Davetsiz misafirlerin akıbetinin kaçınılmazlığını belli eden daha sinir bozucu kanıtlar, muhteşem buz oluşumlarının içinde gizliydi çünkü bunlardan bazılarının içinden geçmişte çağırılmadan gelmiş olanların donmuş cesetleri sarkıyordu. Krasus en bildik olanlarından birkaç buz trolünü seçebildi. Güneydeki akrabalarının vücutlarının iki katından daha geniş vücutlarıyla bunlar devasa, barbar, soluk derili yaratıklardı. Ölüm onları alırken pek şefkat göstermemişti. Hepsinin yü­zünde ıstırabın izleri vardı.

Büyücü bakmaya devam ettikçe wendigo olarak bilinen acımasız hayvan adamlardan ikisini gördü. Onlar da ölümcül buzların içinde donup kalmıştı; ama troller korkunç ölüm anında duydukları dehşeti yansıtırken wendigolar yüzlerinde öfkeyle dolu ifadelerle taşlaşmışlardı. Sanki hiçbiri böylesine bir belaya bulaştıklarına inanamıyordu.

Krasus buz tutmuş odada ilerlerken dehşetli koleksiyonda­ki diğer parçalara göz atıyordu. Burada en son bulunduğun­dan beri diğerlerine bir elfle iki ork eklenmişti. Bu da sava­şın bu ıssız ikametgâha kadar yayıldığını gösteriyordu. Ork-


lardan biri daha nasıl bir sonla karşı karşıya olduğunu fark edemeden donmuş gibi görünüyordu.

orkların ilerisinde rastladığı bir ceset Krasus'un bile ürpermesine neden oldu. Bu ilk bakışta dev bir sürüngen gibi duruyordu, bu buz tutmuş cehennemde bulunması yeterince garip bir yaratıktı. Ama bir halka şeklinde bükülmüş vücudun üst kısmı birden değişmeye, silindirik şekli insan gövdesine benzer bir yapıya dönüşmeye başladı; ama bu insan gövdesi bir miktar pulla kaplıydı. İki enli kol, büyücüyü yaratığın tüyler ürpertici yazgısına katılmaya davet eder gibiydi.

Ağzı ince bir yarıktan ibaret, dişleri bir ejderhanınkiler ka­dar keskin olan ve yassı burnu dışında bir elfinkini andıran bir yüz yeni geleni selamlıyordu. Gözbebekleri olmayan ka­ranlık gözler hiddetle parlıyordu. Vücudunun alt kısmı görün­meyen, karanlıklar içindeki varlık, elf ya da insan sanılabilir-di ama Krasus onun aslında ne olduğunu biliyordu... daha doğrusu bir zamanlar ne olduğunu. İsmi büyücünün ağzında, sanki Krasus'un karşısındaki uğursuz, buzlarla kaplı kurban onu zorluyormuş gibi istemsizce şekillenmeye başladı.

"Ma..." diye başladı Krasus.

"Sssen küssstahsssm, başşşka bir şşşey değil, değil, değil," diye sözünü kesti, rüzgârla sürükleniyormuş gibi gelen, fısıl­tı halindeki bir ses.

Yüzü görünmeyen büyücü döndüğünde duvarlardan bi­rindeki buzun bir kısmının öne çıktığını gördü... ve sonra da insana yakın bir şeye dönüştüğünü. Gerçi bacaklar biçimsiz bir açıyla bükülmüş, çok inceydi ve vücudu da daha çok bir böceğinkini andırıyordu. Baş kısmı da bir insanınkiyle sade­ce üstünkörü benzerlik içindeydi. Çünkü gözleri, burnu ve ağzı varsa da bunlar sanki sanatçının biri kardan bir heykel yapmaya başlamış ama yüz hatlarını belirten ilk çizgiler bel­li oldukça bunun anlamsız bir fikir olduğuna karar verip işi­ni yarıda bırakmış gibiydi.


Titrek ışıkla parlayan bir pelerin tuhaf figürü örtüyordu. Pelerinin kukuletası yoktu; ama ardında upuzun ve sivri uç­lu yakaları yükseliyordu.

"Malygos..." diye mırıldandı Krasus. "Keyfîn nasıl?"

"Rahatsssız edilmedikçççe huzzzurluyum, huzzzurluyum, huzzzurluyum."

"Başka seçeneğim olmadığından buradayım."

"Her zaman başka bir ssseçççenek vardır... Gidebilirsssin, gidebilirsssin, gidebilirsssin! Yalnızzz kalırım!"

Ama büyücü mağaranın efendisinin sözleriyle yılmış de­ğildi. "Yoksa burada neden bu kadar sessiz ve bu kadar yal­nız kalmak zorunda kaldığını unuttun mu, Malygos? Bu ka­dar çabuk mu unuttun? Sonuçta sadece birkaç yüzyılda..."

Buzla kaplı yaratık yüzünün göz sayılabilecek kısımlarını yeni gelene dikmiş, mağaranın çevresinde tehditkâr ve kibir­li bir şekilde yürüyordu. "Hiçççbir şşşeyi unutmadım, unut­madım, unutmadım!" dedi sert rüzgâr. "Hele de karanlık günleri hiççç..."

Krasus, devamlı Malygos'un karşısında kalmak için yavaş hareketlerle dönüyordu. Karşısındakinin saldırması için bir sebep göremiyordu ama diğerleri içinde, hâlâ yaşayanların en yaşlısı olan Malygos'un belki birazcık kafadan üşütmüş olabi­leceğini ima edenler olmamış değildi.

Değnek gibi incecik bacaklar kar ve buzun üstünde ra­hatlıkla hareket ediyor, o bacakların ucundaki pençeler ze­minin derinlerine kadar saplanıyordu. Bu, Krasus'a soğuk iklimli kutuplardaki insanların kızaklarla hareket etmesini hatırlattı.

Malygos'un görüntüsü hep böyle olmamıştı. Hatta şimdi bile bu şekle bürünmek zorunda değildi. Malygos şu an için bu görüntüye sahipti çünkü zihninin derinliklerinde bir yerde bu şekli doğuştan sahip olduğu şekle bile tercih edi­yordu.


"O zaman kendine Kanatlıölüm diyenin sana ve senin ka­nından olanlara ne yaptığım hatırlıyorsun."

Acayip yüzü çarpılan, pençeleri gerilen Malygos tıslamaya  benzer bir ses çıkardı.

"Hatırlıyorum..."

Mağara birden daha sıkışık bir yer halini almıştı sanki. Krasus, Malygos'un azap dolu dünyasına boyun eğmenin kendisini teslim etmek demek olacağının fazlasıyla bilincinde olduğundan iradesine hakim olarak bekledi.

"Hatırlıyorum!"

Buz sarkıtları titreşti. Onların çıkardığı ses önce tiz bir çan sesiyken, sonra hızla yükselerek neredeyse kulakları sağır ede­cek bir çınlamaya dönüştü. Malygos buzların arasında yol açarak büyücünün yanma geldi. Ağzı keskin ve geniş bir çi­zikten ibaretti. Ahım sönük bir taklidi olan yerin altındaki çu­kurlar derinleşmişti.

Kar ve buz etrafa yayıldı, büyüdü ve odayı gittikçe daha fazla doldurdu. Krasus'un etrafında bir miktar kar bir hortum gibi döndü, yükseldi ve efsanelere yaraşır büyüklükte hayali bir dev şeklini aldı... Kışa özgü bir ejderhanın şekli... Haya­letlere özgü bir ejderhanın şekli...

"Yemini hatırlıyorum," diye yıları gibi tısladı korkunç figür. "Yaptığımızzz anlaşşşmayı hatırlıyorum'. Başşşka kim-ssse ölmeyecek! Dünya sssonsssuzzza dek korunacak!"

Büyücü başıyla onayladı. Kukuletası yüzünü gizlediği için Malygos bile bu hareketini görmemişti. "İhanete kadar."

Kar ejderhası kanatlarım gerdi. Gerçekten daha hayal, hayal­den daha gerçekti. Mağaranın efendisinin duygularına tepkiyle hareket ediyordu. Haşmetli çeneleri bile sanki asıl konuşan Malygos değil de hayali kuklaymış gibi açılıp kapanıyordu.

"İhanete, ihanete, ihanete kadar..." Kar ejderhası etrafa buz par­çaları püskürttü. Bu buzlar o kadar sert ve ölümcüldü ki ka­yalık duvarlara saplanıp kaldılar. "Kanatlıölüm'e kadar!"


Krasus tek elini Malygos'un göremeyeceği bir yerde tuttu. Her an hızlı bir büyü yapmak için bu elini kullanması gere­kebilirdi.

Neyse ki korkunç yaratık kendine hakim olabildi. Başını iki yana sallayarak (kar ejderhası da onun bu hareketini tek­rarladı) daha aklı başında bir sesle ekledi: "Ancak ejderhanın çağı zzzaten sssona ermişşşti ve hiçççbirimizzz, hiçççbiri-mizzz, hiçççbirimizzz, ondan korkmak içççin bir sssebep göre­medik! Ama o, dünyanın görüntülerinden biriydi; onun en bayağı ve düzzzensssizzz yansssımasssı! Hepsssinin içççinde en çççok onun çççağı kalıcı olmuşşştu!"

Krasus tam önündeki zemin titreyince geri sıçradı. Önce Malygos'un kendisini gafil avlamaya çalıştığını sandı; ama bir saldırı gelmedi. Bunun yerine zemin yükselerek başka bir ejder­ha şekli oluşturdu. Bu seferki toprak ve kayadan oluşuyordu.

"Gelecek içççin, demişşşti," diye devam etti Malygos. "Dün­yadaki yaşşşama gözzz kulak olmak içççin geriye sssadece in-sssanlarm, elfierin ve cücelerin kalacağı zzzaman içççin, de­mişşşti! Bütün toplulukları, bütün sssürüleri, bütün büyük ejder­haları... görüntüleri... bir araya getirip korkunççç parçççayı tekrar yaratalım, tekrar şşşekiliendirelim ve böylece bizzz yok olup gittikten sssonra bile dünyanın korunmasssım sssağlayacak anahtar elimizzzde olsssun!" Kafasını yukarı kaldırıp, yarattığı iki hayale baktı. "Ve ben, ben, ben... ben, Malygosss, ona dessstek olup diğerlerini ikna ettim!"

İki ejderha birbirlerinin etrafında bir sarmal oluşturarak döndüler, birbirlerine dönüştüler ve defalarca iç içe geçip durdular. Krasus gözlerini onlardan ayırıp kendi kendine bir gerçeği hatırlattı: Karşısındaki yaratık Kanatlıölüm'den diğer bütün yaratıklardan tiksindiğinden daha fazla tiksiniyor olsa da bu, Malygos'un ona yardım edeceği anlamına gelmiyor­du... hatta onun dondurucu mağaradan çıkmasına izin vere­ceği anlamına da.


"Ve böylece bütün ejderhalar, özzzellikle de görüntüler, o şşşeyi kendileriyle doldurdu. Bir anlamda kendilerini ona bağladılar..." dedi yüzü görünmeyen büyücü.

"Kendilerini sssonsuzzza dek onun insssafma bıraktılar!"

Krasus başıyla onayladı. "Onun kendileri üstünde sonsuza dek güç sahibi olacak tek şey olmasını sağladılar ama o za­man onun aslında ne olduğunu bilmiyorlardı." Eldivenli el­lerinden birini kaldırıp bahsi geçen nesnenin bir illüzyonunu yarattı. "Ne kadar aldatıcı göründüğünü hatırlıyor musun? Ne kadar basit görünümlü bir nesne olduğunu hatırlıyor mu­sun?"

Görüntünün oluşmasıyla Malygos'un şaşkınlıktan nefesi kesildi ve yaratık detışetle sindi. İkiz ejderhalar yıkıldı, kar ve kaya parçaları her tarafa saçıldı ama ne büyücüye ne de onun ev sahibine dokunmadılar. Gümbürtü boş geçitlerde yankı­landı. Kuşkusuz yukarıdaki engin, boş ve vahşi topraklara ka­dar ulaşacaktı ses.

"Kaldır onu ortadan, kaldır onu ortadan, kaldır onu orta­dan!" dedi Malygos, neredeyse inleyerek. Pençeli elleri, belli belirsiz şekiller olan gözlerini korumaya çalışıyordu. "Onu bana daha fazla gösterme!"

Ancak Krasus'un durmaya niyeti yoktu. "Bak ona, dostum! Irkların en eski olanının çöküşüne bak! İblis Ruhu olarak bili­nen şeye bak!"

Basit, parıltılı disk büyücünün eldivenli avucunun üstün­de dönüyordu. Bu o kadar gösterişsiz bir altın ödüldü ki ger­çekte sahip olduğu güç fark edilmeden birçoklarının elinden geçip gitmişti. Buradaki sadece bir illüzyon olmasına rağmen Malygos'un kalbine o kadar büyük bir korku salmıştı ki ya­ratığın kendini ona bakmaya zorlaması bir dakikadan fazla sürmüştü.

"Bütün ejderhaların özünü oluşturan büyülerle işlendi, ilk başta  Ateş   Lejyonu'nun iblisleriyle  savaşmak için  yaratıldı


ama sonra onu yaratan büyüsel güçleri içine hapsetti!" Başlı­ğı yüzünü örten büyücü Malygos'a doğru yaklaştı. "Ve savaş bittikten hemen sonra Kanatlıölüm tarafından bütün diğer ej­derhalara ihanet etmek için kullanıldı! Onun tarafından, müttefiklerine karşı kullanıldı..."

"Kesss artık! îblisss Ruhu kayboldu, kayboldu, kayboldu; ve sssiyah ejderha da öldü, elf ve insssan büyücüleri tarafından katledildi!"

"Öyle mi?" Krasus iki ejderha hayalinden geriye kalanlara doğru bir adım attı ve büyülü diskin görüntüsünü yok edip onun yerine bir başka görüntü oluşturdu. Bir insan görüntü­sü, siyahlara bürünmüş bir adam... Gözleri, görünüşünün dü­şündürdüğünden çok daha yaşlı olan, kendinden emin, genç bir asilzade...

Lord Prestor...

"Bu adam, bu ölümlü Alterac’ın yeni kralı olacak. Lordaeron İttifakı'nın tam kalbindeki Alterac’ın, Malygos. Onda sa­na tanıdık gelen bir şey yok mu? Özellikle sana?"

Buzla kaplı yaratık yakma geldi. Gözleri sahte asilzadenin dönüp duran görüntüsündeydi. Malygos, Prestor'u dikkatle, ihtiyatla inceledi... ve duyduğu dehşet yavaş yavaş arttı.

"Bu bir insssan değil!"

"Söyle, Malygos. Kimi gördüğünü söyle."

İnsansı olmayan gözler Krasus'unkilerle buluştu. "Bunu sssen de çççok iyi biliyorsssun! 0 Kanatlıölüm!" Bir zamanlar bir ejderhanın heybetli suretine sahip olan şekilsiz varlık hay­vansı bir tıslama çıkardı. "Kanatlıölüm..."

"Evet, Kanatlıölüm," diye karşılık verdi Krasus. Sesinin to­nu neredeyse duygusuzdu. "İki kez öldü sanılan Kanatlıölüm. İblis Ruhu'nu kullanan ve Ejderhanın Günü'ne geri dönüş umutlarını sonsuza kadar sona erdiren Kanatlıölüm... Şimdi de kendi hain arzuları için genç ırkları yönetmek isteyen Kanatlıölüm."


"Onları birbirleriyle sssavaşşştıracak..."

"Evet, Malygos. Onları geriye sadece çok azı kalıncaya ka­dar birbirleriyle savaştıracak... ve sonra da Kanatlıölüm kalanların işini bitirecek. Onun nasıl bir dünya arzu ettiğini bili­yorsun. Sadece kendisinin ve onun takipçilerinin yer aldığı bir dünya... Kanatlıölüm'ün arındırılmış diyarı... Kendi cin­sinden olmayan ejderhalara bile yer olmayan bir dünya."

"Hayıııır...."

Malygos'un şekli birden her yönde genişledi ve derisi sü­rüngen derisi görüntüsü aldı. Bu derinin rengi de buz beya­zından koyu ve soğuk, gümüşi mavi bir renge dönüştü. Ba­cakları kalınlaştı ve yüzü uzayıp ejderha görüntüsüne yaklaş­tı. Ama Malygos dönüşümünü tamamlamadı ve bu durum onu bir ejderhayla bir böceğin korkunç bir karışımını andı­ran, kâbuslardan fırlamış bir canavar şeklinde bıraktı. "Ben onunla ittifak kurdum ve bu yüzzzden sssürüm yıkımı yaşşşa-dı. Ben, benden geriye kalan ssson şşşeyim! İblisss Ruhu benim çççocuklcırımı ve arkadaşşşlarımı benden aldı. Sssadece hepimizzze ihanet edenin yok olup gittiği ve lanetli dissskin yeryüzün­den sssonsssuzzza dek sssilindiği gerçççeğiyle yaşşşadım..."

"Bizler de öyle, Malygos."

"Ama o yaşşşıyor! Yanşıyor!"

Ejderhanın ani hiddeti mağarayı titretti. Buzdan mızraklar karla kaplı zemine saplanarak Krasus'u daha fazla sallayan ye­ni sarsıntılar yarattılar.

"Evet, o yaşıyor, Malygos. Senin kurban verdiğin her şe­ye rağmen yaşıyor..."

Dehşetli dev ona dikkatli bir bakış attı. "Çççok şey kaybet­tim... çççok fazla! Ama sssen, kendine Krasssus diyen sssen, bir zzzamanlar bir ejderha vücudunda olan sen de her şşşeyini kay­bettin!"

Çok sevdiği kraliçesine ait hayaller Krasus'un zihninden hızla geçti. Alexstrasza’nın kırmızı sürüsünün göklerde süzül-düğü günlerin hayalleri zihninde dalga dalga canlandı...


Krasus bir zamanlar onun eşlerinin ikincisi olmuştu... ama sevgide ve bağlılıkta birincisiydi.

Büyücü başını iki yana sallayıp zihninden acı veren hatı­raları dağıttı. Göklerde devriye gezme arzusunu bir kez daha bastırmak zorundaydı. Koşullar değişene kadar insan olarak kalmak zorundaydı, Krasus olarak kalacaktı... kırmızı ejderha Korialstratz olarak değil.

"Evet... çok şey kaybettim," diye karşılık verdi sonunda Krasus. Kendine hakim olabilmişti. "Ama bir şeyi geri kazan­mayı umuyorum... Hepimiz için bir şeyi."

"Nasssıl?"

"Alexstrasza'yı serbest bırakacağım."

Malygos delice bir kahkahayla kükredi. Uzun uzun ve zalim bir kahkahaydı bu, deliliğiyle bile açıklanamayacak kadar uzun bir kahkaha... Kahkahası, büyücünün tam istediği gibi alayla doluydu. "Bu sssenin içççin gayet faydalı olur... tabii böylesssi-ne imkânsssız bir hedefi gerçççekleşşştirebilirsssen! Peki bu ba­na ne yarar sssağlayacak? Bana ne öneriyorsssun, ufaklık?"

"Onun hangi Görüntü olduğunu biliyorsun. Onun senin için ne yapabileceğini biliyorsun."

Kahkaha kesiliverdi. Malygos tereddüt içindeydi. İnanmak istemediği belliydi ama çaresizce buna engel olamıyordu. "Bunu yapamazzz... yoksssa yapabilir mi?"

"Ben bunun mümkün olabileceğine inanıyorum. Çabala­rına değecek kadar yüksek bir ihtimal olduğuna inanıyorum. Hem zaten seni bekleyen başka bir gelecek var mı ki?"

Büyücünün karşısındakinin ejderha hatları daha da yoğun­laştı ve vücudu inanılmaz bir şekilde şişmeye başladı. Şimdi ar­tık Krasus'un beş, on, hatta yirmi katı büyüklüğünde bir ca­navar duruyordu aynı yerde. Dehşetli yaratıkta Malygos'un ilk başta sahip olduğu görüntüsünden neredeyse eser kalmamıştı. Krasus'un karşısında bir ejderha duruyordu. İnsanoğlunun var olmasından önceki zamanlardan beri görülmemiş bir ejderha...


Gerçek vücuduna geri dönüşüyle birlikte Malygos'un kay­gıları da geri dönmüş görünüyordu çünkü hemen Krasus'un hem sorulmasını beklediği, hem de. bundan korktuğu soruyu sormuştu: "Orklar... Orklar onu nasssıl tutsssak edebiliyorlar? Bunu hep merak ettim, merak ettim, merak ettim..."

"Onu esir edebilmelerinin tek yolunu biliyorsun, dos­tum."

Ejderha gümüş rengi kafasını geri çekip tısladı. "îblisss Ru­hu mu? Bu değersssiz yaratıklar îblisss Ruhu'na mı sssahip? O kötülük dolu görüntüyü bu yüzzzden mi bana gösssterdin?"

"Evet, Malygos, İblis Ruhu onlarda ve ellerine ne geçirdik­lerinin tam olarak bilmediklerini sanıyorsam da Alexstrasza'yı gücünün son kertesinde tutmaya yetecek kadarını biliyorlar... ama işin en kötü yanı bu değil."

"Bundan daha kötü ne olabilir?"

Krasus yaşlı ejderhayı neredeyse Ejderhakraliçesi'ni kurtar­maya yardım etmesini sağlayacak kadar akıl sağlığına yaklaş­tırdığını biliyordu; ama Malygos'a şimdi söyleyecekleri bu başarısını bir anda yerle bir edebilirdi. Ama yine de sevgili dişisine aşkından da öte nedenlerle, Kirin Tor büyücülerin­den biri kılığında gizlenen ejderha, tek olası müttefikine ger­çeği söylemek zorundaydı. "Artık Kanatlıölüm’ün benim ne yaptığımı bildiğini sanıyorum... Lanetli disk... ve Alexstrasza... onun olana kadar durmayacak."


on

 

Son birkaç gündür ikinci kez Rhonin ağaçların arasın­da uyandı. Ancak bu sefer onu karşılayan Vereesa’nın yüzü değildi ve bu durum büyücüde biraz düş kırık­lığı yarattı. Onun yerine, karşısında kararmakta olan bir gök­yüzü ve mutlak sessizlik vardı. Ormanda hiçbir kuş ötmüyor, hiçbir hayvan yaprakların arasında gezmiyordu.

Kötü bir şey olacağına dair bir önsezi büyücünün içine doldu. Yavaş ve ihtiyatlı bir şekilde başını kaldırıp etrafına bakındı. Rhonin ağaçları ve çalıları gördü; ama başka bir şey yoktu. Ortada herhangi bir ejderha yoktu, özellikle de inanıl­maz heybetli ve tehlikeli olan...

"Ooo, demek sonunda uyanabildin..."

Kanatlıölüm?

Rhonin az önce de bakmış olduğu halde soluna dönüp baktı. Gözleri kaygıyla, büyüyen gölgelerin bir kısmının yer­lerinden ayrılıp bir araya gelmesini ve tanıdığı birini andıran, kukuletalı bir adama dönüşmesini seyretti.

"Krasus?" diye mırıldandı ama hemen sonra bunun ken­disinin yüzü görünmeyen hamisi olamayacağını fark etti. Karşısında hareket eden şey gölgeleri gururla taşıyor, onların bir parçasıymış gibi yaşıyordu.

Hayır, ilk tahmininde haklı olmalıydı: Kanatlıölüm. Şekli in­sana benziyordu; ama eğer ejderhalar böyle şekil değiştirebili-


yorduysalaf,  karşısındaki  sadece  siyah canavarın ta kendisi olabilirdi.

Kukuletanın altında bir yüz göründü. Bu karanlık, yakışıklı, şahin bakışlı bir adamın yüzüydü. Soylu bir yüz... En azın­dan görünüşte. "İyi misin?"

"Hâlâ tek parça halindeyim, sağ ol."

İnce ağız, kenarlarında neredeyse bir gülümsemeye ben zer şekilde hafifçe yukarı doğru büküldü. "O zaman beni ta­nıyorsun, değil mi, insan?"

"Sen... Sen Yok Edici Kanatlıölüm'sün."

Adamın çevresindeki gölgeler hareketlenip biraz azaldılar. Neredeyse bir insanın ya da elfin olduğu sanılabilecek yüz bi­raz daha belirginleşti. Ağzın kenarları biraz daha büküldü. "Birçok ismimden biri de bu, büyücü. Ve hem diğerleri ka­dar doğru, hem de diğerleri kadar yanlış bir isim." Kafasını yana eğdi. "Doğru seçim yaptığımı biliyordum. Karşına bu şekilde çıkmama bile şaşırmamış görünüyorsun.

"Sesin aynı. Onu asla unutamam."

"O zaman çoğu kişiden daha akıllısın, ölümlü dostum. Gözlerinin önünde şekil değiş tirşem bile beni tanımayacak olanlar var!" Siluet kıkırdadı. "Eğer kanıt görmek istersen bu­nu hemen şimdi bile yapabilirim!"

"Teşekkür ederim, gerek yok" Gündüzden geriye kalan son izler büyücünün uğursuz kurtarıcısının ardında solup gi­diyordu. Rlıonin ne kadar süredir baygın olduğunu... ve Kanatlıölüm’ün kendisini nereye getirdiğini merak ediyordu. En çok da neden hâlâ hayatta olduğu kafasını kurcalıyordu.

"Benden ne istiyorsun?"

"Senden hiçbir şey istemiyorum, büyücü Rhonin. Daha çok sana görevinde yardım etmek istiyorum."

"Görevimde mi?" Krasus ve Kirin Tor'un merkez konseyi dışında kimse onun gerçek görevini bilmiyordu. Hatta Rho­nin konseydekilerin hepsinin bundan haberdar olduğundan


da kuşkulanmaya başlamıştı. Kendi gizli gündemleri herkes­ten saklanan üstad büyücüler ağzı sıkı kişilerdi her halde. Karşısındaki her ne kadar görevden bahsetse de kesinlikle, bu konulardan habersiz olmalıydı.

"Ah, evet Rhonin, görevin." Kanatlıölüm'ün gülümseme­si birden bire bir insana ait olamayacak kadar genişledi. Bu gülümsemenin ortaya çıkardığı dişler keskin ve sivriydi. "Bü­yük Ejderhakraliçesi'ni serbest bırakmak, muhteşem. Alexstrasza'yı!"

Rhonin içgüdüsel olarak tepki verdi. Ejderhanın onun ger­çek görevini nasıl öğrendiğini bilemiyordu; ama hiç kimse­nin Kanatlıölüm'ün bunu keşfetmesini istemeyeceğinden emindi. Kanatlıölüm bütün varlıkları küçük görürdü ve buna kendi cinsinden olmayan ejderhalar da dahildi. Tarih boyun­ca geçmişe ait hiçbir hikâyede, bu büyük canavar ve kırmızı kraliçe arasındaki bir sevgiden bahsedilmemişti.

Bitkin durumdaki büyücünün acilen hazırladığı büyü sa­vaş zamanında çok işine yaramıştı. Güçlü elleri altı şövalye ve dost bir büyücünün kanıyla sulanmış bir ork saldırdığında bu büyü onun canını almıştı. Başka bir defa büyücü onu daha düşük seviyede kullandığında, Rhonin öldürücü büyüsünü yapmakta olan bir ork sihirbazını etkisiz hale sokmuştu. Bü­tün bunlara rağmen Rhonin onu ejderhalara karşı hiç dene­miş değildi. Parşömenler, büyünün kadim devleri zaptetmek­le özellikle işe yaradığını ısrarla yazardı...

Kanatlıölüm'ün etrafında altın halkalar oluştu...

... ve gölgelerle kaplı figür onların içinden geçip gitti.

"Bu gerçekten gerekli miydi?" Kanatlıölüm'ün pelerininden kır kol uzandı. Eli işaret etti.

Rhonin'in yattığı yerin hemen yanında duran bir taş de­lice cızırdamaya başladı... ve sonra da büyücünün gözleri önünde eridi. Eriyik halindeki taş, toprağın içine akıp her bulduğu çatlaktan içeri sızdı ve eridiği kadar hızlı bir şekil-


de gözden kayboldu. Bütün bunlar sadece bir iki saniye sür­müştü.

"Bunu sana da yapabilirdim, büyücü, eğer istemiş olsaydım. Artık bana iki kez hayat borçlusun; bunun üçüncü ve son olmasını ister misin?"

Rhonin mantıklı davranıp başını hayır anlamında salladı.

"En sonunda makul bir hareket." Kanatlıölüm ona doğru geldi. Yaklaştıkça daha somutlaşıyordu. Bu sefer büyücünün diğer tarafını işaret etti. "İç. Onu son derece canlandırıcı bu­lacaksın."

Bakışlarını aşağı çeviren Rhonin çimlerin üstünde bir şa­rap testisinin durduğunu gördü. Onun birkaç saniye önce orada olmadığı gerçeğine rağmen Rhonin içkiyi aldı ve hiç tereddüt etmeden testiyi ağzına dayayıp yudumladı. Bunun bir nedeni şu anda dayanılmaz susuzluğunun onu zorlamasıysa da asıl neden ejderhanın, ret cevabını başka bir küstah­ça davranış olarak algılayabilecek olmasıydı. O anda Rhonin'in elinden gelen tek şey işbirliğiydi... ve umut etmek.

Siyahlara bürünmüş figür tekrar hareketlendi. Tam anla­mıyla belirsizleşiyor, adeta gerçekliğim kaybediyordu. Değil Kanatlıölüm’ün, herhangi bir ejderhanın bile insan şekline bürünebilmesi büyücüyü rahatsız ederdi. Bunun gibi bir ya­ratığın Rhonin'in halkı arasında neler yapabileceğini kim bi­lebilirdi? Böyle düşünülürse Rhonin, Kanatlıölüm’ün bu yön­temle karanlık gücünü çoktan yaymadığını nereden bilebilirdi?

Ve öyleyse ejderha neden şimdi böyle bir sırrı Rhonin'e açsındı... eğer sonunda onu susturmak gibi bir niyeti yoksa?

"Hakkımızda çok az şey biliyorsun."

Rhonin'in gözleri açılı verdi. Kanatlıölüm’ün güçleri ara­sında başkalarının düşüncelerini okumak da mı vardı acaba?

Ejderha, insanın sol tarafına yerleşti. Dalga dalga kabaran cüppesinin ardında kaldığı için Rhonin'in göremediği bir sandalye ya da iri bir kayaya oturuyormuş gibiydi. İki yana dökülen saf gece kadar karanlık saçlarının arasında hiç kırpıl-


mayan, kapkara gözler Rhonin'in bakışlarıyla buluştu ve on­ları bozguna uğrattı.

Büyücü bakışlarım kaçırırken Kanatlıölüm bir önceki sö­zünü tekrarladı: "Hakkımızda çok az şey biliyorsun."

"Ejderhalar... ejderhalar hakkında çok fazla belge yok. Araştırmacıların çoğunu yediler."

Kendi espri yapma çabası Rhonin'e çok cılız gelse de Kanatlıölüm bunu çok eğlendirici bulmuş gibiydi. Ejderha güldü. Zalim bir kahkahaydı bu. Başkaları için delice sayıla­bilecek bir kahkaha...

"Irkınızın ne kadar komik olabileceğini unutmuşum, kü­çük dostum! Ne kadar komik!" Çok geniş, çok etkileyici bir gülümseme bütün o uğursuz ihtişamıyla yüzüne geri döndü. "Evet, bunda doğruluk payı vardır mutlaka."

Tehditkâr siluetin karşısında yatmaktan artık rahatsız olan Rhonin oturduğu yerde doğruldu. Ayağa da kalkmayı düşün­müştü; ama Kanatlıölüm’ün tek bir bakışı', büyücüyü bunu böylesine nazik bir zamanda yapmanın pek akıllıca olmaya­cağı konusunda uyarır gibiydi.

"Benden ne istiyorsun?" diye tekrar sordu Rhonin. "Senin için ne önem taşıyorum?"

"Sen ulaşılacak amaç için bir araçsın. Uzun zamandır ger­çekleşmesi mümkün olmayan bir hedefe giden yolsun... Ça­resiz bir yaratığın çaresiz bir hamlesi..."

Rhonin ilk başta anlayamadı. Sonra ejderhanın yüzündeki düş kırıklığı ifadesini gördü. "Sen... çaresiz misin?"

Kanatlıölüm tekrar ayağa kalktı. Kollarını sanki uçmaya niyetliymiş gibi açtı. "Ne görüyorsun, insan?"

"Simsiyah bir adam. Ejderha Kanatlıölüm’ün başka bir kı­lığa girmiş hali."

"Dışarıdan bakıldığında doğru bir cevap; ama daha fazla­sını görmüyor musun, küçük dostum? Irkımın sadık birlikle­rini görmüyor musun? Siyah ejderhaları... ya da aynı şekilde


kırmızı olanları, bir zamanlar, insanların ve hatta elflerin ge­lişinden çok önceleri gökyüzünü dolduran ejderhaları görü­yor musun?"

Kanatlıölüm’ün lafı tam olarak nereye getirmeye çalıştı­ğından emin olamayan Rhonin başını iki yana sallamakla ye­tindi. Bir tek şeyden emin olmuştu: Konu akıl sağlığı olunca bu yaratık pek kararlı sayılmazdı.

"Onları görmüyorsun," diye söze girdi ejderha. Derisi de şekli de birazcık daha sürüngenleşmişti. Gözleri kısıldı ve diş­leri uzayıp keskinleşti. Cüppeli figürün kendisi bile irileşmiş-ti. Sanki bir çift kanat cüppesini delip dışarı taşacaktı. Kanat-hölüm maddeden çok gölgeye dönüşmüştü, artık dönüşümü­nün ortasındaki büyülü bir varlıktı.

"Onları görmüyorsun," diye tekrar söze girdi, gözlerini kı­sa bir süre için kapatarak. Kanatlar, gözler, dişler... hepsi ye­niden bir saniye önceki görüntülerini aldı. Kanatlıölüm maddeselliğini de insanlığını da geri kazanmıştı; her ne kadar in­sanlığı sadece yüzeydeyse de. "... çünkü onlar artık yoklar."

Oturdu ve avucu yukarı dönük olan elini uzattı. Birden bu elin yukarısında görüntüler canlandı. Yemyeşil bir ihtişamla kaplı bir dünyada küçük, ejderhamsı şekiller uçuyordu. Her tarafta gökkuşağının renkleriyle süslü ejderhalar kanat çırpı­yordu. İnsanın içine işleyen bir mutluluk hissi havayı doldur­muş, bu Rhonin'i bile etkilemişti.

"Dünya bizimdi ve ona çok iyi bakıyorduk. Büyü bizim-di ve onu çok iyi koruyorduk. Yaşam bizimdi... ve onun key­fini çok iyi sürüyorduk."

Ancak resme yeni bir şey eklenmişti. Kuşkulu gözlerle ba­kan büyücünün bu küçük şekillerin elfler olduğunu anlama­sı birkaç saniye sürdü ama bunlar Vereesa gibi elfler değildi. Bunların da kendilerine göre bir güzelliği vardı ama bu so­ğuk, kibirli bir güzellikti. Sonuçta Rhonin'de tiksinti uyandı­ran bir güzellik...


"Ama başkaları geldi: Kısa ömürlü aşağı ırklar. Aptalca cüretkârlıklarıyla, çok büyük bir tehlike yaratacağını bildiğimiz bir işe giriştiler." Kanatlıölüm'ün sesi neredeyse kara elflerin güzelliği kadar soğuk bir tona bürünmüştü. "Ve akılsızlıkları  yüzünden başımıza iblisleri getirdiler."

Rhonin hiç düşünmeden öne doğru eğildi. Bütün büyü­cüler Ateş Lejyonu da denilen iblis güruhunun efsanelerini araş­tırırdı; ama böylesine dehşetli varlıklar bir zamanlar var ol­muşsa bile Rhonin buna dair bir kanıt bulamamıştı. Onlarla karşılaştığını iddia edenlerin çoğu, genelde akli dengesinin güvenilirliği tartışılır kişilerdi.

Ancak büyücü, iblislerin bir anlık görüntüsünü yakalama- . ya çalışırken Kanatlıölüm birden elini kapatıp görüntüyü or­tadan kaldırdı.

"Ejderhalar olmasaydı bu dünya ayakta kalamazdı. Bin ta­ne ork güruhu bile bizim karşı karşıya geldiğimiz şeyle, ken­dimizi feda ettiğimiz şeyle kıyaslanamazdı! O zaman bir tek varlık gibi dövüştük! İblisleri dünyamızdan kovarken kanları­mız savaş meydanlarına karıştı..." Siyahlar içindeki adam göz­lerini bir an için kapattı. "... ve bunlar olurken aslında kur­tarmaya çalıştığımız şeyin idaresini kaybettik. Irkımızın çağı sona erdi. Elfler, cüceler ve sonunda insanlar geleceği sahip­lendiler. Sayımız azaldı ve daha da kötüsü, birbirimizle savaş­tık. Birbirimizi katlettik."

Buraya kadarını Rhonin de biliyordu. Herkes var olan beş ejderha sürüsünün arasındaki kini bilirdi, özellikle de siyah ve kırmızı olanların. Bu kinin kaynağı geçmiş çağların içinde kaybolup gitmişti ama belki büyücü şimdi bu korkunç ger­çeği öğrenebilirdi. "İyi ama bu kadar çok şeyi feda ettikten sonra neden birbirinizle savaştınız?"

"Yanlış fikirler, yanlış anlaşmalar... Anlatmaya vaktim olsa da hepsini kavrayamayacağım birçok etken." Kanatlıölüm içi­ni çekti. "Ve bu etkenler yüzünden sayımız-bu kadar azaldı."


Bakışları değişip tekrar yoğunlaştı. Bu bakışlar Rhonin'inkileri delip geçecek gibiydi. "Ancak bunlar geçmişte kaldı! Yapıl­ması gerektiği halde yapılmamış olan her şeyi telafi edeceğim... Yapmış olmam gereken her şeyi, insan. Ejderhakraliçesi Alexstrasza'yı serbest bırakmana yardım edeceğim."

Rhonin ağzından çıkacak ilk karşılığı son anda engelledi. İyi huylu tavırlarına ve büründüğü kılığa rağmen karşısında­ki hâlâ ejderhaların en korkuncuydu. Kanatlıölüm arkadaşça ve samimi davranıyordu ama yine de yanlış bir sözcük Rhonin'i tüyler ürpertici bir ölüme götürebilirdi.

"Ama..." Sözcüklerini dikkatle seçmeye çalıştı. "Sen ve o düşmansınız."

"Irkımın bu kadar uzun zamandır savaşmasına neden olan aynı anlamsız sebepten dolayı. Hatalar yapıldı, insan; ama ar­tık bunları düzelteceğim." Gözleri büyücüyü kendine çekti, kendi gözlerinin ta içine kadar. "Alexstrasza ve ben düşman olmamalıyız."

Rhonin buna katılmak zorundaydı. "Tabii ki olmamalısı­nız."

"Bir zamanlar en büyük müttefiklerdik, en iyi dostlar... ve bu tekrar olabilir, bana katılmıyor musun?"

Büyücü bu, insanın içine işleyen gözler dışında bir şey göremiyordu. "Katılıyorum."

"Sen de onu tek başına kurtarmak için yola çıktın."

Rhonin'in içine bir tedirginlik hissi doldu ve büyücü bir­den Kanatlıölüm’ün bakışlarından rahatsız oldu. "Bunu na­sıl... bunu nasıl öğrendin?"

"Bunun bir önemi yok, değil mi?" Gözler, insanınkileri tekrar ele geçirdi.

Rahatsızlık hissi geçti. Her şey ejderhanın delici bakışlarıy­la geçip gitti. "Hayır, sanırım yok."

"Tek başına başarısız olurdun. Buna hiç kuşku yok. Şim­diye kadar neden vazgeçmedin, bunu ben bile anlayamıyo-


rum! Ama şimdi, şimdi benim yardımımla, imkânsızı başara­bilirsin, dostum. Ejderhakraliçesi'ni kurtaracaksın!"

Bunu söyledikten sonra Kanatlıölüm bir elini ileri uzattı. Bu elin avucunda küçük, gümüş bir madalyon duruyordu.Rhonin'in parmaklan görünüşte kendi istemleriyle uzanıp madalyonu aldı ve kendine yaklaştırdı. Rhonin bakışlarını aşağı çevirip madalyonun çevresine oyulmuş rünleri ve orta­sındaki siyah kristali inceledi. Rünlerden bazılarının anlamım biliyordu; diğerleriniyse, güçlerini sezebilse de hayatında hiç görmemişti.

"Alexstrasza'yı kurtarabileceksin, benim sevimli, küçük kuk­lam." Ağzındaki geniş gülümseme sonuna kadar yayıldı. "Çünkü bununla, sana bütün yol boyunca rehberlik etmek için ben de orada olacağım..."

Bir ejderha nasıl ortadan kaybolabilirdi?

Bu soru kim bilir kaçıncı kez sinir bozucu varlığıyla kar­şılarına dikiliyordu; ama buna ne Vereesa’nın, ne de onun yol arkadaşının bulabildiği tatmin edici bir cevap yoktu. Da­ha da beteri gece Khaz Modan'ın üstüne çökmeye başlamıştı ve zaten çoktan beridir halsiz düşmüş olan griffon kesinlikle daha fazla ilerleyecek durumda değildi.

Kanatlıölüm, uzakta da olsa, bütün yolculuk boyunca gö­rüş mesafesinde kalmıştı. Gözleri elfinkiler kadar keskin ol­mayan Falstad bile iri siluetin Khaz Modan'ın içlerine doğru uçtuğunu görebilmişti. Kanatlıölüm sadece ara sıra bir bulu­tun içine girdiğinde ortadan kaybolmuştu; ama bunlar da bir iki saniye kadar sürmüştü.

Son bir saate kadar...

Devasa yaratık ve yükü daha önce girdikleri gibi son bir bu­lutun içine girmişti. Falstad griffonunu aynı istikamette tutmuş ve hem Vereesa, hem de cüce, canavarın diğer tarafta görün­mesini beklemişti. Bu bulut tek başına duran, güney doğrultu-


sunda kilometrelerce mesafedeki en yakın buluttu. Korucu ve yol arkadaşı onun neredeyse tamamını görüyordu. Kanatlı-ölüm'ün çıktığı zamanı kaçırmış olmaları mümkün değildi.

Buluttan hiçbir ejderha çıkmamıştı.

Dikkatle bakarak beklemişlerdi. Bekleyecek halleri kalma­yınca da Falstad hayvanını buluta doğru sürmüştü. Bu kesin­likle Kanatlıölüm'ün orada saklanıyor olması riskine katlan­mak demekti. Ancak siyah ejderha hiçbir yerde yoktu. Ejder­haların en büyüğü ve en uğursuzu kelimenin tam anlamıyla ortadan kaybolmuştu.

"Bu bi işe yaramayacak, elf leydim," diye sonunda seslen­di griffon binicisi. "İnmemiz gerekecek. Ne biz daha fazla ilerleyebiliriz, ne de bu zavallı binek!"

Vereesa'nın içinde bir yer bu takibi devam ettirmek istese de elf buna razı olmak zorundaydı. "Pekâlâ!" Korucu aşağı­daki manzaraya göz gezdirdi. Bildiği kadarıyla kıyı ve orman­lar epey zaman önce çok daha kayalık, yaşama daha az elve­rişli bir bölgeye dönüştürülmüştü. Bu bölge de sonunda Grim Batol kayalıklarının içine kadar ulaşmıştı. Hâlâ ağaçlık araziler vardı; ama genele bakıldığında bitki örtüsü çok sey­rek kalıyorlardı. Ejderhalarıyla devriye gezen orklar tarafından fark edilmeden saklanabilecekleri tek yer tepelerdi. "Şu ileri­deki bölge nasıl?"

Falstad, korucunun ileriyi işaret eden parmağını takip et­ti. "Saçlı sakallı nineme benzeyen şu eğri büğrü tepeleri mi; diyorsun? Evet, güzel seçim! O tepelere doğru alçalacağız!"

Bitap düşmüş olan griffon alçalma komutuna minnetle ita­at etti. Falstad bineği en sık tepelere doğru yönlendirdi, tam olarak da diğerlerinin arasında küçük bir vadi gibi kalan bir tanesine. Hayvan inerken Vereesa sıkı sıkı tutundu. Gözleri iniş sırasında bile olası bir tehlikeyi kolluyordu. Khaz Modan'ın bu kadar derinlerinde orkların mutlaka uç karakolları olmalıydı.


"Aerie'ye şükürler olsun!" diye gürledi cüce, griffondan indiklerinde. "Göklerdeki özgürlüğü ne kadar sevsem de hiç-bi şeyin üstünde bu kadar zaman oturulmaz!" Griffonun as­lan yelesini okşadı. "Ama sen iyi bir hayvansın ve de suyla yemeği fazlasıyla hak ediyorsun!"

"Yakında bir akarsu gördüm," diye bilgi verdi Vereesa. "Belki balık da vardır."

"O canı isterse gidip onu bulur." Falstad bineğinin yula­rım ve ona bağlı diğer koşumlarını çıkardı. "Ve bunu kendi başına yapar." Griffonun sağrısına hafifçe vurdu ve hayvan havaya doğru sıçradı. Yaratık üstündeki yüklerden kurtulun­ca tekrar eski enerjik halini almıştı.

"Bu yaptığın akıllıca mı?"

"Sevgili elf leydim, onun gibisi için balık pek doyurucu değildir! En iyisi daha uygun bi şey avlaması için yalnız kal­ması. Karnı doyunca geri gelecektir. Birisi onu görse de... eh, Khaz Modan'da bile hâlâ birkaç vahşi griffon var." Korucu ra­hatlamış görünmediğinden Falstad ekledi: "Sadece kısa bi sü­re için gidecek. Anca kendimize bi yemek hazırlamamıza ye­tecek kadar bi süre."

Yanlarında az bir erzak vardı. Cüce hemen bunları bölüş­türdü. Yakında akan bir dere olduğu için ikisi de matarala­rında ne kadar su kaldıysa içtiler. Orklarla dolu bir bölgenin bu kadar içlerinde ateş yakmak söz konusu olamazdı. Neyse ki gece soğuk geçmeyecek gibiydi.

Griffon gerçekten de çabucak midesini doyurup geri dön­müştü. Hayvan Falstad’ın yanma yerleşti. Cüce yemeğini bi­tirip bir elini yavaşça yaratığın kafasına koydu.

"Görünürde bi şey yok," dedi sonunda. "Ama orkların ya­kınlarda olmadığını varsayamayız."

"Sırayla nöbet mi tutmamız lazım?"

"Yapılacak en iyi iş bu olur. İlk sıra benim mi, senin mi?"


Uyuyacak hali olmayan Vereesa gönüllü oldu. Falstad iti­raz etmedi ve içinde bulundukları koşullara rağmen hemen uzanıp birkaç saniye sonra da uykuya daldı. Vereesa cücenin bunu yapabilmesini takdir etti. Keşke kendisi de bu bakım­dan onun gibi olabilseydi.

Gece, çocukluğunda yaşadığı ormanlara göre çok sessiz , geldi ona; ama korucu kendi kendine bu kayalık toprakların yıllar önce orklar tarafından yağmalandığını hatırlattı. Doğru, vahşi yaşam hâlâ varlığını sürdürebilmişti (griffonun doymuş karnı buna kanıttı) ama Khaz Modan'daki yaratıkların çoğu QulThalâs'takilere göre daha tedirgindi. Orklar da ejderha­lar da ağırlıklı olarak taze etle beslenirdi.

Gökyüzünde birkaç yıldız göze çarpıyordu ama elf ırkına özgü gece görüşü olmasaydı Vereesa karanlıkta neredeyse kör gibi kalırdı. Rhonin'in bu karanlıkta nasıl yol aldığını merak etti. Tabii ki hâlâ hayatta olması halinde... Acaba o da burasıyla Grim Batol arasındaki çorak topraklarda mı dolaşıyordu? Yoksa Kanatlıölüm onu buralardan bile ötedeki bir yere, hatta belki de korucunun hiç bilmediği bir diyara mı götürmüştü?

Rhonin'in siyah ejderhayla bir tür ittifak içinde olduğuna inanmak istemiyordu ama eğer öyle bir şey yoksa Kanatlı­ölüm büyücüden ne isteyebilirdi ki? Acaba Vereesa kendisini ve Falstad'ı çılgın gibi ejderhanın peşine taktığı halde, zırhlı devin taşıdığı değerli yük Rhonin değil miydi?

Bir sürü soru vardı ama hiç cevap yoktu. Morali bozulan korucu cüceden ve onun bineğinden uzaklaşıp kefene sarıl­mış gibi duran tepeleri ve ağaçları incelemeye cesaret etti. Üstün görüş gücüyle bile görünenler karanlık şekillerden iba­retti. Kilometrelerce mesafede hiç ork yokmuş gibiyse de bu karartılar elfe çevresindekilerin daha bunaltıcı ve tehlikeli gö­rünmesine neden oldu.

Kılıcı hâlâ kınında olan Vereesa biraz daha ilerlemeyi gö­ze aldı. Az sonra budanmış bir çift ağaçla karşılaştı. İki


 

 

 

 

 

 

 

 

 

de içinde çok az yaşam kalmıştı. Elf onlara sırayla dokundu­ğunda onların ne kadar halsiz, ölmeye ne kadar hazır olduk­larım hisseti. Az da olsa Güruh'un yarattığı dehşetten çok ön­celerine varan geçmişlerini de sezebiliyordu. Bir zamanlar Khaz Modan, tepe cücelerinin ve başkalarının evlerini kurdu­ğu sağlıklı bir yerdi. Ancak cüceler orkların bitmek tükenmek bilmeyen saldırıları karşısında kaçmışlar ama bir gün geri dönmeye yemin etmişlerdi.

 

 

 

 

 

Oysa ağaçlar kaçamamıştı.

 

 

Elf tepe cücelerinin geri dönüş gününün yakın olduğunu hissediyordu; ama o zaman geldiğinde bu ağaçlar ve onlar gi­bi birçok şey için artık çok geç olacaktı. Khaz Modan yeni­den canlanabilmek için onlarca yıla gereksinim duyacaktı... eğer bir gün bunu başarabilirse tabii ki.

"Metin olun," diye ağaçlara fısıldadı Vereesa. "Size söz ve­riyorum yeni bir Bahar gelecek." Ağaçların ve diğer bütün bitkilerin dilinde Bahar sadece bir mevsim değil aynı zaman­da umut, hayatın yeniden doğuşu demekti.

Elf geri çekildiğinde iki ağaç da biraz daha düz, biraz da­ha uzun görünüyordu. Sözlerinin onlar üstündeki etkisi Vereesa'yı gülümsetti. Büyük bitkilerin birbirleriyle anlaşmak için elflerin bile kavrayışının ötesinde yöntemleri vardı. Bel­ki onun cesaretlendirmesi diğerlerine de ulaşacaktı. Belki de onlardan bazıları her şeye rağmen hayatta kalacaktı. Elf bunu sadece umut edebilirdi.

Ağaçlarla kurduğu kısa iletişim korucunun zihnindeki ve kalbindeki yükü hafifletmişti. Kayalık tepeler artık o kadar kötülük dolu gelmiyordu ona. Elf şimdi daha istekli ilerliyor­du. Her şeyin en iyi şekilde sonuçlanacağından emindi, hat­ta Rhonin için bile.

Nöbet süresinin sonu beklediğinden çok daha çabuk gel­mişti. Vereesa neredeyse Falstad'ı bir süre daha uyandırmamayı düşünüyordu (horultusundan anlaşıldığı üzere cüce de-


rin bir uykudaydı) ama yorgunluğu savaşta bocalamasına ne­den olursa, sorun olmaktan başka işe yaramayacağım da bili­yordu. Elf biraz isteksiz de olsa yol arkadaşının yanma geri   gitmek için döndü...

... ve bir anda durdu. Kurumuş bir dalın neredeyse duyulmayacak kadar hafif bir sesle kırılması, korucuyu birinin ya da bir şeyin yaklaşmakta olduğu konusunda uyarmıştı.

Vereesa, Falstad'ı uyandırmaya kalkışmadı çünkü karşısında- I kini gafil avlama şansını kaçırmak istemiyordu. Uyuklayan griffon binicisinin ve bineğinin yarımdan geçerken arkadaki karan­lık manzarayla ilgileniyormuş  gibi  davranıyordu.  Yine  aynı yönden daha hafif bir kıpırtı sesi duydu. Acaba sadece bir tek davetsiz misafir mi vardı? Belki öyleydi, belki de değildi. Ses | onu bu tarafa çekmek için özellikle yapılmış olabilirdi, böylece Vereesa sessizce bekleyen diğer düşmanları fark etmeyecekti.

Hafif kıpırtı sesi tekrar geldi... ve onu yabani bir ötüş ta­kip etti. Ardından muazzam bir şekil elfin yanından geçti.

Vereesa hareket edenin, ağaçların arasındaki canavar bir mahluk değil de Falstad’ın griffonu olduğunu anladığı halde silahını hazır etmişti. Elf gibi, hayvan da zor duyulan sesi fark etmiş ama korucunun aksine eldeki seçenekleri hesap etme ,| gereği duymamıştı. Kanatlı yaratık kendi soyunun taşıdığı keskin bir içgüdüyle tepki vermişti.

"Ne var?" diye homurdandı Falstad, bir cüceden beklen­meyecek bir rahatlıkla ayağa fırlayarak. fırtınaçekicini çek­miş, dövüşmeye hazırdı.

"Şu yaşlı ağaçların ardında bir şey var! Bineğin onun pe­şinde!"

"İyi, umarım onu yemeden ne olduğunu görmeye fırsatı­mız olur!"

Vereesa 'karanlıkta sadece griffonun gölgelerle kaplı silu­etini görebiliyor ama düşmanlarını seçemiyordu. Ancak ko­rucu, kanatlı yaratığınkinin yanında başka bir çığlık daha du-


yabiliyordu. Bu, hiç de bir meydan okuma çığlığı gibi çık­mıyordu.

"Hayır! Hayır! Git başımdan! Git başımdan! Üstümden çe­kil! Ben lezzetli bir lokma değilim!"

İkili, çılgın seslenişlere doğru koştu. Griffonun köşeye sı­kıştırdığı şey her neyse pek tehdit gibi durmuyordu. Ses ta­nıdık gelmişti; ama kime ait olduğunu bilemiyordu elf.

"Geri dur!" diye bineğine seslendi Falstad. "Geri dur, de­dim! Söz dinle!"

Aslansı yaratık ilk başta söz dinlemeye hevesli görünmü­yordu, sanki yakaladığı şeyin kendisine ait olduğu ya da ser­best bırakmaya gelmeyecek bir şey olduğu kanısındaydı. Ga­galı kafasının ardındaki karanlıktan ağlamaklı bir ses geliyor­du. Fazlasıyla ağlamaklı bir ses...

Çocuğun biri Khaz Modan’ın orta yerinde tek başına gez­meye mi kalkmıştı? Elbette öyle bir şey olamazdı. Orklar bu toprakları yıllardır ellerinde tutuyordu! Böyle bir çocuk nere­den gelebilirdi ki?

"Lütfen, ah lütfen, lütfen! Bu önemsiz zavallıyı şu cana­vardan kurtarın..   Pöfff! Amma da nefesi varmış!"

Elf donup kaldı. Hiçbir çocuk böyle konuşmazdı.

"Geri dur, seni kahrolasıca!" Falstad bineğinin sağrısını tokatladı. Hayvan bir kez kanatlarını gerip gırtlaktan gelen bir sesle öttü, sonra da geriye gidip avından uzaklaştı.

Kısa ve kaslı bir figür sıçrayarak ayağa kalktı ve hemen di­ğer tarafa doğru yöneldi; ama korucu daha hızlı hareket edip ileri atılmıştı. Vereesa davetsiz misafiri yakaladığında elinde­kinin upuzun bir kulak olduğunu fark etti.

"Ah! Lütfen canımı yakma! Lütfen canımı yakma!"

"Ne yakaladın?" diye mırıldandı griffon binicisi, elfin yanı­na gelerek. "Hiç bu kadar ayaklayan bi şey görmedim! Sustur onu yoksa icabına bakmak zorunda kalacağım! Duyabilecek ka­dar yakındaki bütün orkları koşar adım buraya getirecek!"


"Ne dediğini duydun," dedi canı sıkılan elf, elinin altın­da kıvranıp duran şekle. "Sessiz ol!"

İstenmeyen konukları sustu.-
             Falstad belindeki bir keseye uzandı. "Burada durumu biraz aydınlatacak bi şeyim var, elf       leydim. Gerçi sanırım ne tür bi leş yiyen yakaladığımızı biliyorum!"

Cüce küçük bir nesne çıkardı. Çekicini kenara koyduktan sonra bu nesneyi kaim el ayalarının arasında ovdu. Bunu ya­par yapmaz nesne soluk bir ışıkla parlamaya başladı. Birkaç saniye sonra parlama artmış ve sonunda da nesnenin bir tür kristal olduğu ortaya çıkmıştı.

"Ölen bi arkadaşın hediyesiydi," diye açıkladı Falstad. Pa­rıldayan kristali tutsaklarının yanma yaklaştırdı. "Şimdi baka­lım haklı mıymışım... Evet, ben de böyle düş ünmüş tüm!"

Vereesa da aynı şeyi düşünmüştü. O ve cüce, bulabilecek­leri en güvenilmez yaratığı tutsak almışlardı: Bir goblini.

"Casusluk mu yapıyordun?" diye gürledi korucunun yol arkadaşı. "Belki de senin hemen icabına bakıp bu işi hallet­meliyiz!"

"Hayır! Hayır! Lütfen! Bu rezil yaratık bir casus değil! Ork dostu değilim ben! Sadece emirleri dinledim!"

"Peki o zaman burada ne işin var?"

"Saklanıyorum! Saklanıyorum! Gece gibi bir ejderha gör­düm! Ejderhalar goblinleri yemeye çalışır, bilirsiniz!" Çirkin, yeşil yaratık bu son sözünü sanki herkesin anlaması gereken bir şeymiş gibi söylemişti.

Gece gibi bir ejderha mı? "Siyah bir ejderha mı demek istiyor­sun?" Vereesa goblini kendine yaklaştırdı. "Gördüğün şey bu muydu? Ne zaman?"

"Çok değil! Karanlık çökmeden hemen önce!"

"Gökte miydi, yerde miydi?" . "Yerde! O..."

Falstad elfe baktı. "Bi goblinin sözüne güvenemezsin, elf leydim! Onlar doğru kelimesinin anlamını bilmez!"


' Bir tek soruya cevap verebilirse ona inanırım. Goblin, bu ejderha yalnız mıydı, eğer değildiyse yanındaki kimdi?"

"Goblin yiyen ejderhalardan bahsetmek istemiyorum!" di­ye başladı goblin; ama Vereesa’nın kılıcının dürtmesiyle söz­cükler bir anda ağzından dökülmeye başladı: "Yalnız değil! Yalnız değil! Yanında başka biri var! Belki yemek için; ama önce konuşmak için! Dinlemedim! Sadece uzaklaşmak iste­dim! Ejderhaları ve büyücüleri sevmem..."

"Büyücüler mi?" dedi elfle Falstad. Vereesa umutlarına ha­kim olmaya çalışıyordu. "O iyi durumda mıydı, şu büyücü yani? Sağlığı yerinde miydi?"

"Evet..."

"Tarif et onu."

Goblin küçücük kol ve bacaklarını sallayarak kıvrandı. Ko­rucu ince 'görünen bu kollara aldanacak değildi. Goblinler bi­çare görüntülerinin ardına gizlenen güçleri ve kurnazlıklarıyla ölümcül birer savaşçıya dönüşebilirdi.

"Kızıl yeleli ve acayip kibirli! Uzun boyluydu ve koyu ma­vilere bürünmüş! Hiç isim bilmiyorum! Hiç isim duyma­dım!"

Çok ayrıntılı bir tarif sayılmazdı; ama kesinlikle yeterliydi. Kaç tane uzun boylu, koyu mavi cüppeli, kızıl saçlı büyücü olabilirdi ki burada? Hele de Kanatlıölüm'ün yanında...

"Bu bana senin arkadaşın gibi geldi," diye karşılık verdi Falstad, homurdanarak. "Anlaşılan sonuçta haklıymışsın."

"Peşinden gitmemiz gerek."

"Karanlıkta mı? Birincisi, elf leydim, daha hiç uyumadın bile ve ikincisi, karanlık bizi gözlerden uzak tutsa da başka bi şeyi görmemizi de feci zorlaştırır... Hatta bi ejderhayı bile!"

Takibe hemen şimdi devam etmeyi ne kadar istese de Ve­reesa cücenin haklı olduğunu biliyordu. Yine de sabaha ka­dar bekleyemezdi. Değerli zaman geçip gitmiş olurdu. "Sade-


ce birkaç saate ihtiyacım var, Falstad. Bana bu kadar zaman ver, sonra da yola çıkalım."

"Hâlâ karanlık olacak... ve belki unutuyorsun ama ne kadar büyük olursa olsun Kanatlıölüm gece gibi simsiyahtır!"

"Onu aramak zorunda değiliz ama." Elf gülümsedi. "En azından onun nereye indiğini biliyoruz zaten... ya da aramız­dan biri biliyor."

İkisi de bakışlarını gobline çevirdi. Yaratığın, başka bir yerde olmayı çok istediği belliydi.

"Ona güvenebileceğimizi nereden bileceğiz? Bu küçük, yeşil hırsızların nam salmış yalancılar olduğu uydurulmuş bi şey değil!"

Korucu kılıcının keskin ucunu goblinin gırtlağına doğru çevirdi. "Çünkü elinde iki seçenek olacak: Ya bize Kanatlı-ölüm'ün ve Rhonin'in nereye indiğini gösterecek ya da onu kesip ejderhalara yem yapacağım."

Falstad kıkırdadı. "Ne dersin, Kanatlıölüm'ün midesinin bile bunun gibi bi şeyi kaldırabilir mi?"

Kısa boylu tutsakları titredi ve hiç gözbebeği olmayan, te­dirgin, sarı gözleri katıksız bir korkuyla büyüdü. Kılıcın ucu­nun yakınlığına rağmen çılgın gibi hoplayıp zıplamaya baş­lamıştı goblin. "Size memnuniyetle gösteririm! Gerçekten memnuniyet duyarım! Ben ejderhalardan korkmam! Size reh­berlik edip arkadaşınıza götüreceğim!"

"Sesini alçalt, seni sersem!" Korucu, şeytani yaratığı tutan elinin baskısını artırdı. "Yoksa dilini kesmemi mi istersin?"

"Özür, özür, özür..." diye mırıldandı yeni yol arkadaşla­rı. Şimdi sesini kısmıştı goblin. "Bu sefil yaratığa zarar ver­meyin..."

"Peh! Bu, goblinler için bile zavallı bi mahluk!"

"Bize yolu gösterdiği sürece önemi yok."

"Bu zavallı size çok iyi rehberlik edecek, hanfendi! Çok çok iyi!"


Vereesa durumu iyice bir düşündü. Onu şimdilik bağla­mamız lazım..."

"Onu bineğime bağlayacağım. Bu, iğrenç kemirgeni kont­rol altında tutar."

Goblinin yüzü bu son öneri üzerine iyice hasta bir görü­nüm aldı. O kadar kötü görünüyordu ki gümüş saçlı korucu, yeşil yaratığa acımış ti biraz. "Pekâlâ; ama hayvanının ona za­rar vermemesini sağla."

"O hareketlerine dikkat ettiği sürece." Falstad tutsağa bir bakış attı.

"Bu zavallı mahluk hareketlerine dikkat edecek; sahiden, gerçekten..."

Vereesa kılıcının ucunu goblinin gırtlağından çekip onu biraz sakinleştirmeye çalıştı. Belki de biraz incelikle acınacak haldeki varlıktan daha fazla yararlanabilirlerdi. "Bizi gitmek istediğimiz yere götürürsen biz de seni, aç bir ejderhayla kar­şılaşmadan önce serbest bırakacağız. Bu konuda sana söz ve­riyorum." Bir an sustu. "Bir adın var mı, goblin?"

"Evet, hanfendi, evet!" Vücuduna göre çok iri olan kafası yukarı aşağı sallandı. "Adım Kryll, hanfendi, Kryll!"

"Peki, Kryll, dediğimi yap ki her şey yolunda gitsin. Ne demek istediğimi anlıyor musun?"

Goblin hafifçe zıpladı olduğu yerde. "Ah, evet evet, anlı­yorum, hanfendi! Sizi temin ederim bu sefil yaratık sizi tam gitmeniz gereken yere götürecek!" Elfe delice bir sırıtışla bak­tı. "Size söz veriyorum..."


 

 

 

 

 

 

on bîr.

H

ekros bir sonraki hareketine karar vermeye çalışırken iblis Ruhu'na dokundu. Ork komutanı neredeyse bü­tün gece uyuyamamıştı. Torgus'un görevinden dönememiş olması yaşlı savaşçının içini kemiriyordu. Başarama­mış mıydı? İki ejderha da ölmüş müydü? Eğer öyleyse insan­lar Alexstrasza'yı kurtarmak için ne biçim bir kuvvet yollamış olabilirlerdi? Terkilerinde büyücüleri taşıyan griffon binicile­rinden oluşan bir ordu mu? Kesin olan İttifak’ın bile böyle büyük bir kuvveti yollamaya gücünün yetmeyeceğiydi. Hele de kuzeydeki savaş ve kendi iç çekişmeleri sürerken...

içindeki kaygıları paylaşmak için Zuluhed'le temas kurma­ya çalışmıştı ama şaman onun büyüsel mesajına karşılık ver­memişti. Ork bunun ne demek olduğunu biliyordu: Zuluhed diğer tarafta işler bu kadar korkunç durumdayken kendisine astının hayal ürünü korkuları gibi gelen şeylerle zaman kaybedemezdi. Şaman, Nekros'un, her ork savaşçısının yapması gerektiği gibi kararlılık ve kesinlikle harekete geçmesini bek­liyordu... Bu da sakat subayı tekrar başladığı noktaya döndür­müştü.

İblis Ruhu ona büyük bir komuta gücü veriyordu ama Nekros, onun gerçek gücünün küçük bir kısmını bile anlayama­dığının farkındaydı. Aslında cehaletinin derinliğini idrak et­mesi orku, büyülü nesneyi şu ana kadar kullandığı kadardan


daha fazla kullanmayı denemeye kalkışmaktan bile alıkoyuyor­du. Zuluhed hâlâ astına ne teslim ettiğinin farkında değildi. Nekros'un kendi kendine keşfettiği kadarıyla İblis Ruhu öyle bitmek bilmez bir güce sahipti ki ustalıkla kullanıldığında, ork subayının Khaz Modan’ın kuzey bölgesinde toplandıkla­rını bildiği İttifak güçlerinin tamamını büyük ihtimalle silip süpürebilirdi.

Sorun, dikkatsizce kullanıldığında diskin bütün Grim Bator'u ortadan kaldırabilecek olmasıydı.

"Bana iyi bir balta ve iki işe yarar bacak ver, seni en ya­kın yanardağa fırlatayım..." diye altın diske mırıldandı ork.

Bu sırada bezgin görünümlü bir savaşçı Nekros'un karar­gah odasından içeri daldı. Komutanının sinirli bakışını umur­samaz görünüyordu. "Torgus dönüyor!"

Sonunda iyi haber! Komutan derin bir nefes verip rahat­ladı. Torgus dönüyorsa en azından bir tehlike sona ermiş de­mekti. Nekros koltuğundan neredeyse sıçrayarak kalktı. Tor­gus'un en azından bir tutsak getireceğini umuyordu; Zuluhed her halde bunu beklerdi. Biraz işkencenin ardından yalvarıp yakaracak olan insandan kuzeye yapılacak olan akınla ilgili ih­tiyaç duydukları her şeyi kesinlikle öğrenirlerdi. "En sonun­da! Ne kadar uzakta?"

"Birkaç dakika. Daha fazla değil." Diğer orkun çirkin yü­zünde sinirli bir ifade vardı ama Nekros bunu şimdilik gör­mezden geldi. Güçlü ejderha binicisini karşılamak için sabır­sızlanıyordu. En azından Torgus onu düş kırıklığına uğratma­mıştı.

İblis Ruhu'nu ortadan kaldırıp ejderha binicilerinin iniş ve kalkışlarda kullandığı geniş mağaraya doğru aceleyle ilerledi. Haberi getiren savaşçı hemen arkasından geliyordu. Garip bir şekilde sessizdi ama Nekros bu seferki sessizliği memnuniyet­le karşıladı. Tek duymak istediği Torgus'un, yabancılara kar­şı kazandığı büyük zaferle ilgili anlatacaklarıydı.


İçlerinde hayatta kalmış olan binicilerin çoğunun bulun­duğu bir kısım ork da Torgus'u mağaranın geniş ağzında bekliyordu. Nekros bu düzensizliğe kaşlarını çattı; ama onların da kendisi gibi, üstün savaşçının muzafferane gelişini sa­bırsızca beklediğini biliyordu.

"Yol açın! Yol açın!" Çevresindekileri iterek geçerken tan yerinin soluk ışığına doğru baktı. Önce iki ejderhayı da gö­remedi. Yakında burada olacaklarını fark eden gözcünün bü­tün orklardan daha keskin gözleri vardı anlaşılan. Sonra... sonra Nekros yavaş yavaş uzaklardaki karanlık bir şekli fark etti. Yaklaştıkça büyüklüğü de artıyordu.

Sadece bir tane miydi? Takma bacaklı ork homurdandı. Bu da başka bir büyük kayıptı; ama tehlike bertaraf edildiğine göre artık Nekros bunu idare edebilirdi. Ork hangi ejderha­nın geri döndüğünü bilemiyordu; ama diğerleri gibi o da bunun Torgus'un bineği olmasını bekliyordu. Hiç kimse Grim Batol'un en büyük savaşçısını yenemezdi.

Ama yine de... ejderhanın şekli belirginleştikçe Nekros onun düzensiz bir şekilde uçtuğunu fark etti. Kuyruğu he­men hemen kontrolsüzce sallanıyor, kanatları parçalanmış gi­bi duruyordu. Gözlerini kısınca canavarı gerçekten de-bir bi­nicinin idare ettiğini gördü; ama bu binici, bilinci tam ola­rak yerinde değilmiş gibi eğerine neredeyse yarı yığılmış bir şekilde oturmuştu.

Rahatsız edici bir ürperti komutanın omurgası boyunca dolaştı

"Yer açın!" diye bağırdı ork. "Yer açın! İniş için çok faz­la yere ihtiyacı olacak!"

» Gerçekten de Nekros paldır küldür kenara çekilirken, Tor­gus'un bineğinin bu geniş mağaradaki hemen her boşluğa ihtiyacı olacağını fark etti. Ejderha yaklaştıkça uçuşundaki ka­rarsızlık kendini daha çok belli ediyordu. Öyle kötü bir ma­nevra yaptı ki kısa bir an için Nekros dev yaratığın mağara-


mın yan tarafına çarpacağını bile düşündü. Ancak en sonun­da, belki de terbiyecisinin yönetimiyle, kırmızı canavar içeri girmeyi başardı.

Ejderha yere çarparak onların arasına indi.

Yaralı canavar hızını alamayıp öne doğru kayınca orklar şaşkınlık ve dehşetle bağırıştılar. Kanatlardan birinin çarptığı bir savaşçının ayakları yerden kesildi. Kuyruk öne arkaya sav­rularak duvarlara sert darbeler indirdi ve tavandan iri kaya parçalarının düşmesine neden oldu. Nekros duvarlardan biri­ne sıkı sıkı yaslanıp dişlerini kenetledi. Her tarafta tozlar uçu­şuyordu.

Birden mağaraya bir sessizlik çöktü. Bu sessizlik anında ej­derhanın yolundan çekilmeyi başarmış olanlar ve sakat subay, karşılarındaki devasa yaratığın mağarasına geri dönebilmiş ol­duğunu fark etmeye başladı... ama ölmek için.

Ama binici için aynı şey geçerli değildi. Tozların içinden bir figür yükseldi. Sendeleyen ama yine de etkileyiciliğini ko­ruyan figür kendini dev cesetten kurtarıp kayarak aşağı indi. Yere vardığında neredeyse dizlerinin üstüne düşüyordu. Ağ­zından kanla toprak tükürdü ve sonra elinden geldiğince et­rafına bakındı. Bir şey arıyordu... Bir şey...

Nekros'u arıyordu.

"Yenildik!" diye böğürdü ejderha binicilerinin en cesuru, en güçlüsü. "Yenildik, Nekros!"

Torgus'un kibirli halinin yerini başka bir şey almıştı. Ko­mutanı, geç de olsa bunun teslimiyet olduğunu anladı. Her zaman için tereddütsüz savaşa giren Torgus şimdi fazlasıyla yenilgiyi kabul etmiş görünüyordu.

Hayır! Hayır, o olmamalıydı! Yaşlı ork elinden geldiğince hız­lı bir şekilde büyük savaşçısına doğru topalladı. Yüzündeki ifade kararmıştı. "Sus! Bu konuşmaların hiçbirini istemiyo­rum! Kabileleri utandırıyorsun! Kendini utandırıyorsun!"

Torgus  başarabildiği  kadar  bineğinin ölüsüne yaslandı.


"Utandırmak mı? Hiçbir utanç duymuyorum, ihtiyar! Sadece gerçeği gördüm... ve gerçek, artık hiç umudumuzun kalma­dığıdır! Burda umudumuz yok!"

Diğer orkun kendisinden uzun ve heybetli olması gerçe­ğini görmezden gelen Nekros biniciyi omuzlarından yakala­yıp sarstı. "Konuş! Sana böyle haince şeyler söyleten ne?"

"Bak bana, Nekros! Bineğime bak! Bunu neyin yaptığını biliyor musun? Neyle dövüştüğümüzü biliyor musun?"

"Bir griffon sürüsü mü? Büyücülerden oluşan bir ordu mu?"

Hâlâ Torgus'un göğsüne iğneli olan şeref nişanları kan le­keleriyle kaplanmıştı. Ejderha binicisi gülmeye çalıştı ama bir öksürük nöbetine yakalandı. Nekros sabırsızca bekledi.

"Öyle... öyle olsaydı daha adil bir dövüş olurdu! Hayır, sadece bir avuç griffon gördük... büyük olasılıkla onlar yem­di! Öyle olmaları gerek! İşe yarar bir kuvvet olmak için çok küçük..."

"Bırak şimdi bunu! Bunu size ne yaptı?"

"Bunu ne mi yaptı?" Torgus'un bakışları komutanını aşıp diğer savaşçılara vardı. "Ölümün ta kendisi... Siyah bir ejder­ha kılığına bürünmüş ölüm!"

Korku dolu bir şaşkınlık orkların arasında dolaştı. Nekros bu sözler üzerine vücudunun kasıldığını hissetti. "Kanatlı-ölüm mı?"

"Hem de insanlar için savaşıyor! Tam griffonlardan birine saldıracaktım ki bulutların içinden çıktı! Son anda kaçabil­dik!"

Bu olamazdı... ama yine de... olmuş olması gerekirdi. Torgus bu kadar boş bir yalan söylemezdi. Eğer bunu Kanatlı-ölüm'ün yaptığını söylüyorduysa (dev cesedi süsleyen yarık­lar ve kopmuş parçalar da sözlerini epey doğruluyordu) o za­man bunu Kanatlıölüm yapmıştı.

"Anlatmaya devam et! Hiçbir ayrıntıyı atlama!"


Ejderha binicisi kendi durumuna rağmen onun dediğini yaptı. Kendisinin ve diğer orkun önemsiz görünen grubu fark edişini anlattı. Bunlar belki de öncülerdi. Torgus birkaç cüce, bir elf ve en azından bir de büyücü görmüştü. Her nasılsa tek başına ejderhalardan birini katleden bir insan savaşçısının beklenmedik fedakârlığı ayrı tutulursa, basitçe seçilmiş bir gruptu bu.

Diğer ejderha öldüğünde bile Torgus daha fazla sorun çık­masını beklemiyordu. Büyücü biraz canlarını sıkmıştı ama sa­vaşın ortasında ortadan kayboluvermiş, büyük olasılıkla aşağı düşüp ölmüştü. Ork, grubu yok etmeye hazır bir şekilde sal­dırıya geçmişti.

İşte o zaman Kanatlıölüm saldırmıştı. Siyah dev, Tor­gus'un ilk başta terbiyecisinin talimatlarını dinlemeyi redde­dip savaşa giren hayvanını kolaylıkla alt etmişti. Korkak ol­masa da Torgus zırhlı devle savaşmanın anlamsızlığını hemen anlamıştı. Mücadele boyunca defalarca kez bineğine, geri dönmesi için bağırmıştı. Kırmızı ejderha ancak yaraları daya­namayacağı kadar fazlalaşınca binicisine itaat edip kaçmıştı.

Hikâye ilerledikçe Nekros bütün kâbuslarının gerçeğe dö­nüştüğünü gördü. Goblin Kryll onu İttifak’ın, Ejderhakraliçesi'ni orkların elinden almaya çalışacağından haberdar ederken doğruyu söylemişti; ama iğrenç yaratık bu görev için toplan­mış kuvvetler konusunda ya bilgisizdi ya da efendisine söy­leme zahmetine girmemişti. Her nasılsa insanlar inanılmaz olanı başarmışlardı... İki tarafın da saygı duyduğu ve korktu­ğu tek yaratıkla anlaşma yapmışlardı.

"Kanatlıölüm..." diye mırıldandı Nekros.

İyi ama niçin zırhlı devi böyle bir görevde kullanma sa­vurganlığına girmişlerdi ki? Torgus buldukları grubun öncü ya da yem olması gerektiği konusunda kesinlikle haklıydı. Çok daha büyük bir kuvvet onların ardından geliyor olmalıydı.


Nekros aniden hâlâ eksik olan parçayı buldu.

Diğer orklarla yüzleşmek için arkasına döndü. Sesinin tit­rememesi için mücadele ediyordu. "Saldırı başladı; ama kuzeyde değil! İnsanlar ve müttefikleri önce bizim için geliyor­lar!"

Savaşçılar ümitsiz gözlerle birbirlerine baktılar. Güruh'taki kimsenin hayal bile etmediği kadar büyük bir tehditle karşı karşıya olduklarını kesinlikle anlamışlardı. Savaşta yiğitçe sa­vaşıp ölmek başka şeydi, mutlak bir katliama maruz kalacağı­nı bilmek başka şeydi.

Vardığı sonuç Nekros'a çok mantıklı gelmişti. Saldırıya umulmadık bir şekilde batıdan başlayıp Khaz Modan’ın güne­yini ele geçirecekler, Ejderhakraliçesi'ni serbest bırakacaklar ya da katledeceklerdi. Güruh'tan geriye kalanları kuzeyde, Dun Algaz'ın yakınlarında ana desteklerinden yoksun halde bırakacaklardı. Sonra da Grim Batol'dan ilerleyeceklerdi. Gü­neyden ve Dun Modr'dan saldıranların arasında kalanlarla ork ırkının son umutları yıkılacaktı. Hayatta kalanlarsa insanların kurduğu, denetim altındaki iskân bölgelerine yerleştirilecekti.

Zuluhed onu dağ ve tutsak ejderhayla ilgili bütün konu­larda yetkili kılmıştı. Şaman, Nekros'un mesajına cevap vere­cek durumda değildi ve bu da onun, Nekros'a yapması ge­rektiği şeyler konusunda güvendiğini varsayıyor olması de­mekti. Peki o zaman, Nekros da tam olarak bunu yapacaktı.

"Torgus! Kendini toparla ve biraz uyu! Sana daha sonra ihtiyacım olacak!"

"Nekros..."

"Dediğimi yap!"

Yaşlı orkun gözlerindeki öfke, üstün savaşçının bile itira­zından vazgeçmesine neden oldu. Torgus başıyla onaylayıp başka bir savaşçıdan destek alarak uzaklaştı. Nekros dikkatini tekrar diğerlerine yöneltti. "Öncelikli olan her şeyi toplayın ve  arabalara  yükleyin!   Samanla  doldurulmuş   sandıklardaki


bütün yumurtaları taşıyın... ve onları sıcak tutun!" Bir an du­rup kafasında belirlediği yapılacaklar listesini gözden geçirdi. "Hâlâ doğru düzdün eğitilemeyecek kadar vahşi olan, bütün ejderha yavrularını gebertmeye hazır olun!"

Bu son söz Torgus'un durmasına neden oldu. O ve diğer biniciler komutanlarına dehşet dolu gözlerle baktılar. "Yavru­ları gebertmek mi? Onlara ihtiyacımız..."

"Sadece çabuk taşınabilecek şeylere ihtiyacımız olacak... Bir ihtimale karşı dikkate almalıyız!"

Uzun boylu ork bakışlarını ona dikti. "Ne ihtimali ne?"

"Ölümkanadı'nın icabına bakamamam ihtimali ne..."

Şimdi herkes ona, sanki vücudundan ikinci bir kafa çıkmış ve bir ogre oluvermiş gibi bakıyordu.

"Ölümkanat'ın icabına bakmak mı?" diye homurdandı di­ğer binicilerden biri.

Nekros'un gözleri, Ejderhakraliçesi'yle uğraşırken ona en çok yardımı dokunan baş çobanını aradı. "Sen! Benimle gel! Anneyi nasıl taşıyacağımıza karar vermemiz gerek!"

Torgus sonunda neler döndüğünü anlayabilmişti. "Grim Batol'u terk edeceksin! Her şeyi kuzeydeki hatlara götürecek­sin!"

"Evet..."

"Onlar da peşinden gelecek! Kanatlıölüm peşinden gele­cek!"

Takma bacaklı ork homurdandı. "Size bir emir verildi... Yoksa etrafımda güçlü savaşçılar yerine sızlanıp duran ayak­çılar mı var?"

Sözleri istediği etkiyi yaratmıştı. Torgus ve diğerleri dik-leşti. Nekros sakat olabilirdi; ama komuta hâlâ ondaydı. Pla­nının ne kadar delice olduğunu düşünseler de emirlerine ita­at etmek dışında bir şey yapamazlardı.

Yaşlı ork yaralı savaşçıyı ve yolundaki diğer hepsini iterek geçerken zihnindeki düşüncüler kendisinden de hızlı ilerli-


yordu. Evet, Ejderhakraliçesi'ni açık bir yerde, hatta gerekir­se bu mağaranın ağzında tutması şarttı. Nekros için en iyisi bu olacaktı.

O da insanların yapmış olduğu şeyi yapıp bir yem hazır­layacaktı... Başarısız olması halindeyse en azından yumurtalar Zuluhed'e ulaşmalıydı. Sadece onlar bile hayatta kalsa bu Gü­ruh'a fayda sağlardı... ve eğer Nekros zafere ulaşırsa, bu ya­şamına bile mal olsa, orkların hâlâ bir şansı olacaktı.

Güçlü ellerinden biri yavaşça İblis Ruhu'nu taşıyan keseye uzandı. Nekros Kafatasıezen, gizemli tılsımın gücünün sınır­larını merak etmişti... Şimdi bunu öğrenmek için fırsatı ola­caktı.

Şafağın solgun aydınlığı Rhonin'i, ömründe daldığı en de­rin uykulardan birinden kaldırdı. Büyücü biraz çaba göstere­rek dikleşti ve nerede olduğunu anlamak için etrafına bakın­dı. Ağaçlık bir alandaydı, rüyasında gördüğü handa değil. Kendisinin ve Vereesa’nın oturmuş muhabbet ettiği...

Uyandın... Güzel...

Sözcükler beklemediği şekilde zihnine doldu ve onu nere­deyse şoka uğrattı. Rhonin fırlayarak ayağa kalktı, bir çember çizerek döndü ve sonunda sesin kaynağını fark etti.

Boynunda asılı duran küçük madalyona attı elini. Bir ön­ceki gece Kanatlıölüm tarafından kendisine verilen madalyon­du bu.

Madalyonun ortasındaki dumanlı siyah kristalden soluk bir parıltı yayılıyordu. Rhonin ona baktıkça bütün gece boyunca olanları tek tek hatırlamaya başladı. Buna dev yaratığın ver­diği söz de dahildi: Sana bütün yol boyunca rehberlik etmek için ben de orada olacağım, demişti ejderha.

"Neredesin?" diye sordu büyücü.

Başka bir yerde, diye cevapladı Kanatlıölüm. Ama ayni zamanda seninleyim...


Bunu düşünmek Rhonin'i ürpertti. Ejderhanın teklifini ne­den kabul etmişti ki? Her halde başka bir seçeneği olmadığı için...

"Şimdi ne olacak?"

Güneş doğuyor. Yok çıkman lazım...

Çevresine dikkatle göz gezdiren ihtiyatlı büyücü, bakışla­rını doğu tarafındaki manzaraya yöneltti. Ağaçlar bu tarafta azalıp kayalık, kurak bir bölgeye geçiş sağlıyordu. Haritalar­dan bildiği kadarıyla bu alan Grim Batol'a ve orkların Ejderhakraliçesi'ni tuttuğu dağa gidiyordu. Rhonin, Kanatlı-ölüm'ün kendisini buraya kadar getirerek onu birkaç günlük yol tepmekten kurtardığını tahmin etti. Eğer hızlı ilerlerse Grim Batol sadece iki üç günlük mesafede olmalıydı.

Bu yöne doğru yürümeye başlamıştı ki Kanatlıölüm onu hemen durdurdu.

Gitmen gereken yol bu değil.

"Neden? Doğrudan dağa gidiyor."

Ve de orkların pençesine, insan. Bu kadar aptal mısın?

Rhonin bu hakarete sinirlenmişti ama dilinin ucuna kadar gelen sert bir karşılığı içine attı. Sadece: "O zaman nereye?" diye sordu.

Seyret...

Ve birden insanın zihninde, şu anda bulunduğu yerin çev­resinin bir görüntüsü oluştu. Rhonin daha bu olağanüstü res­mi doğru düzgün sindiremeden zihnindeki görüntü hareket et­meye başladı. Resim önce yavaşça, sonra da gittikçe hızlanarak Kelli bir yol boyunca ilerledi. Ağaçların arasından hızla geçip kayalık alana vardı. Buradan kıvrılıp döndü ve görüntüler baş döndürücü bir şekilde hızlanmaya devam etti. Uçurumları ve vadileri ok gibi aştı, belli belirsiz seçilebilen ağaçların arasın­dan geçti. Rhonin zihnindeki görüntüler yüzünden sallanıp düşmemek için en yakın ağaç gövdesine tutunmak zorunda kaldı.


Tepeler yükseldikçe daha tehlikeli göründüler ve en so­nunda da ilk dağlara dönüştüler. Bundan sonra bile, belli bir doruğa sabitlenene kadar, resimler yavaşlamamıştı. Bu doruk büyücünün tereddütlerine rağmen onu kendine çekiyordu.

Doruğun en aşağı kısmına varınca Rhonin'in görüşü öyle aniden yukarı yöneldi ki büyücü neredeyse bütün denge his­sini yitirdi. Görüntü büyük doruğa tırmanırken hep, girinti ve çıkıntı yapan kayalık oluşumlar içeren bölgeleri gösteri­yordu. Yukarıya çıktı, çıktı ve en sonunda dar bir mağara ağ­zına vardı...

... ve başladığı gibi aniden sona erdi. Titreyen Rhonin kendini tekrar yaprakların arasında bulmuştu.

Bu yol senin, hedefimize ulaşmanı sağlayacak tek yol...

"Ama bu yolu izlemek daha uzun sürer. Hem de çok da­ha tekinsiz yerlerden geçmeyi gerektirir!" Dağın yamacını tır­manmayı düşünmek bile istemiyordu. Bir ejderhaya basit ge­len yol bir insan için çok tehlikeli görünüyordu, onun gibi büyü yeteneği olan biri için bile.

Yardım göreceksin. Sana bütün yolu yürümek zorunda olduğunu söyle­medim...

"Ama..."

Yola çıkma zamanın geldi, dedi ısrarla ses.

Rhonin yürümeye başladı... ya da daha doğrusu Rhonin'in bacakları yürümeye başladı.

Bu etki sadece birkaç saniye sürmüştü ama büyücüyü ha­reketlendirmek için yeterli olmuştu. Bacakları kendi kullanı­mına geçince, başka bir ders daha yaşamak istemeyen Rho­nin hızını artırdı. Kanatlıölüm ona aralarındaki bağın ne ka­dar güçlü olduğunu kolaylıkla göstermişti.

Ejderha bir daha konuşmadı; ama Rhonin, Kanatlıölüm'ün onun zihninin derinliklerinde bir yerde pusuya yattığını bili­yordu. Siyah ejderha, bütün gücüne rağmen Rhonin üzerin­de tam bir hakimiyete sahip değilmiş  gibiydi. En azından


Pvhonin'in düşünceleri, ejderha müttefikinin denetiminin ula­şamayacağı bir yerdeymiş gibi görünüyordu. Aksi halde Ka­natlıölüm şu anda büyücüden pek memnun kalmazdı çünkü Rhonin şimdiden kendini ejderhanın etkisinden kurtarmanın bir yolunu arıyordu.

Garipti. Önceki gece Kanatlıölüm'ün kendisine söyledik­lerinin çoğuna inanmaya dünden razı gibiydi, hatta siyah de­vin Alexstrasza'yı kurtarmak istediğiyle ilgili bölüme bile. Ama şimdi içinde bir gerçekçilik hissi doğmuştu. Elbette bü­tün yaratıklar içinde en az Kanatlıölüm en büyük düşmanının serbest kaldığını görmek isterdi. Savaş boyunca kırmızı krali­çenin soyunu yok etmeye çalışan o değil miydi?

Ancak büyücü Kanatlıölüm'ün, konuşmalarının ilerleyen bölümlerinde bu soruya da cevap vermiş olduğunu hatırladı.

"Alexstrasza'nın çocukları orklar tarafından büyütüldü, insan. Bütün di­ğer yaratıklara karşı olmaları için eğitildiler. Kırmızı ejderhanın serbest kal­ması onun soyundan gelmiş olanların neye dönüştüğü gerçeğini değiştirme­yecek. Hâlâ efendilerine hizmet ediyor olacaklar. Onları katlediyorum çün­kü bundan başka seçenek yok... Anlıyor musun?"

Ve Rhonin o zaman bunu anlamıştı. Ejderhanın ona bir ge­ce önce anlattığı her şey gayet doğru gelmişti büyücüye... Ama günün ışıkları altında büyücü bu doğruların altında ya­tanlardan kuşkuya düşmüştü. Kanatlıölüm’ün söylediği her şey, tam olarak söylemek istediklerini yansıtıyor olabilirdi; ama bu onun sözlerinin başka, çok daha karanlık nedenler gizlemediği anlamına gelmiyordu.

Rhonin madalyonu çıkarıp atmaya niyetlendi; ama bunu yapmak kesinlikle zoraki müttefikinin dikkatini çekerdi. Kanatlıölüm için .büyücünün yerini bulmak çok kolay olur­du. Ejderha ne kadar hızlı olabileceğini kanıtlamıştı zaten. Rhonin ayrıca, zırhlı devin kendisi için geri dönmesi halinde ona dostça davranacağından da şüpheliydi.


Şimdilik yapabileceği tek şey seçilmiş olan yolda ilerleme­ye devam etmekti. Rhonin'in aklına yanında herhangi bir er­zak, hatta matara bile olmadığı geldi. Bütün o yükler şimdi denizde, talihsiz Molok'un ve onların griffonlarının yanındaydı. Kanatlıölüm ona herhangi bir şey temin etme gereği bile duymamıştı. Ejderhanın ona önceki gece verdiği yemek ve içki her halde büyücünün alıp alacağı bütün gıdaydı.

Rhonin telaşsızca hareket etmeye devam etti. Kanatlıölüm ondan dağa varmasını istemişti ve büyücü de bunu kabul et­mişti. Her nasılsa Rhonin oraya ulaşacaktı.

Gittikçe daha tehlikeli olan arazide yukarı doğru çıkmaya devam ederken düşüncelerinin Vereesa'ya kaymasını engelle-yemiyordu. Elf görevi için inatçı bir kararlılık göstermişti; ama artık geri dönmüştü elbette... Tabii saldırıdan sağ çık­mışsa... Korucunun hayatını kaybetmiş olabileceği fikri Rho­nin'in boğazının birden düğümlenmesine neden oldu. Büyü­cü bir an tökezler gibi oldu. Hayır, kesinlikle kurtulmuştu. Sağduyu da onun Lordaeron'a ve ırkının yanma döndüğünü söylüyordu.

Evet, kesin böyle olmuştu...

Rhonin durdu. Dönüp etrafına bakınmasını söyleyen bir dürtü dolmuştu içine. Vereesa’nın sağduyulu hareket etmedi­ğine dair büyük bir şüphe duyuyordu. Yola devam etmek ko­nusunda ısrar etmiş, hatta belki de ikna edilmesi imkânsız Falstad'ı bile onu Grim Batol'a uçurması için ikna etmişti. Şimdi bile, başına başka bir şey gelmemiş olması halinde Vereesa onun peşinde olabilirdi elbette. Yavaş yavaş ona yakla­şıyor olabilirdi.

Büyücü batıya doğru bir adım attı....

insan...

Rhonin, Kanatlıölüm'ün sesi beyninin içini doldurunca küfretmemek için kendini zor tuttu. Ejderha nasıl olur da bu kadar çabuk haberdar olabilirdi? Acaba aslında büyücünün düşüncelerini okuyabiliyor muydu?


insan... Kendini toparlayıp bir şeyler yemenin zamanı geldi...

"Ne... ne demek istiyorsun?"

Durdun. Yemek ve su arıyordun, değil mi?

"Evet." Ejderhaya doğruyu söylemenin bir manası yoktu.  

Onlardan çok az bir uzaklıktasın. Tekrar doğuya dön ve birkaç dakika daha yola devam et. Ben sana rehberlik edeceğim.

Elindeki fırsatı kaçıran Rhonin itaat etti. Engebeli patikada tökezleyerek ilerledikten sonra yavaş yavaş, bu çorak yerde yetişmiş küçük bir ağaç kümesine vardı. Khaz Modan’ın en kötü kısımlarında bile yaşamın nasıl yeşerebildiğini görmek şaşırtıcıydı. Rhonin sırf gölge için bile zoraki müttefikine minnettar oldu.

Korunun tam ortasında arzu ettiğin şeyi bulacaksın...

Arzu ettiği her şeyi bulamayacaktı; ama büyücü bunu Kanatlıölüm'e söyleyemezdi. Yine de ilerleyişinde bir sabırsızlık vardı. Su ve yemek ona her an biraz daha cazip geliyordu. Birkaç dakikalık bir dinlenme de kesinlikle iyi gelecekti.

Ağaçlar kendi türlerine göre kısaydı. Yükseklikleri ancak üç buçuk metreyi buluyordu; ama altları epey gölgelikti. Rhonin koruya girdi ve hemen etrafına bakındı. Buralarda bir dere ve birkaç meyve olmalıydı her halde. Kanatlıölüm uzak bir mesafeden başka nasıl bir yemek sunabilirdi ki ona?

Ortada kesinlikle bir ziyafet vardı. Ağaçlık alanın tam orta­sına Rhonin'in bulmayı hayal etmediği tarzda yiyecek ve içe­ceklerden oluşan küçük bir sofra yerleştirilmişti. Kızarmış tavşan, taze ekmek, dilimlenmiş meyve ve (mataraya dokun­duğunda hayretler içinde kaldı) soğuk su.

Ye, diye mırıldandı ejderhanın sesi.

Rhonin bu emre zevkle itaat edip yemeğin içine gömül­dü. Tavşan taze pişirilmiş ve baharatlarla zenginleştirilmişti; ekmeğin üstünde hâlâ fırının mis kokusu vardı. Görgü kural­larına aldırmayıp matarayı başına dikti... ve kabın artık yarı­sına kadar boş olması gerekirken hâlâ tamamen dolu olduğu-


nu fark etti. Bundan sonra Rhonin hiç düşünmeden, susuz­luğunu bastırana kadar içti. Kanatlıölüm'ün, onun sağlıklı ol­masını istediğini biliyordu... En azından büyücü dağa ulaşa­na kadar.

Kendi büyü gücüyle de bir şeyler yaratabilirdi ama bu, da­ha sonraki nazik anlarda ihtiyaç duyacağı gücü ondan çekip alırdı. Zaten Rhonin böyle bir yemeği yaratabileceğinden de çok emin değildi; en azından fazla çaba harcamadan...

Kanatlıölüm’ün sesi umduğundan çabuk duyuldu: Tıka ba­sa doydun mu?

"Evet... evet, doydum. Teşekkür ederim."

Harekete geçme zamanı. Yolu biliyorsun.

Rhonin yolu gerçekten biliyordu. Aslında ejderhanın ona gösterdiği bütün güzergâhı zihninde canlandırabiliyordu. An­laşılan Kanatlıölüm, piyonunun yanlış yöne sapıp kaybolma­yacağından emin olmak istemişti.

Başka seçeneği olmayan büyücü ejderhanın dediğini yap­tı. Sadece bir kez arkasına bakacak kadar durdu. Tanıdık gü­müş saçları uzaklarda görebileceğini umuyordu çaresizce. Yi­ne de bir yandan; ne Vereesa’nın, ne de Falstad’ın kendisim takip etmemiş olmasını istiyordu. Görevi yüzünden zaten Duncan ve Molok yitip gitmişti; Rhonin'in omuzlarında çok fazla ölümün yükü vardı.

Gün ilerledi. Güneş neredeyse ufuk çizgisine inmeye baş­lamışken Rhonin, Kanatlıölüm’ün seçtiği yoldan şüpheye düşmeye başlamıştı. Bir ork nöbetçisinin yakınından geçmek bir yana öyle bir şey görmemişti bile ve kuşkusuz Grim Batol'da hâlâ bu nöbetçilerden olmalıydı. Aslında bir ejderha bile görmüş değildi. Ya onlar artık buralarda devriye gezmi­yordu ya da büyücü onların menzilinden çıkacak kadar böl-! geden uzaklaşmıştı.

Güneş daha da alçalmıştı. Kanatlıölüm tarafından büyüyle yaratıldığı anlaşılan ikinci bir yemek de Rhonin'i tatmin et-


miş değildi. Günün son ışıkları da yok olup gidince büyücü durup önünde uzanan manzarayı kavramaya çalıştı. Şu ana kadar görebildiği tek dağ sırası fazlasıyla uzakta duruyordu. Değil orkların ejderhayı tuttuğu doruğa, sırf bu dağlara var­ması bile birkaç gününü alırdı.

Eh, kendisini buraya kadar getiren Kanatlıölüm'deydi; in­sanın gideceği yere nasıl ulaşacağını da o açıklardı her halde.

Gözleri hâlâ uzaklardaki dağlarda olan Rhonin madalyonu kavrayıp boşluğa konuştu: "Seninle konuşmam lazım."

Söyle...

Aslında bu yöntemin işe yaramasını pek beklememişti. Şimdiye kadar hep ejderha kendisiyle temas kurmuştu; tersi olmamıştı. "Bu yolun beni dağa götüreceğini söyledin; ama öyleyse bile bu, eldeki zamandan çok daha uzun sürecektir. Doruğa yaya bir şekilde bu kadar çabuk varmamı nasıl bek­lediğini anlamıyorum."

Daha önce de söylemiş olduğum gibi, bütün yolu bu kadar ilkel bir yön­temle aşmak durumunda değilsin. Göndermiş olduğum yol görüntüsü, kay­bolmadığından her zaman emin olmanı sağlamak içindi.

"İyi de oraya nasıl ulaşacağım?"

Sabırlı ol. Onlar yakında yanında olacak.

Onlar mı?

Olduğun yerde kal. En iyisi bu.

"Ama..." Rhonin, Kanatlıölüm'ün artık onunla konuşma­dığını fark etti. Büyücü yine madalyonu boğazından koparıp kayaların arasına savurmak istedi; ama bu ona ne sağlayacak­tı? Rhonin'in hâlâ ork diyarına varması gerekiyordu.

Kanatlıölüm kimi kast etmişti?

Ve birden o sesi duydu. Daha önce duyduğu seslerden hiçbirine benzemiyordu bu. İlk düşüncesi bunun bir ejderha olabileceğiydi; ama öyle olsaydı bile bu ejderhanın felaket bir sindirim güçlüğü olmalıydı. Rhonin iyice kararmakta olan gökyüzüne dikkatle baktı. İlk başta bir şey görememişti.


Kısa bir an yanıp sönen bir ışık dikkatim çekti. Yukardan gelen bir ışıktı bu.

Rhonin, Kanatlı ölüm'ün onu orklara ele verdiğini düşündü'. Işık da kesin bir ejderha binicisinin elindeki meşale ya da kristaldi. Büyücü bir büyü hazırladı. Ne kadar boş bir çaba olacak olursa olsun, savaşmadan teslim olmayacaktı.

Sonra ışık bir kez daha yanıp söndü. Bu defa daha uzun sürmüştü. Rhonin kısa bir süre için kendini tamamen aydın­lanmış buldu. Karanlık göklerde pusuya yatan geğirtili yara­tık her neyse, büyücü ona mükemmel bir hedef teşkil edi­yordu şimdi.

"Sana burada olduğunu söylemiştim!"

"Bunu zaten biliyordum ki! Sadece senin gerçekten bilip bilmediğini anlamak istedim!"

"Yalancı! Bilmiyordun işte! Bilmiyordun işte!"

Genç büyücünün dudakları kuşkuyla büküldü. Nasıl bir ej­derha kendi kendine bu kadar yüksek ve delice bir sesle tar­tışırdı ki?

"Lambaya dikkat et!" diye söylendi seslerden biri.

Işık birden Rhonin'den uzaklaşıp hızla yukarı yöneldi. Işık demeti kısa bir süre muazzam, oval bir şeklin üstüne düştü (burası ön tarafta bir noktaydı) ve sonra arka tarafta titreşti. Büyücü böylece bunun, üstünde dumanlar tüten, gürültülü bir şekilde gaz püskürten ve oval kısmının bittiği yerde dö­nen bir pervane olan bir alet olduğunu anladı.

Bir balon, diye düşündü şaşkınlıkla Rhonin. Bir zeplin!

Savaşın en şiddetli safhasında bir kere bu olağanüstü tasa­rımlardan birini görmüştü. İnanılmaz, gazla dolu gömlek kı­sımları o kadar devasaydı ki iki üç binicili at arabalarını bile yerden kaldırabilirlerdi. Savaş sırasında hem karadaki, hem de denizdeki düşman kuvvetlerini gözetlemek için kullanılmıştı bu aletler. Ancak Rhonin'i en çok şaşırtan onların varlığı de­ğil, çalışmak için büyüden başka kaynaklar kullanmalarıydı:


Petrol ve su... Balonu harekete geçiren makine ne büyüyle ya­pılmıştı, ne de çalışmak için büyüye ihtiyaç duyuyordu. Per­vaneyi döndüren cihaz insan gücü olmadan işliyordu.

Işık tekrar ona döndü. Bu sefer kararlılıkla Rhonin'in üstünde sabitlenmişti. Uçan balondakiler büyücüyü görüş alan­larına almışlardı ve onu bir daha kaybetmeye niyetleri yok­muş gibi görünüyordu. Hayranlık içindeki büyücü ancak o zaman tam olarak hangi ırkın böyle bir şeyi yapmayı hayal edebilecek kadar dahi ve bir o kadar da deli olabileceğini ha­tırlayabildi.

Goblinler... Ve goblinler de Güruh'a hizmet ederdi.

Yakındaki en iri kayaya doğru fırladı. En azından uçan bir balona uygun bir büyü bulana kadar ortadan kaybolabilmeyi umuyordu; ama sonra kafasının içinde tanıdık bir ses yankı­landı.

Orada kal!

"Yapamam! Yukarıda goblinler var! Hava araçları yerimi tespit etti! Orkları çağıracaklar!"

Kıpırdamayacaksın!

Rhonin'in ayakları kendisine itaat etmemeye karar vermiş­ti. Ayakları onun sözünü dinlemek yerine büyücüyü, asap bozucu balon ve onun daha da asap bozucu pilotlarıyla yüz yüze gelmesi için geri döndürmüştü. Zeplin tam talihsiz bü­yücünün başının üstünde bir noktaya doğru alçalmaya başla­dı. Gözlem aracının yanından sarkıtılan bir ip merdiven, Rhonin'in hemen yanına düştü.

Taşıtın geldi, diye açıkladı Kanatlıölüm.



 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

on iki

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Lord  Prestor'un  tahta  çıkması  neredeyse  kaçınılmaz," dedi zümrüt küredeki karanlık figür. "He­men hemen inanılmaz derecede bir ikna yeteneği var. Haklısın, o bir büyücü olmalı."

 

Odasının ortasında oturmakta olan Krasus küreye dikkatle baktı. "Hükümdarları buna inandırmak için daha çok kanıt gerekecektir. Kirin Tor'a olan güvensizlikleri her geçen gün artıyor... ve bu da o yakında kral olacak kişinin işi olabilir."

Diğer konuşmacı, merkez konseydeki yaşlı kadın, başıyla onayladı. "İzlemeye başladık. Tek sorun bu Prestor'un bulun­masının çok zor olması. Biz farkına varmadan konutuna gi­rip çıkabiliyormuş gibi görünüyor."

Krasus hafif bir şaşkınlık yaşamış gibi yaptı. "Bu nasıl olur?"

"Bilmiyoruz. Daha da kötüsü, şatosu bazı çok ciddi büyü­lerle çevrilmiş. Bu sürprizlerden biri yüzünden neredeyse Drenden'i kaybediyorduk."

Kaim sesli ve sakallı büyücü Drenden, Kanatlıölüm'ün Krasus'u bir anlığına şaşırtmış olan tuzaklarından birine kur­ban gitmekten son anda kurtulmuştu. Adamın atıp tutan ha­line rağmen ejderha, diğer büyücünün yeteneklerine saygı duyardı. Drenden'i böyle bir zamanda kaybetmek pahalıya mal olabilirdi.


İhtiyatlı hareket etmeliyiz," dedi Krasus, ciddiyetle. "Se­ninle daha sonra tekrar konuşacağım."

"Ne yapmayı tasarlıyorsun, Krasus?"

"Bu genç asilzadenin geçmişini araştırmayı."

"Bir şey bulacağını mı düşünüyorsun?"

Kukuletalı büyücü omuz silkti. "Tek yapabileceğimiz umut etmek."

Kadının görüntüsünü yok edip geriye yaslandı ve düşün­meye başladı. Krasus kendisiyle aynı mevkideki büyücüleri yanlış yola yönlendirdiği için pişmanlık duyuyordu, hatta bu­na onların iyiliği için yapsa da. En azından onların Kanatlı -ölüm'ün 'fani' işlerine müdahaleleri siyah ejderhayı meşgul edebilirdi. Bu da Krasus'a biraz daha zaman kazandırırdı. Tek dileği başka kimsenin Drenden gibi kendini tehlikeye atmamasıydı. Eğer diğer krallıklar onlara karşı saf tutarsa Kirin Tor'un onların bütün gücüne ihtiyacı olacaktı.

Malygos'u ziyaret için yaptığı kısa gezi pek tatminkâr ol­mamıştı. Malygos sadece isteğini göz önünde bulunduracağı­na söz vermişti. Krasus büyük ejderhanın, Kanatlıölüm’ün icabına kendi canı istediği zaman bakabileceğine inandığın­dan kuş kulanmış ti. Gümüşi mavi dev, böyle bir zamanın ar­tık hiçbir ejderha için söz konusu olmadığının pek farkında değildi. Eğer Kanatlıölüm şimdi durdurulamazsa, bir daha hiçbir zaman durdurulamayabilirdi.

Bu da Krasus'u, tercih etmediği bir seçenekle daha baş ba­şa bırakıyordu.

"Bunu yapmak zorundayım..." Diğer büyükleri aramalıy­dı, diğer Görüntüler'i. Onlardan birini ikna ettiğinde de Malygos'un verdiği yardım sözü geçerli olabilirdi.

Ancak Düş Efendisi her zaman için ulaşılmaz biri olmuş­tu... Demek ki Krasus'un elinde kalan en iyi seçenek, uşakla­rı Krasus'un teklifini defalarca reddetmiş olan Zamanın Efen­disi'yle temasa geçmekti.


Zaten tekrar denemekten başka ne yapabilirdi ki?

Krasus ayağa kalktı ve mesleğinin gerektirdiği birçok mal­zemenin küçük şişe ve tüplerde düzenlenmiş halde durduğu tezgaha doğru seğirtti. Sıra sıra kavanozlara göz gezdirdi. Ba­kışlarının hızlı hızlı geçtiği kimyasallar ve büyülü nesneler, Kirin Tor'daki büyücülerin onu fazlasıyla kıskanmalarına ve de bu parçalardan çoğunu nasıl temin ettiği konusunda epey merak duymalarına neden olurdu. Onun ne kadar uzun sü­redir büyücülük sanatını öğrendiğini bilselerdi...

İşte! Solmuş tek bir çiçek içeren küçük bir tüp durmasına neden olmuştu.

Eon Gülü... Bütün dünyada sadece bir tek yerde bulunur­du. Aşkına vermek için Krasus kendi elleriyle koparmıştı onu. Orklar ine baskın yapıp bir türlü kabullenemediği bir şekilde kraliçeyi ve diğerlerini tutsak ettiğinde Krasus çiçeği sakla­mıştı.

Eon Gülü... Ortadaki altın renkli yuvarlak kısmı çevreleyen olağanüstü değişik renklerde beş taçyaprağı vardı. Krasus tü­pün ağzını açtığında, ona birden gençliğini hatırlatan zayıf bir koku burnuna kadar ulaştı. Biraz tereddüt ettikten sonra parmaklarını tüpün içine uzatıp solmuş çiçeği tuttu...

... ve ince uzun parmaklarıyla dokunduğunda çiçeğin bir­den efsanevi göz alıcılığını yeniden kazanmasıyla şaşkına döndü.

Alev kırmızısı. Zümrüt yeşili. Kar gümüşü. Derin denizle­rin mavisi. Gece yarısı siyahı. Her taçyaprak, ressamların ancak rüyalarında görebileceği bir güzelliği yansıtıyordu. Hiç­bir nesne onun var oluşundan gelen güzelliğini geçemez, hiçbir çiçek onun muhteşem kokusuyla yarışamazdı.

Nefesini bir an tutan Krasus muhteşem çiçeği avucunun içinde ezdi.

Sonra parçalan öbür eline döktü. Ellerinin ayalarından parmaklarına doğru bir ürperti yayıldı;  ama ejderha bunu


umursamadı. Kalıntıları başının üstünde, elinden geldiğince yüksekte tutan büyücü gizli güçlerle dolu sözcükleri mırıl­dandı... ve masallardan çıkma çiçekten geriye kalanları yere attı.

Ama ufalanmış parçalar taşa değer değmez kuma dönüşü­verdi. Kum oda zeminine yayıldı; odayı kaplamaya, odanın her yerini doldurmaya başladı; her şeyi kapladı ve her şeyi silip süpürdü...

... ve Krasus kendini ansızın girdap gibi dönen, sonsuz bir
çölün ortasında buldu.                     .    •

Ancak bu hiçbir ölümlünün (ya da bu bakımdan Kra­sus'un bile) görmediği tarzda bir çöldü çünkü burada gözün görebildiği her yerde etrafa saçılmış halde bulunan parçalar surlar, çatlamış ve aşınmış heykeller, paslanmış silahlar ve ha­yattayken yanında ejderhaların cüce gibi kaldığı devasa bir yaratığın yarı gömülmüş kemikleriydi (büyücü gördüğü şey karşısında nefessiz kaldı). Etrafta binalar da vardı. İlk bakışta bu binaların ve çevrelerindeki geçmişe ait parçaların tek ve engin bir medeniyete ait olduğu sanılabilirdi ama daha dik­katli bakıldığında aslında hiçbir yapının bir diğeriyle ilgisi ol­madığı görülebilirdi. Lordaeron insanları tarafından yapılmış olması gereken ve her an yıkılacak gibi duran bir kule, cüce­lerin elinden çıkma olduğu kesin olan kubbeli bir binayı göl­gede bırakıyordu. Biraz daha ilerde çatısı parçalanmış, kemer­li bir mabet kayıp Azeroth krallığının izlerini taşıyordu. Kra­sus'un yakınında daha soğuk bir yapı duruyordu: Bir ork şe­finin ordugâhı.

Bir düzine adamı taşıyabilecek kadar geniş bir gemi, yarı­sı kumların altında gömülü halde bir kum tepesine saplanmış duruyordu. İlk Stromgarde kralının hükümranlığından kalma bir zırh daha küçük bir kum tepesine saçılmıştı. Bir elf rahi­binin öne eğilmiş heykeli hem gemi hem de zırh için son duaları ediyormuş gibiydi.


Bu, Krasus'u bile donduran, şaşırtıcı, inanılmaz bir man­zaraydı. Doğrusu büyücünün önündeki görüntüler, devasa bir tanrının korkunç antikalardan oluşan koleksiyonuna benziyordu... bu da aslında gerçekten çok uzak sayılmazdı.

Buradaki kalıtların hiçbirinin kökeni bu yer değildi. Aslın­da burada hiçbir ırk, hiçbir medeniyet doğmuş değildi. Bü­yücünün karşısındaki harikaların her biri titizlikle ve sayısız yüzyıllar boyunca dünyanın her yerindeki farklı noktalardan toplanmıştı. Krasus gördüklerine güçlükle inanabiliyordu çünkü bunun için harcanmış çaba bile onun hayal gücünü sarsıyordu. Bunca tarihi parçayı, bu kadar narin ve bu kadar devasa olanları, bu yere getirmek...

Yine de bütün bunlara rağmen, gözlerinin önündeki man­zaraya rağmen, bekledikçe Krasus'un içine bir sabırsızlık çö­reklendi. Bekledi. Varlığının fark edilmiş olduğuna dair hiç­bir işaret olmadan bekledi.

Geçmiş haftalar boyunca olanların zaten yıpratmış olduğu sabrı sonunda tükendi.

Bakışlarını yarı insan yarı boğa bir heykelin taştan yüz hat­larına dikti. Heykelin sol kolu yeni gelenin gitmesini ister gi­bi ileri uzanmıştı.^ "Burada olduğunu biliyorum, Nozdormu! Biliyorum! Seninle konuşacağım!"

Ejderha büyücü sözlerini bitirince bir rüzgâr koptu ve kumlar her yere saçılıp görüşünü engelledi. Krasus gerçek bir kum fırtınası ona tokat gibi çarptığında yerinden kıpır­damadı. Rüzgâr etrafında uludu, öyle yüksek sesle uludu ki büyücü kulaklarını tıkamak zorunda kaldı. Fırtına onu yer­den kaldırıp fırlatıp atmak için uğraşıyordu; ama büyücü hem büyü kullanarak hem de fiziksel çabayla buna direni­yordu. Geri döndürülemeyecekti. Konuşmasına fırsat veril­meden asla!

En sonunda kum fırtınası bile onun yıldırılamayacağını anlamış gibi görünüyordu. Krasus'tan uzaklaşıp biraz uzakta-


ki bir kum tepesine yöneldi. Tozdan oluşan bir hortum yük­seldi ve gittikçe daha yükseğe, daha yükseğe çıktı.

Hortum bir şekil almaya başladı... Bir ejderha şekli. Malygos'dan iri değilse de en az onun kadar iriydi. Kumdan oluşan bu yaratık hareket etti ve tozlu, kahverengi kanatlarını gerdi. Kum, yaratığa gittikçe daha fazla eklenip ona boyut ka­tıyordu; ama bu kum altınla karışık gibiydi çünkü Krasus'un karşısında oluşmaya devam eden dev, çöl güneşinin alev alev ışığı altında her an biraz daha parıldıyordu.

Rüzgâr dindi; ama ejderhamsı devden bir tek altın ya da kum tanesi kopmamıştı. Kanatları sertçe çarptı ve boynu ge­rindi. Gözkapakları açılıp altın renginde, ışıltılı mücevherleri açığa çıkardı.

"Korialstraszzz..." dedi kumdan dev, tükürür gibi. "Raha­tımı bozmaya nasıl cüret edersssin? Huzurumu bozmaya nasssıl cüret edersssin?"

"Buna cüret ettim çünkü başka seçeneğim yoktu, ey Za­manın Efendisi!"

"Unvanlar benim gazabımı dindirmeyecek... Gitsssen iyi olur..." Mücevherler alev alev parıldadı. "...Hemen şimdi!"

"Hayır! Sana bütün ejderhaları ilgilendiren bir tehditten bahsetmeden gitmeyeceğim! Bütün yaratıkları ilgilendiren bir tehdit!"

Nozdormu homurdandı. Bir kum kümesi Krasus'u baştan başa sardı; ama büyücünün yaptığı büyü ondan etkilenme­mesini sağlamıştı. Kimse Nozdormu'nun diyarında bir tek kum tanesinin içinde nasıl bir büyünün olabileceğini bile­mezdi. Bir parça kum, Korialstrasz denen ejderhanın bütün geçmişini hiç yaşanmamış gibi silmeye yetebilirdi. Krasus bütün varlığım yitirebilirdi ve hatta sevgilisi tarafından bile hatırlanmaz olurdu.

"Ejderhalar mı dedin? Bu ssseni neden ilgilendiriyor? Ben bıırada sssadece bir ejderha görüyorum ve o kesinlikle ölüm-


lü büyücü Krasusss değil... Artık değil! Git hadi! Koleksssiyonuma geri dönmem lazım! Değerli zamanımın çoğunu çaldın zaten!" Kanatlarından biri boğa adam heykelinin üstüne onu himaye edercesine yerleşti. "Toplanacak çok şey var, düzen­lenecek çok şey var..."

Beş Görüntü'nün en büyüklerinden biri olan, Zaman'ın kendisinin bile içinden aktığı bu ejderhanın, şu anda ve ge­lecekte olanları zerre kadar umursamaması birden Krasus'u çileden çıkardı. Dev yaratığı ilgilendiren tek şey dünyanın geçmişinden oluşan değerli koleksiyonuydu. Uşaklarını ve halkını bulabildikleri her şeyi getirmeleri için gönderiyordu... Sırf efendileri, bir zamanlar olmuş olanlarla kendini çevrele­sin, ne olduğuyla ve ne olacağıyla ilgilenmesin diye.

Sırf o da Malygos'un yaptığı gibi, ırklarının yok olup gi­dişini kendi dilediği şekilde görmezden gelsin diye.

"Nozdormu!" diye bağırarak, tekrar parıldayan kum ejder­hasının dikkatini kendi üstüne topladı. "Kanatlıölüm yaşıyor!"

Nozdormu bu habere fazla tepki vermeyince büyücü dehşe­te düştü. Kahverengi ve altın renklerindeki dev yaratık bir kez daha homurdanarak ikinci bir kum kümesinin küçük figürün üstüne hücum etmesine neden oldu. "Evet... ne olmuş?"

Sözcükler Krasus'un ağzından şaşkınlıkla döküldü: "Biliyor musun?"

"Cevaplandırmaya bile değmeyecek bir sssoru. Şimdi, eğer beni daha fazla rahatsssız etmek için bir sebebin yoksa gitme zamanın geldi." Ejderha kafasını geriye attı. Mücevheratla süslü gözleri alev alevdi.

"Bekle!" Bütün ağırbaşlılığını unutan büyücü kollarını ile­ri geri salladı. Neyse ki Nozdormu durup onu rahatsız eden bu keneden kurtulmak için hazırlamaya başladığı büyüyü ya­rıda kesti. "Siyah ejderhanın yaşadığını biliyorsan onun ne yapmak niyetinde olduğunu da biliyorsun! Bunu nasıl gör­mezden gelebilirsin?"


Çünkü diğer her şeyle birlikte, Kanatlıölüm da zamanın içine karışacak... O bile eninde sonunda bir parçası olacak... benim bu koleksiyonumun..."

"Ama eğer bana katılırsan..."

"Söyleyeceğini sssöyledin." Parıldayan kum ejderhası da­ha da yükseldi ve o yükseldikçe çöl de uçuşup onun vücudu­na, biçimine katıldı. Rüzgârla yerlerinden sökülen Nozdormu'nun tuhaf koleksiyonundaki bazı küçük nesneler bu kum­la birleştiler ve o an için tam anlamıyla ejderhanın bir parça­sı haline geldiler. "Şimdi beni yalnız bırak..."

Şimdi rüzgârlar sadece ve sadece Krasus'un çevresinde kırbaç gibi saklıyordu. Ne kadar uğraşırsa uğraşın ejderha büyücü bu sefer olduğu yerde durmayı başaramadı. Geriye doğru sendeledi ve aniden patlayan amansız bora tarafından gittik­çe daha kuvvetle itildi.

"Buraya hepimizin iyiliği için geldim!" diye bağırabildi Krasus.

"Rahatımı bozmamalıydın. Hiç gelmemeliydin..." Parıltılı mücevherler alevlendi. "Assslında bu en iyisssi olurdu..."

Bir kum sütunu zeminden hızla fırlayıp aciz durumdaki büyücüyü içine çekti. Krasus başka hiçbir şey göremiyordu. Gittikçe boğucu olmaya başlamıştı, nefes almak mümkün de­ğildi. Kendi hayatını kurtarmak için bir büyü yapmaya çalış­tı; ama Görüntüler'den birinin kudretine karşı, Zamanın Efendisi'ne karşı, onun önemli sayılabilecek güçleri bile çok küçük kalıyordu.

Havasız kalan Krasus sonunda yenilgiyi kabul etti. Bilinci kaybolurken öne doğru yığıldı...

... ve şaşkın bakışlarla, Eon Gülü'nün taçyapraklarının, hiç­bir etkileri olmadan taş zemine düşmelerini seyretti.

Büyü işe yaramış olmalıydı. Vücudu, Yüzyılların Efendi­si Nozdormu'nun diyarına taşınmış olmalıydı. Nasıl Malygos büyünün vücuda gelmiş haliyse, Nozdormu da zamanı


ve zamansızlığı temsil ederdi. Beş Görüntü'nün en güçlüle­rinden biriydi. Güçlü bir müttefik olabilirdi, özellikle de Malygos yine birdenbire deliliğiyle baş başa kalmayı seçerse Nozdormu olmadan Krasus'un zafer umutları çok aza­lacaktı.

Dizlerinin üstüne eğilen büyücü taçyaprakları toplayıp bü­yüyü tekrarladı. Bütün bu uğraşları için Krasus'un kazandığı tek ödül korkunç bir baş ağrısı oldu. Ama bu nasıl olabilir­di? Her şeyi doğru yapmıştı! Büyü işe yaramalıydı... Tabii eğer Nozdormu büyücünün ondan bir şey isteme niyetini bir şekilde fark edip Krasus'un çöl diyarına geçişini engelleyen bir büyü yapmamışsa...

Krasus küfretti. İlk başta güçlü ejderhayı kendi planına ka­tılmaya ikna etme umudu ne kadar az olsaydı da, Nozdormu'yu ziyaret etme şansı olmazsa geriye hiç umudu kalma­yacaktı. Böylece geriye sadece Düş Efendisi kalıyordu... Kra­sus'un ömrü boyunca hiç konuşmamış olduğu tek Görüntü ve hepsi içinde en ulaşılmazıydı. Büyücü onunla nasıl tema­sa geçebileceğini bile bilmiyordu çünkü sıklıkla söylenen şey Ysera'nın tamamen gerçek dünyada yaşamadığıydı... Onun için düşler gerçeklikti.

Dişler gerçeklikti... Büyücünün aklına umutsuz bir plan gel­di. Öyle umutsuz bir plandı ki bu eğer başka bir büyü usta­sı tarafından kendisine teklif edilseydi Krasus o alışılmış ha­linden uzaklaşıp kahkahalarla gülerdi buna. Ne kadar da gü­lünçtü! Ne kadar da çaresizdi!

Ama Nozdormu'da olduğu gibi, bunda da başka seçeneği yoktu.

İksir, büyülü nesne ve tozlardan oluşan sıralara geri dönen | Krasus küçük, siyah bir şişeyi aradı. Yüzyıldan fazla zaman­dır hiç dokunmamış olsa da şişeyi çabucak buldu. Onu en son kullandığında... katledilemez sanılanı katletmeye yaramış­tı. Şimdiyse büyücü sadece onun en zalim özelliklerinden bi-


rini ödünç almayı düşünüyordu ve bunu yapmakla yanlış bir hesap yapmadığını umuyordu.

Bir arbalet okunun ucundaki üç damla, Derinlerin Devi Manta'yı öldürmüştü. Üç damla bir ejderhadan üç kat daha   büyük ve güçlü bir yaratığı katletmişti. Kanatlıölüm gibi ne­redeyse hepsi Manta'nın durdurulamaz olduğunu sanmıştı.

Şimdiyse Krasus zehrin bir kısmını kendisi için kullanma­yı düşünüyordu.

"En derin uyku, en derin düşler..." diye mırıldandı kendi kendine, küçük şişeyi aşağı indirirken. "Orada olmalı, orada olmak zorunda..."

Başka bir raftan bir kupa ve saf suyla dolu bir tüp çıkar­dı. Bir yudumluk suyu ölçüp kupaya döken ejderha büyücü, sonra da küçük şişeyi açtı. Mümkün olduğunca dikkatli bir şekilde açık şişeyi içinde su olan kupanın yanma getirdi.

Üç damla Manta'yı saniyeler içinde öldürmüştü. Acaba Krasus'a bu en tehlikeli macerada yardım etmesi için kaç damla gerekirdi?

Ölüm ve uyku... Doğaları birbirine çok yakındı. Çoğu ki­şinin farkına vardığından çok daha yakın... Kuşkusuz Ysera'yı burada bulacaktı.

Ölçebildiği en minik damla sessizce suya düştü. Krasus küçük şişenin ağzım kapatıp kupayı eline aldı.

"Bir yatak," diye mırıldandı. ""En iyisi bir yatak kullan­mak."

Hemen arkasında bir yatak oluştu. Lordaeron kralının üs­tünde yatmaktan mutluluk duyacağı, yumuşacık yastıklarla bezeli bir yataktı bu. Krasus da onun üstünde iyi bir uyku çekmeye niyetliydi... Belki de sonsuza dek.

Yatağa oturdu ve kupayı dudaklarına kadar kaldırdı. Ama belki de son. içkisi olacak şeyi içmeye hazırlanırken insan kılığındaki ejderha son kez kadeh kaldırdı.

"Sana Alexstrasza'm, her zaman sana."


 

 

 

 

 

***

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Burada birileri varmış, bu kesin," diye mırıldandı Vere­esa, zemini incelerken. "Biri insan... diğerini tam olarak çö­zemiyorum."

"N'olur söyle, farkı nasıl anlıyorsun?" diye sordu Falstad, gözlerini kısarak. İki izi birbirinden ayıramıyordu. Aslında el­fîn gördüklerinin yarısını bile gördüğü söylenemezdi.

"Buraya bak. Şu çizme izine." Topraktaki kavisli bir çizgi­yi işaret ediyordu. "Bunlar insan tarzı çizmeler: sıkı ve rahat­sız..."

"Buna katılıyorum. Peki diğeri... Teşhis edemediğin?"

Korucu doğruldu. "Şey, buralarda bir ejderha olduğuna dair hiçbir iz yok; ama şurada bildiğim hiçbir şeye uymayan izler var."

Vereesa, kendi keskin gözlerine çok garip gelen izleri Falstad'ın hâlâ görememiş olduğunun farkındaydı; ama cüce top­raktaki tuhaf çizgileri çözmek için elinden geldiğince uğraşı­yordu. "Bunu mu kastediyorsunuz, elf leydim?"

İzler insanın (elbette bu Rhonin'di) bir ara durmuş olduğu yere doğru gidiyordu. Ancak bunlar ayak izi değildi, hatta pençe izi bile değildi. Elfin gördüğüne göre sanki buradan bir şey süzülerek geçmiş ve arkasından da bir şeyi sürüklemişti.

"Bu bizi hedefimize, bu küçük yeşil canavarın bizi ilk gö­türdüğü yerden daha fazla yaklaştırmadı!" Falstad, Kryll'i en­sesinden tuttu. Goblinin iki eli de arkadan bağlıydı ve bir ucu griffonun boynuna bağlı olan bir ip de yaratığın beline sarıl­mıştı. Buna rağmen ne Vereesa, ne de vahşi cüce, zoraki yol arkadaşlarının bir yolunu bulup kaçmayacağına güvenebili­yordu. Özellikle Falstad gözünü Kryll'den ayırmıyordu. "Eee? Şimdi n'olacak? Bizi etrafta dolaştırıp durduğundan emin ol­maya başladım! Büyücüyü gördüğünden bile kuşkuluyum!"

"Gördüm, gördüm, evet, gördüm!" Kryll suratına geniş bir gülümseme yerleştirdi. Onu tutsak alanları etkilemeye ça-


I işiyordu her halde; ama bir goblinin bütün dişlerini göste­ren sırıtması kendi ırkı dışındakileri etkilemek adına pek bir işe yaramazdı. "Onu tarif ettim, değil mi? Onu gördüğümü biliyorsunuz, değil mi?"

Vereesa, griffonun bir miktar yaprağın ardına saklanmış olan bir şeyi kokladığını fark etti. Korucu, kılıcıyla o nokta­yı dürttü ve sonra da oradaki nesneyi dışarı çekti.

Kılıcının ucunda küçük, boş bir şarap testisi sallanıyordu. Elf onu burnuna yaklaştırdı. Enfes bir şarap kokusu geldi bur­nuna. Elfin gözleri bir an için kapandı.

Falstad onun yüzündeki ifadeyi yanlış yorumlamıştı. "O kadar kötü mü? Cüce birası olmalı!"

"Tam tersine, bu kadar harika kokulu bir şeye Quel'Thalas'taki lordumun sofrasında bile rastlamamıştım. Bu testiyi hangi şarap doldurduysa, elf lordunun stokundaki en iyi şa­raptan bile çok çok üstün."

"Yani bu da demek ki...?"

Testiyi kenara atan Vereesa başını iki yana salladı. "Bilmi­yorum; ama nedense bunun, Rhonin'in bir süre için bile ol­sa burada olduğu anlamına geldiğini düşünmeden edemiyo­rum."

Yol arkadaşı ona kuşkulu bir bakış attı. "Elf leydim, bu­nun olmasını sadece diliyor olamaz mısınız?"

"Bana bu bölgede başka kimin krallara layık bir şarap içe­bileceğini söyleyebilir misin?"

"Elbette! Siyah ejderha! Büyücünün iliklerini kemiklerin­den emdikten sonra!"

Cücenin sözleri korucunun ürpermesine neden oldu; ama inancına sağdık kaldı. "Hayır. Kanatlıölüm onu buraya kadar getirmişse ziyafet çekmekten başka bir sebebi olmalı!"

"Sanırım olabilir." Hâlâ goblini sıkı sıkı tutmakta olan Fals­tad başını kaldırıp kararmakta olan gökyüzüne baktı. "Gece ol­madan daha ileri gitmek istiyorsak yola devam etsek iyi olur."


Vereesa kılıcının ucunu Kryll'in gırtlağına değdirdi. "Ön­ce bunu halletmemiz lazım."

"Ne halledeceğiz ki? Ya onu yanımızda götüreceğiz ya da dünyaya bi iyilik yapıp sıkıntı kaynağı bi goblini eksiltece­ğiz."

"Hayır. Onu serbest bırakacağıma söz verdim."

Cücenin kaim kaşları çatıldı. "Bunun akıllıca olacağını san­mıyorum."

"Ne olursa olsun, bir söz verdim." Korucu, cüceye dik dik baktı. Eğer Falstad elfleri tanıması gerektiği kadar tanı­yor olsaydı bu tartışmayı uzatmanın anlamsızlığım fark ede­bilirdi.

Oldukça gönülsüz de olsa griffon binicisi başıyla onayla­dı. "Tamam, dediğin gibi olsun. Bi söz verdin ve ben de se­ni sözünden döndürmeye çalışmayacağım." Pek de kendi kendine söylüyormuş gibi gelmeyen bir sesle de ekledi: "Öl­sem de bunu yapmam..."

Tatmin olan Vereesa, KryU'in bileklerindeki bağları kesti ve belindeki ilmeği çıkardı. Goblin salıverilmesine o kadar se­vinmişti ki etrafta tam anlamıyla hoplayıp zıpladı.

"Teşekkür ederim, sevgili hanfendim, teşekkür ederim!"

Korucu kılıcının ucunu tekrar yaratığın gırtlağına çevirdi. "Ama gitmeden önce son birkaç sorum daha olacak. Grim Batol'a giden yolu biliyor musun?"

Falstad bu soruyu tam olarak anlayamamıştı. Kaşlarını ça­tıp mırıldandı: "Ne yapmayı düşünüyorsun?"

Korucu, cücenin sorusunu bilerek görmezden geldi. "Evet?"

Kryll'in gözleri Vereesa’nın sorusunu duyar duymaz fal ta­şı gibi açıldı. Kül rengine dönüvermişti... ya da en azından yeşilin daha soluk bir tonuna. "Kimse Grim Batol'a gitmez, yardımsever hanfendim! Orada orklar var ve ejderhalar da! Ejderhalar goblin yer!"

"Soruma cevap ver."


Goblin yutkundu ve sonra nihayet kocaman kafasını yuka­rı aşağı salladı. "Evet, hanfendi, yolu biliyorum... Büyücünün orada olduğunu mu düşünüyorsunuz?"

"Ciddi olamazsın, Vereesa," diye gürledi Falstad. O kadar  şaşırmıştı ki ona ilk defa ismiyle hitap etmişti. "Eğer senin bu Rhonin, Grim Batol'daysa onu kaybettik demektir!"

"Belki... Belki de öyle değildir. Falstad, onun hep o yere varmak istediğini düşünüyorum. Ve bunun sebebi de sadece orkları gözlemlemek değil. Bence büyücünün başka bir sebe­bi var... Her ne kadar Kanatlıölüm'ün bu işle ilgisini bileme. -sem de."

"Belki de tek başına Ejderhakraliçesi ni serbest bırakmayı tasarlıyordur!" diye karşılık verdi griffon binicisi, alaylı bir homurdanmayla. "Sonuçta o bir büyücü ve herkes onların de­li olduğunu bilir!"

Bu inanılmaz saçma bir fikirdi... ama bir an için Vereesa’nın donup kalmasına neden oldu. "Hayır... Sebep bu olamaz."

Bu sırada KrylI kara kara bir şeyler düşünüyor gibiydi. Dü­şündüğü her neyse onu hiç memnun etmemişti. En sonunda yüzü bir tiksinti ifadesiyle buruştu. "Hanfendi Grim Batol'a gitmek istiyor mu?"

Korucu bunu kafasında iyice tarttı. Bu yeminini bile aşan bir şeydi; ama devam etmek zorundaydı. "Evet, evet, istiyo­rum."

"Bakın, elf ley..."

"Eğer istemiyorsan benimle gelmek zorunda değilsin, Falstad. Şu ana kadar ki yardımların için teşekkür ederim; ama bundan sonra yola kendi başıma devam edebilirim."

Cüce başını şiddetle iki yana salladı. "Seni ork toprakları­nın ortasında bu güvenilmez sefil mahlukla yalnız mı bıraka­yım? Hayır, elf leydim! Falstad güzel bir kızı, ne kadar yete­nekli bi savaşçı olursa olsun yalnız başına bırakmaz! Birlikte gidiyoruz!"


Aslında elf onun yol arkadaşlığından dolayı minnet duy­muştu. "Ama unutma: İstediğin zaman geri dönebilirsin."

"Sadece sen de benimle gelirsen."

Korucu tekrar Kryll'e baktı. "Eee? Bana yolu anlatacak mı­sın?"

"Anlatamam, hanfendi." Zayıf yaratığın yüzündeki ifade giderek daha da ekşileşiyordu. "En iyisi... En iyisi onu size göstermem."

Bu Vereesa'yı şaşırttı. "Sana özgürlüğünü bahşettim, Kryll..."

"Bunun için bu zavallı sefil size sonsuz minnet duyuyor, hanfendi... ama Grim Batol'a giden sadece tek bir yol vardır ve." Biraz kendini beğenmiş bir tavır takınmaya cesaret etti. "Ben olmadan da ne cüce, ne de elf onu bulabilir."

"Benim bineğim var, seni küçük kemirgen! Yukarıdan uçup..."

"Ejderhalarla dolu bir yere mi?" Goblin kıkırdadı. Gülü­şünde deliliğin izleri vardı. "En iyisi doğrudan ağızlarından içeri girip rahata ermek o zaman... Hayır, Grim Batol'a gir­mek için -tabii hanfendinin istediği tam olarak buysa- beni takip etmek zorundasınız."

Falstad bunlara kulak asmadan hemen itiraz etmeye başla­mıştı; ama Vereesa, goblinin önerdiğinden başka seçenek göremiyordu. Kryll şimdiye kadar onları doğru yönlendirmişti ve elbette her ne kadar elf ona tamamen güvenmese de gob­lin onları yanlış yola saptırmaya çalışırsa bunu fark edebile­ceğinden emindi. Hem ayrıca goblinin Grim Batol'la bir işi olmadığı açıktı. Yoksa neden onu buldukları yerde olsundu ki? Onun ırkından orklara hizmet edenlerin dağlık istihkâm­da olması gerekirdi, Khaz Modan'ın tehlikeli yabani doğasın­da değil.

Bir de goblin onu Rhonin'e ulaştırabilirse...


Doğru seçim yaptığı konusunda kendi kendini ikna eden Vereesa cüceye döndü. "Onunla gideceğim, Falstad. Bu elim­deki en iyi... hatta tek seçenek."

Geniş omuzları düşen Falstad iç çekti. "Ben böyle düşün­müyorum; ama evet, seninle geleceğim... Sırf bu şeye göz kulak olmak için, böylece haklı çıkarsam onun dönek kafası­nı uçurabilirim!"

"Kryll, bütün yolu yayan mı gitmemiz lazım?"

Küçük, biçimsiz yaratık bir an ciddi ciddi düşündükten sonra cevap verdi: "Hayır. Az bir mesafeyi griffonla gidebi­liriz." Bütün dişlerini gözler önüne seren bir gülümsemeyle baktı elfe. "Canavarın nereye inmesi gerektiğini biliyorum!"

Falstad'ın kuşkularla dolu olduğu açıksa da cüce griffona binmeye başlamıştı. "Sadece nereye gideceğimizi söyle, seni küçük kemirgen. Oraya ne kadar çabuk varırsak sen de o ka­dar çabuk kendi yoluna gidersin..."

Goblinin ağırlığı güçlü hayvanın yüküne pek artırmış sa­yılmazdı. Çok geçmeden griffon yola çıkmıştı. Falstad elbet­te bineğini daha rahat idare edebilsin diye önde oturuyordu. Kryll onun arkasında, Vereesa'ysa en arkadaydı. 'Elf kılıcını tekrar kınına yerleştirmiş, zoraki yol arkadaşlarının herhangi bir şeye teşebbüs etmesi ihtimaline karşı da hazırda bir han­çer tutuyordu.

Ancak goblinin yönlendirmeleri her zaman çok açık olma­sa da. Vereesa bir hile kokusu almıyordu. Kryll onları yere ya­kın tutuyor ve açık alanlardan uzağa yönelen yolları takip et­tiriyordu. Uzaklarda, Grim Batol'un dağları gittikçe yaklaşı­yordu. Korucu hedefine yaklaştığını fark edince bir heyecan hissi her yanını kapladı; ama bu heyecan, halen ne Rhonin'in ne de Kanatlıölüm'ün izine rastlamamış olduğu gerçeğiyle bi­raz yatıştı. Elbette orklar dağlık istihkâmın bu kadar yakının­da, böylesine, büyük bir yaratığı görürdü.

Sanki sırf ejderhaları düşünerek onlardan biri çağırılabilir-


miş gibi Falstad birden, devasa bir siluetin göğe doğru yük­seldiği batı yönünü işaret etti.

"Kocaman!" diye seslendi cüce. "Kocaman ve taze kan gibi kırmızı! Grim Batol'un öncülerinden!"

Kryll hemen müdahale etti: "Aşağı!" Goblin bir koyağı işaret ediyordu. "Saklanacak çok yer var... Bir griffon için bi­le!"

Başka pek fazla seçeneği olmayan cüce onun dediğim ya­pıp bineğini aşağı yönlendirdi. Ejderhanın görüntüsü gittikçe büyüdü; ama Vereesa yaratığın aynı zamanda daha kuzey is­tikametinde ilerlediğini fark etti. Büyük olasılıkla Güruh'un çaresiz durumdaki son kuvvetlerinin İttifak'ı durdurmaya ça­lıştığı yere, Khaz Modan'ın kuzey sınırlarına doğru gidiyor­du. Bu da elfin buralardaki durumu merak etmesine neden oldu. Sonunda insanlar ilerlemeye başlamış mıydı? Acaba İt­tifak Grim Batol'a giden yolu çoktan yarılamış olabilir miy­di?

Öyle olmuş olsaydı bile Vereesa'nın amaçladığı şey için hâlâ çok geride sayılırlardı. Yine de İttifak'ın yaklaşması, bu­radaki orkların dikkatini yakın savunmalarından başka konu­lara kaydırırsa bir bakıma faydalı olabilirdi.

Griffon'dan vadiye indi ve içgüdüsel olarak, onları sakla­yacak gölgelik bir yer aradı. Hayvan korkak olmasa da ne za­man savaşa girmesi gerektiğini anlayacak sezgilere sahipti.

Vereesa ve diğerleri griffondan inip kendilerine saklanacak yer buldular. Kryll vücudunu kayalık bir duvara sıkı sıkı yaslamıştı. Yüzünde açık bir dehşetin ifadesi vardı. Korucu, ona gerçekten biraz acımış ti.

Dakikalarca beklediler ama ejderha geçip gitmedi. Çok çok uzun gibi gelen bir sürenin sonunda sabırsız korucu yaratı­ğın yön değiştirip değiştirmediğini kendi gözleriyle görmeye karar verdi. Kayalara sağlam bir şekilde tutunup yukarı tır­mandı.


Elf, kararmakta olan gökyüzünde hiçbir şey, bir nokta bi­le göremedi. Vereesa eğer içlerinden biri bakmaya cesaret edebilseydi aslında şimdiye kadar çoktan bu dar vadiden git­miş olacaklarını düşündü.

"Ejderhadan hiç iz yok mu?" diye fısıldadı Falstad, koru­cunun yanma tırmanarak. Bir cüce için oldukça çevik hare­ketlerle ilerlemişti kayalık yüzeyde.

"Tehlike altında değiliz. Fazlasıyla güvenli görünüyor."

"Güzel! Ben tepelerdeki kuzenlerimin çok sevdiği, yerin altındaki deliklerden pek hazzetmem!" Aşağı inmeye başladı. "Tamam, Kryll! Tehlike geçti! Kendini oradan söke..."

Cücenin sesi aniden kesilince Vereesa başım hızla çevirdi. "Ne oldu?"

"Kahrolası kurbağa dölü gitmiş!" Kayalığın geri kalanını hızla indi. "Bi ateşböceği gibi gibi ortadan kayboldu!"

Aşağıya mümkün olduğunca güvenli bir şekilde atlayan korucu yakın çevreyi inceleme işinde Falstad'a katıldı. Gerçek­ten de, kaçan goblini görmeleri gerekmesine rağmen Kryll'e ait en ufak bir iz bile yoktu. Griffonun bile kafası karışmıştı sanki. O bile zayıf yaratığın tüydüğünü fark etmemiş gibiydi.

"Nasıl olur da öylece ortadan kaybolabildi?"

"Keşke bunu bilseydim, elf leydim! Ustaca bi numara!"

"Griffonun onu avlayabilir mi?"

"Neden öylesine gitmesine izin vermiyoruz ki? Onsuz da­ha iyiyiz!"

"Çünkü ben."

Ayağının altındaki toprak birden yumuşadı ve açıldı. Elfin çizmeleri saniyeler içinde gömülü verdi.

Çamura saplandığını düşünen Vereesa kendini kurtarmaya çalıştı; ama kurtulacağına, şimdi tehlikeli bir oranda daha da derine gömülmüştü. Sanki aşağı doğru çekiliyor gibiydi.

"Aerie adına, bu da ne...?" Falstad da gömülmüştü; ama cüce söz konusu olunca çamur onun bir anda dizlerine kadar


ulaşmış oluyordu. Korucu gibi o da kendini bu bataktan kur­tarmaya çalışıyor; ama hiçbir başarı sağlayamıyordu.

Vereesa en yakındaki kayalık yüzeye elini uzatıp tutunmaya çalıştı. Bir an için bunu başarıp aşağı inişini yavaşlatsa da güçlü bir şey ayak bileğine sarılmış, korucunun elini tutundu­ğu yerden ayıracak kadar büyük bir kuvvetle çekiyor gibiydi.

Yukarıdan gelen, telaş içinde bir ötüş duydu Vereesa. Griffon cüce ve ellin yapamadığını yapıp aşağı sürüklenmeden önce kendini yukarı kaldırabilmişti. Hayvan, Falstad'ın başı­nın üstünde kanat çırparak göründüğü kadarıyla efendisini yakalamaya çalışıyordu. Ama Vereesa hayvan alçalınca çamur­lardan oluşan birkaç sütunun yukarı doğru fırlayarak griffonu yakalamaya çalıştığını dehşetle fark etti. Kanatlı yaratık bundan son anda kurtulup artık iki savaşçıya da yardım ede­meyecek kadar yükseğe çıkmak zorunda kaldı.

Bu da Vereesa'nın buradan nasıl kurtulacaklarıyla ilgili hiçbir fikri kalmamasına neden oldu.

Toprak beline kadar varmıştı bile. Diri diri gömülme dü­şüncesi elfi bile germişti; ama cücenin içinde bulunduğu ça­resizlik onunkini önemsiz kılıyordu. Cüce, kısa boyu yüzün­den şimdiden başını zeminin yukarısında tutmakta zorlanı­yordu. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın griffon binicisinin haş­metli gücü bile onu kur taramıyordu. Öfkeyle yumuşak top­rağı yakalasa da bu, avuçlarını ne idiği belirsiz şeyle doldur­maktan başka işe yaramıyordu.

Korucu çaresizlikle ona doğru uzandı. "Falstad! Elime uzan! Uzan hadi!"

Cüce çabaladı. İkisi de bunun için çabaladı; ama araların­daki boşluk çok fazla açılmıştı. Vereesa, çırpman yol arkada­şının kaçınılmaz bir şekilde dibe çekilmesini, giderek artan bir dehşetle seyretti.

"Elf..." diyebildi ancak cüce, gözden kaybolmadan önce.

Artık göğsüne kadar gömülmüş olan korucu bir an için


donup kaldı. Cücenin kaybolup gitmesinden geriye kalan tek iz olan küçük bir çamur tümseğine bakakalmıştı. Oradaki ze­min kıpırdamıyordu bile. Ne bir el fırladı son bir çabayla ne de toprak örtüsü çılgınca hareket etti.

"Falstad..." diye mırıldandı elf.

Ayak bileklerinde yeniden beliren baskı onu daha da dibe çekti. Cücenin yaptığı gibi o da çevresindeki toprağa yapıştı ve parmaklarıyla derin yarıklar açtı; ama bu ona hiçbir şey kazandırmadı. Omuzları toprağın içine battı. Başını gökyüzü­ne kaldırdı. Griffonu göremese de çok tanıdık başka bir su­ret, elfin daha önce gözden kaçırdığı küçük bir çatlaktan eğil­mişti.

Zayıf ışıkta bile Kryll'in bütün dişlerini gösteren sırıtışını görebiliyordu.

"Beni affedin, hanfendim; ama siyah ejderha kimsenin müdahale etmemesi konusunda ısrar etti ve sizin ölümlerinizi izlemeye iştirak etme görevini de bana bıraktı! Alelade bir iş, ayrıca benimki gibi kurnaz bir zekâyı da hak etmiyor; ama her şeye rağmen efendimin kocaman dişleri ve çok keskin pençeleri var! Onu geri çeviremezdim, değil mi?" Sırıtışı iyi­ce yayıldı yüzüne. "Anlayış göstereceğinizi umuyorum..."

"Sanal lanet..."

Yer Vereesa'yı yuttu. Çamurlu toprak elfin ağzına ve san­ki oradan da aç akciğerlerine doldu.

Korucu kendinden geçti.


 

 

 

 
 
  Bugün 16879 ziyaretçikişi burdaydı!