.
  Warcraft Kitap 1-3.bölüm
 

http://www.dr.com.tr/DNR_Folders/00000001358/0000000135804_5_1.jpg


on üç

G

oblinlerin hava gemisi bulutların arasından süzülüyor­du. Hedefine yaklaşırken şaşırtıcı derecede sessizdi. Aracın ön kısmındaki Rhonin'in gözleri, kendisini gitmesi gereken yere kadar ulaştıracak olan iki figüre bakı­yordu. Goblinler bir ileri bir geri koşturuyor, kadranları ayarlayıp aralarında mırıldanıyorlardı. Büyücü böylesine bir harikayı bu kadar deli bir ırkın nasıl yaptığını idrak edemi­yordu. Zeplin her an kendi kendini parçalayacakmış gibi oluyor ama goblinler her seferinde durumu düzeltmeyi ba­şarıyor du.

Kanatlıölüm, araca binmesini söylediğinden beri Rhonin'le konuşmamıştı. Büyücü istese de istemese de ejderha­nın ona bunu yaptıracağını bilmesine rağmen Rhonin ona gönülsüzce itaat etmişti. Hava gemisine tırmanırken, o için* deyken yere çakılırsa ne olacağını düşünmemeye çalışmıştı.

Goblinlerin isimleri Voyd ve Nullyn'du. Bu aracı onlar yapmıştı. Kendi söylediklerine göre büyük mucitlerdi ve hiz­metlerini yüceler yücesi Kanatlıölüm'e sunmuşlardı. Elbette bu son sözlerinde hafif bir alay vardı; alay ve korku...

"Beni nereye götürüyorsunuz?" diye sordu büyücü.

Bu soru iki pilotun da ona, sanki Rhonin tamamen tozut­muş gibi bakmasına neden oldu. "Elbette Grim Batol'a!" de di ağzından tükürükler saçarak bir tanesi. Rhonin'in karşılaş


mak talihsizliğini yaşadığı goblinlerin hepsinden iki kat fazla dişi varmış gibiydi. "Grim Batol'a!"

Büyücü bunu zaten biliyordu elbette, ama kendisini tam olarak bırakacakları yeri öğrenmek istemişti. Rhonin bu ikisine, kendisini bir ork kampının ortasında bırakmayacakları konusunda güvenecek değildi. Maalesef daha Rhonin asıl so­rusunu soramadan Voyd ve ortağı acil bir duruma müdahale etmek zorunda kalmışlardı. Bu seferki acil durum ana tank­tan fışkıran buhardı. Goblinler hava gemisini çalışmak için hem su hem de petrol kullanıyorlardı ve bunlardan birini içe­ren bir parça tehlikeli bir anda bozulmamışsa, mutlaka diğeri­ni içeren bir tanesi bozuluyordu.

Sonuçta bu gece Rhonin gibi biri için bile epey uykusuz geçmişti.

İçinden geçtikleri bulutlar o kadar sıklaşmıştı ki büyücü kendini yoğun bir sisin içinde yolculuk ediyormuş gibi his­setti. Ne kadar yüksekte seyrettiklerini bilmiyor olsaydı gök­yüzünde değil de açık denizde yol aldıklarını hayal edebilir­di. Aslında iki yolculuğun da birçok ortak yönü vardı ve bun­lardan biri de kayalıklara bindirmekti. Rhonin birçok kez ani­den geminin bir yanında dağların şekilleniverdiğini görmüş­tü. Hatta birkaçı oldukça tehlikeli sayılabilecek kadar yakındı. Ancak büyücü korkunç sona hazırlanırken goblinler çevrele­rindeki olası facialara şöyle bir göz atmaktan başka bir şey yapmadan tamir işlerine (ve hatta ara sıra da kestirmeye) de­vam ediyorlardı.

Gün çoktan ışımıştı ama aşırı kapalı olan hava, her yeri gurup zamanındaymışçasına karanlığa gömmüştü. Voyd yolu bir çeşit manyetik pusula yardımıyla buluyor gibiydi; ama Rhonin bir ara bu aleti incelediğinde onun aniden yön de­ğiştirme eğiliminde olduğunu fark etti. Sonunda büyücü, goblinlerin uçarken bir yön duyusundan çok şanslarına gü­vendikleri sonucuna vardı.


Daha önceden yolculuğun ne kadar süreceğiyle ilgili bir tahmin yapmıştı ama nedense Rhonin şimdiye kadar kaleye varmış olmaları gerektiğini hissetse de iki goblin oraya varmak için daha epeyce zamanları olduğu konusunda kendisi­ne güven vermeye devam ediyorlardı. Yavaş yavaş, hava gemisinin çember çizip durduğundan kuşkulanmaya başladı. Bunun sebebi hatalı pusula da olabilirdi, goblinlerin herhan­gi bir niyeti de.

Rhonin her ne kadar dikkatini görevinden uzaklaştırma maya çalışsa da Vereesa onun düşüncelerini her an biraz da ha fazla meşgul ediyordu. Elf yaşıyorsa onun peşinden gelir di. Büyücü onu iyi tanıyordu.'Bu bilgi Rhonin'i sevindirdiği kadar korkutuyordu da. Elfin, hava gemisinden haberdar ol­ması nasıl mümkün olabilirdi ki? Sonuçta Khaz Modan'da do­lanıp durabilir ya da doğru bir varsayımda bulunup doğru­dan Grim Batol'a yönelebilirdi.

Eli, tutunduğu küpeşteyi sıktı. "Hayır..." diye kendi ken­dine mırıldandı. "Hayır... bunu yapmaz... Yapamaz..."

Duncan'ın hayaleti zaten büyücüyü rahat bırakmıyordu. Tıpkı önceki görevindeki adamların hayaletleri gibi... Molok bile diğer ölülerin yanındaydı. Bakışlarında büyücüyü kına­yan bir ifade vardı. Rhonin şimdiden Vereesa'nın ve hatta Falstad’ın diğerlerinin yanındaki yerlerini aldıklarını hayal edebiliyordu. Boş gözleri büyücüye onca fedakârlıklarından sonra neden kendilerini terk ettiğini soruyordu.

Bu, Rhonin'in de sık sık kendine sorduğu bir soruydu.

"İnsan!"

Bakışlarını kaldırıp Nullyn'e baktı. Diğer goblinden daha bodur olan yaratık sadece bir kol mesafesinde duruyordu. "Ne var?"

"înmek için hazırlanma zamanı." Goblin'in yüzünde ko­caman, neşeli bir gülümseme belirdi.

"Geldik mi?" Rhonin karanlık düşüncelerinden sıyrılıp si-


sin içine doğru gözünü dikti. Aşağılarda bile sisten başka bir şey göremiyordu. "Hiçbir şey görmüyorum."

Nullyn'in ardındaki Voyd da yüzünde çok eğlendiğini gösteren bir sırıtışla ip merdiveni tutup boştaki ucunu yan ta­raftan aşağı attı. îpin geminin omurgasına çarpma sesi büyü­cünün duyduğu tek sesti. Merdiven kesinlikle aşağıda bir ye­re dokunmamış ü.

"Burası. Sahiden, gerçekten o yer burası, büyücü efendi!" Voyd küpeşteyi işaret etti. "Kendin bak!"

Rhonin de öyle yaptı... dikkatlice. Kanatlıölüm'ün ne iste­diği bir kenara, goblinlerin bir olup kendisini aşağı atmaları ihtimali Rhonin'e olasılık dışı gibi gelmiyordu. "Bir şey gör­müyorum."

Nullyn özür diler gibi bir bakış attı büyücüye. "Bulutlar­dan dolayı, büyücü efendi! Senin insan gözlerinden bazı şey­leri saklıyor! Biz goblinlerin daha keskin gözleri vardır. Altı­mızda çok yumuşak, çok güvenli bir kaya çıkıntısı var! Mer­divenden aşağı inersen seni nazikçe bırakırız, böylece göre­bilirsin!"

Büyücü tereddüt etti. Her şeyden çok bu zeplinden ve onun mürettebatından kurtulmak istiyordu; ama mesele, aşağıda gerçekten de ayak basılabilecek bir yer olup olmadı­ğı konusunda goblinlerin sözüne körü körüne güvenmek olunca...

Beklenmedik bir şekilde Rhonin'in sol eli birden uzanıp Nullyn'i yakaladı. Rhonin'in elini geri çekme çabalarına rağ­men büyücünün parmakları goblinin gırtlağını sarıp kuvvet­lice sıkmaya başladı.

Kendisine ait olmayan ama insana aşın derecede tanıdık gelen bir ses tısladı: "Hiçbir numara, hiçbir hainlik yapılmayacağı konusssunda emir verdim, solucan."

"Me-merhamet, büyük ve ha-haşmetli e-efendim!" diye­bildi boğulmakta olan Nullyn. "Sadece bir oyundu! Sadece


o..." Gerisini getiremedi. Rhonin'in avucu daha da fazla ke­netlenmişti gırtlağına.

Bakışlarını elinden geldiğince aşağı indirmek için çabalayan aciz durumdaki büyücü, madalyonda hafif bir parıltıy­la parlayan siyah taşı gördü. Kanatlıölüm bir kez daha insan 'müttefikinin' kontrolünü ele geçirmek için onu kullanmış­tı.

 

"Oyun mu?" diye mırıldandı Rhonin’in dudakları. "Oyun oy­namayı seviyor musun? Oynaman için bir oyunum var, solucan..."

insanın kolu neredeyse hiç çaba harcamadan döndü ve çırpınmakta olan Nullyn'i küpeşteye doğru sürükledi. Voyd ciyaklayarak hızla motora doğru geriledi. Siyah ejderhanın Nullyn'i cehenneme göndermeye niyetli olduğunun kesinlik­le farkında olan Rhonin, Kanatlıölüm’ün hakimiyetine karşı mücadele etti. Büyücünün gobline karşı bir sevgi hissettiği söylenemezdiyse de yaratığın kanını elinde görmek de iste­mezdi... Onları şu an için ejderha kullanıyor olsa da.

"Kanatlıölüm!" diye çıkıştı. Dudaklarının tekrar kendisine ait olmasına geç de olsa şaşırmıştı. "Kanatlıölüm! Yapma!"

Seni eğlencelerine malzeme yapmış olmalarım mı tercih ederdin, insan? diye sordu kafasındaki ses. Uçamayan biri için bu düşüş pek de hoş bir şey sayılmaz...

"Her halde o kadar salak değilim! Bir goblinin sözüyle kü­peşteye tırmanacak değildim! Bu kadar şaşkın olduğumu düşünseydin beni daha en başta kurtarma zahmetine girmez­din!"

Doğru...

"Ayrıca benim de kendi güçlerim var." Rhonin, Kanatlıölüm’ün kullanma gereği duymadığı diğer elini kaldırdı. Bir­kaç sözcük mırıldanan büyücü işaret parmağının üstünde bir alev yarattı ve bu alevi zaten panik halinde olan Nullyn'in yü­züne çevirdi. "Aslında bir gobline ders vermenin başka yol­ları da vardır."


Zorlukla nefes alan ve kaçma şansı olmayan Nullyn'in gözleri fal taşı gibi açıldı ve cılız yaratık kafasını iki yana sal­lamaya çalıştı. "Kö-kötülük istemedim! Sadece a-alay edecek­tim! Ca-canını yakmayacaktım!"

"Beni daha uygun bir yerde indireceksin, öyle değil mi? Kanatlıölüm'ün da benim de onaylayacağımız bir yerde..."

Nullyn sadece ayaklayabildi.

"Bu alevi daha da büyütebilirim." Büyülü alevin uzunlu­ğu iki katma çıktı. "Aşağıdan bile gemi omurgasını tutuşturabilir, hatta belki yanıcı petrolü de alevlendirir..."

"Nu-numara yok! Nu-numara yok! Yemin!"

"Gördün mü?" diye sordu kızıl saçlı büyücü, görünmeyen muhattabına. "Onu aşağı atmaya gerek yok. Hem belki on­dan tekrar yararlanmak istersin."

Buna cevap olarak Rhonin'in kontrol altındaki eli aniden Nullyn'i serbest bıraktı ve goblin küt diye güverteye düştü. Küçük yaratık bir süre olduğu yerde yatarak çaresizce nefesi­ni toplamaya çalıştı.

Bu senin tercihin... büyücü.

İnsan derin bir nefes verdi ve sonra bakışlarım, hâlâ mo­torun yanında sinmiş olan Voyd'a çevirip ona seslendi: "Ne bekliyorsun? Bizi dağa götür!"

Voyd hemen itaat edip manivelaları çılgınca hareket ettir­meye ve kadranları kontrol etmeye başladı. Nullyn sonunda ortağına katılacak kadar kendine gelebilmişti. Yenik düşmüş goblin bir kez bile arkasına dönüp bakmadı.

Büyülü alevi söndüren Rhonin küpeşteden aşağı baktı. Şimdi en azından Grim Batol'un kayalıkları olduğunu umdu­ğu birkaç oluşumu seçebiliyordu. Kanatlıölüm'ün daha önce­ki sözlerinden ve zihnine gönderdiği görüntülerden ejderha­nın, büyücünün doğrudan doruğun oraya, hatta tercihen içe­ri girmeyi sağlayacak bir yarığın yakınlarında bir yere inme­sini istediğini sanıyordu. Goblinler kesinlikle bunun bilincin-


dey diler. Şu durumda yapmayı tercih edecekleri başka bir şey, uzaktaki efendilerine ya da büyücüye karşı koymanın ne kadar aptalca bir iş olduğunu hâlâ öğrenmemiş oldukları anlamına gelirdi. Rhonin böyle bir şey olmaması için dua etti. Kanatlıölüm’ün, goblinlerin cezadan ikinci kez kurtulmasına izin vereceğini sanmıyordu.

Belli bir doruğa doğru yaklaşmaya başladılar. Rhonin hiç Grim Batol'da bulunmamış olsa da bu doruğu hayal meyal hatırlıyordu. Gittikçe artan sabırsızlıkla, daha iyi görebilmek için öne doğru eğildi. Kuşkusuz bu, Kanatlıölüm’ün onun zihnine zorla soktuğu resimlerdeki dağ olmalıydı. Bunu bel­li edecek bir iz aradı: Akılda kalacak bir kaya çıkıntısı ya da tanıdık bir yarık...

İşte! Zihnindeki baş döndürücü yolculuk sırasında gördü­ğü dar mağara ağzının ta kendisi karşısındaydı. Burası ancak bir insanın içine girebileceği kadar genişti. Tabii yüzlerce metre yükseklikte yalçın kayaları tırmanmayı başarabilirse... Yine de işe yarayacaktı. Rhonin güçlükle sabredebiliyordu. Bela goblinlerden ve onların uçan makinelerinden kurtulaca­ğı için bayram ediyordu.

İp merdiven büyücünün kullanımına hazır, hâlâ serbestçe sallanıyordu. İhtiyatlı büyücü, Voyd ve ortağı gemilerini ma­nevra yapıp yaklaştırırken bekledi. Zeplin hakkındaki daha ön­ceki görüşü ne olursa olsun, şimdi goblinlerin onu saygı duyu­lacak bir kesinlikle yönettiğini kabul etmek zorundaydı Rhonin.

Merdiven mağaranın hemen solundaki kaya duvara hafif­çe tangırdayarak -çarptı.

"Burada sabitleyebilir misin?" diye Nullyn'e seslendi.

Hâlâ korku içinde olan pilotun karşılık olarak yaptığı tek şey kafasıyla onaylamak oldu ama bu Rhonin'i memnun et­mişti. Başka numara olmayacaktı. Büyücüden korkmuyor ol-. salar bile Kanatlıölüm’ün uzaktan onlara ulaşabileceğinden kesinlikle korkuyorlardı.


Derin bir nefes alan Rhonin yan taraftan aşağı inmeye baş­ladı. Merdiven tehlikeli bir şekilde sallanıyordu, hatta onu birkaç kez dağın cephesine çarptırdı. Her darbede yaşadığı şoku görmezden gelen büyücü son basamağa ulaşmak için hızlı hızlı inmeye devam etti.

Mağaranın ince kaya çıkıntısı Rhonin'in hemen altındaydı ama goblinler zeplini mümkün olduğunca doğru bir konum­da yerleştirmiş olsa da dağın tepesindeki rüzgâr Rhonin'i dön­dürüp duruyor ve sağlam bir noktaya varmasını engelliyordu. Büyücü üç kez ayağını yere basmayı denedi ve her seferinde rüzgâr onu hedefinden uzaklaştırıp ayağının yüzlerce metre, yüksekliğindeki boşlukta sallanmasına neden oldu.

Daha da beteri, hava akımı kuvvetlendikçe araç da kayma­ya başlamış, hatta ara sıra çok riskli birkaç santim boyunca sürüklenmişti. Goblinlerin sesi çılgın bir tartışma içinde ol­duklarım belli etse de tam olarak ne konuştukları, uğraş ver­mekte olan büyücüye kadar ulaşmıyordu.

Kayalığa atlama tehlikesini göze almak zorundaydı. İçinde bulunduğu durum düşünülürse büyü yapmak çok riskli ola­bilirdi. Rhonin'in güvenebileceği tek şey fiziksel yetenekti... Bu da hiçbir zaman onun öncelikli tercihi olmamıştı.

Hava gemisi beklenmedik bir şekilde döndü ve onu sert­çe kayalara yapıştırdı. Güçlükle tutunmayı başaran Rhonin'in soluğu kesildi. Eğer merdiveni bir an önce terk etmezse bir sonraki çarpma onu sersemletip tutunduğu yerden ölümcül bir şekilde kaymasına neden olabilirdi.

Derin bir nefes alan bitap durumdaki büyücü, kendisiyle kaya çıkıntısı arasındaki mesafeyi kolaçan etti. Merdiven onu tekrar kayalara yapıştıracak gibi ileri geri sallandı.

Rhonin çıkıntıya yakınlaşana kadar bekledi... ve kendini mağaraya doğru attı.

înce kaya çıkıntısına düştüğünde büyücünün dudakların­dan acı dolu bir inilti yükseldi. Ayaklan bir an için kaydı ve


bir tanesi basacak hiçbir yer bulamadı. Büyücü kendim ileri itmek için var gücüyle tırmandı ve sonunda bir ilerleme kay­detti.

En sonunda kendini yeterince güvende hissedince Rhonin kendini yere âttı. Kan ter içinde kalmıştı. Birkaç saniye sonra nefesim tekrar ayarlayabilmiş ti. Yattığı yerde sırt üstü döndü.

Anlaşıldığı kadarıyla geride kalan Voyd ve Nullyn, hoşlan­madıkları yolcularından artık kurtulmuş olduklarının farkına varmıştı. İp merdiven hâlâ yanından sarkan goblin hava gemisi uzaklaşmaya başlamıştı.

Rhonin'in eli birden yükseldi. İşaret parmağı kaçmakta olan gemiyi işaret ediyordu.

Olacakların farkında olan büyücü haykırmak için ağzını açtı: "Hayııır!"

Daha önce elindeki titreşen alevi oluşturmak için sarf et­miş olduğu sözcükler şimdi tekrar ağzından dökülüyordu ama bu sefer onları söyleyen büyücünün kendisi değildi.

Dehşet içindeki büyücünün şimdiye kadar yarattığı bütün ateşlerden daha büyük, saf bir ateş yağmur parmağından fış-kırdı... Hedefi doğrudan hava gemisi ve içindeki hiçbir şey­den şüphelenmemiş goblinlerdi.

Alevler zeplini sardı. Rhonin çığlıkları duydu.

Petrol tankı alev alan hava gemisi havaya uçtu.

Geriye kalan birkaç parça gökyüzünden aşağı saçılırken Rhonin'in kolu yanma düştü.

Nefes almakta zorlanan büyücü sertçe çıkıştı: "Bunu yap­man gerekmezdi!"

Rüzgâr patlamanın duyulmasını önleyecektir, diye karşılık verdi so­ğuk ses. Parçalar da pek kullanılmayan, derin bir vadiye düşecek. Zaten orklar, kendilerini deney uğruna yok eden goblinlere alışıktır. Fark edilmek­ten korkmana gerek yok... dostum.

Rhonin o anda kendi güvenliği için kaygılanmış değildi, tek düşündüğü  goblinlerin hayatıydı.  Savaşta  ölmek başka


şeydi, siyah ejderhanın iki asi uşağına verdiği gibi bir ceza başka şeydi.

 

Mağaraya girersen senin için iyi olur, diye devam etti Kanatlı-ölüm. Dışarıdaki hava senin için pek uygun sayılmaz.

Ejderhanın ilgi dolu çabası onu zerre kadar sakinleştirmiş olmasa da Rhonin itaat etti. Gittikçe yükselen rüzgâr yüzün­den çıkıntıdan aşağı uçmak istemezdi. İyi ya da kötü, ejder­ha onu hedefinin bu kadar yakınma kadar getirmişti. Buraya kadar kendi başına varabileceğinden kuşku duymuş olduğu­nu kabul etmesi gerekirdi. Aslında içinde bir yer en baştan beri yok olup gideceğine inanmıştı... Tek umuduysa daha ön­cesinde yapması gereken telafiyi başarabilmiş olmasıydı. Bel­ki şimdi bir şansı vardı...

O sırada korkunç bir ses Rhonin'i karşıladı, büyücünün hemen tanıdığı bir ses. Bir ejderhanın sesi, tabii ki genç ve sağlıklı bir ejderhanın... Ejderhalar ve orklar... Hepsi onu ma­ğaranın derinliklerinde bekliyorlardı. Yalnız başına olan bü­yücü için bekliyorlardı.

Hepsi ona, hâlâ ilk başta hayal etmiş olduğu gibi ölebile­ceğim hatırlatıyordu...

İnsan güçlüydü. Düşündüğünden de güçlü...

Bir kez daha Lord Prestor kılığına bürünmüş olan Kanat-hölüm, seçmiş olduğu piyonu düşünüyordu. Kirin Tor'un bu inanılmaz saçma görev için göndermiş olduğu büyücüyü ele geçirmek yapılacak en basit iş gibi görünmüştü. Onların ap­tallığını zafere dönüştürecekti ejderha... ama kendi zaferine. Bu Rhonin, bunu siyah dev için gerçekleştirecekti. Gerçi bu, fa­ninin sandığı gibi olmayacaktı.

Yine de büyücü, Kanatlıölüm'ün sandığından çok daha fazla direnç göstermişti. Kesinlikle güçlü bir iradeye sahipti. Olaylar sırasında yok olup gidecek olması iyi bir şeydi. Böy­le güçlü bir irade, güçlü büyücülerin kaynağıydı. Medivh gi-


bi... Siyah dev, insanlar içinde sadece tek bir isme saygı du­yardı ve o da Medivh'in ismiydi. Bir goblin kadar deli (ve ta­bii bir o kadar da tahmin edilemez) olan bu büyücü inanılmaz bir güce sahip olmuştu. Kanatlıölüm bile onunla istey­erek karşılaşmazdı.

Ama Medivh ölmüştü... ve son zamanlarda aksi yönde çı­kan söylentilere rağmen siyah ejderha da bunun böyle oldu­ğuna inanıyordu. Başka hiçbir büyücü deli büyücünün edin­diği yeteneklerin yakınma bile yaklaşamamıştı ve eğer Kanat­lıölüm başarılı olursa bundan böyle de yaklaşamayacaktı.

Zaten Rhonin ejderhaya, İttifak hükümdarlarının yaptığı gibi körü körüne itaat etmeseydi bile Kanatlıölüm'ün onun her hareketini izlediği gerçeğinden dolayı itaat edecekti. Bu i bakımdan şapşal goblinlerin başına gelenler güzel bir ders ol­muştu. Belki tek amaçları yolcularının kalbine korku salmak­tı ama Kanatlıölüm'ün böyle aptallıklara ayıracak zamanı yok­tu. Kryll'i, görevlerini hiçbir saçmalık yapmadan tamamlaya­cak bir ikili seçmesi konusunda uyarmıştı. Goblin lideri ken­di işlerini tamamlayınca Kanatlıölüm onunla, yapmış olduğu seçimler hakkında konuşacaktı. Siyah ejderha pek memnun kalmış sayılmazdı.

"Başarısız olmasan iyi olur, minik kurbağa," diye yılan gibi tısladı ejderha. "Yoksa zeplindeki kardeşlerin, senin için hazırlayacağım sonla karşılaştırınca başlarına gelenlerden do­layı kendilerini şanslı sayarlar..."

Goblinle ilgili bütün düşüncelerini zihninden silip attı. Lord Prestor'un Kral Terenas'la çok önemli bir toplantısı var­dı. Konu Prenses Calia'ydı.

Bu topraklardaki bütün soylularınkinden daha şık giysiler içinde olan Kanatlıölüm, şatosunun ön koridorundaki upu­zun aynada kendi görüntüsünü takdirle seyretti. Evet, her ya­nıyla bir kral adayıydı. İnsanlar, içlerinde onun sahip olduğu güç ve saygınlığın bir parçasını bile taşıyor olsaydı ejderha


onların canlarını bağışlayabilirdi ama kendisine bakan yansı­ması, Kanatlıölüm'e insanların erişmeyi umut bile edemeye­cekleri bir mükemmellik sunuyordu. Ejderha, sefil varlıkları­nı sona erdirerek onlara iyilik yapıyordu.

"Yakında," diye fısıltıyla kendi kendine söz verdi. "Kısa bir zaman ssonra..."

Arabası onu doğrudan saraya götürdü. Nöbetçiler saygıyla selam verip onu hemen içeri buyur ettiler. Kanatlıölüm'ü gi­rişteki salonda bir uşak karşıladı ve ona kralın şahsen karşıla­mak üzere burada bulunamamasından dolayı özürlerini sun­du. Şimdi tamamen, sadece bütün taraflar arasında barışı sağ­lamak isteyen genç asilzade rolüne bürünmüş olan ejderha sı­kılmış gibi davranmadı. İnsandan, kralın kendisini beklemek için uygun gördüğü yere kadar yol göstermesini isterken yü­zünde bir gülümseme vardı. Kralın onun gelişine hazır olma­ması beklediği bir şeydi. Özellikle de Terenas hâlâ kızma, kendisi için belirlenmiş olan gelecekten bahsetmemişse...

Tahta çıkmasına karşı çıkacak bütün muhalefet yok edil­miş ve taht onun pençesinden sadece günlerle ölçülecek bir uzaklıktayken Kanatlıölüm planlarına mükemmel bir ilave yapmıştı. Nüfuzunu artırmak için İttifak'taki kralların en güç­lülerinden birinin kızıyla evlenmekten daha iyi ne yapılabi­lirdi ki? Elbette saltanat süren hükümdarların hepsi uygun se­çenekler sunmuyordu. Aslında şu anda sadece Terenas'ın ve Daelin Proudmoore'nin bekar ve de çocukluk dönemini aş­mış kızları vardı. Ancak Jaina Proudmoore çok gençti ve ej­derhanın şimdiye kadar yaptığı araştırmalardan öğrendiği ka­darıyla büyük olasılıkla daha şimdiden idare edilmesi çok zordu. Aksi takdirde Kanatlıölüm onun için bekleyebilirdi. Ama hayır, Terenas’ın kızı gayet iyi bir tercihti.

Calia'nın evlilik yaşma gelmesine hâlâ iki sene vardı ama iki yıl, yaşlanmayan bir ejderha için hiçbir öneme sahip ol­mayan bir süreydi. O zamana kadar hem kendi türünün di-


ger üyeleri onun egemenliğine tabi ya da ölmüş olacaklar hem de Kanatlıölüm kendini İttifak'ın temelini gerçek anlam­da çökertecek bir siyasi konuma getirmiş olacaktı. Hayvani orkların dışardan yapamadığını, o içerden başaracaktı.

Uşak bir kapıyı açtı. "Eğer içeride beklerseniz, efendim, eminim Majesteleri kısa zamanda yanınızda olacaktır."

"Teşekkür ederim." Daldığı düşlerden henüz sıyrılamamış olan Kanatlıölüm içeride onu bekleyen iki yeni şahsı kapı ar­dında kapanana kadar fark etmedi.

Başlıklı pelerinler giymiş şahıslar, gölgeler içindeki başla­rıyla ona doğru hafifçe selam verdiler.

"Selamlarımızı sunarız, Lord Prestor," diye gürledi sakallı olan.

Kanatlıölüm dilinin ucuna kadar gelen öfke dolu sözcük­leri güçlükle engelledi. Kirin Tor'la yüzleşmeyi bekliyordu ama Terenas’ın sarayında değil. Ejderhanın, hükümdarların çoğunun üstünde büyüyle oluşturduğu Dalaran büyücülerine karşı duyulan düşmanlık hissi, büyücülerin buraya ziyarete gelme cüretkârlığını engellemiş olmalıydı.

"Ben de size selamlarımı sunarım, beyfendi ve hanfendi."

Kendi ırkı için yaşlı bir kadın sayılacak olan ikinci büyü­cü açıklamada bulundu: "Sizinle bundan daha erken görüş­meyi umuyorduk, lordum. Ününüz ittifak krallıkları içinde epey yayıldı... özellikle de Dalaran'da."

Büyücülerin sahip oldukları büyüsel güç özelliklerini bü­yük oranda gizliyordu. Kanatlıölüm tek bir hareketle onların örtülerini parçalayabilirdiyse de böyle bir şeyi yapmamayı tercih etti. Bu çifti ismen olmasa da zaten tanıyordu. Sakallı olan, ejderhanın büyü alanına tanıdık gelmişti. Sanki yakın zamanda Kanatlıölüm ve büyücü karşılaşmıştı. Sahte asilzade bu büyücünün, kendi şatosuna girmek için düzenlenen iki büyük girişimden en az birinin sorumlusu olabileceğinden şüphelendi. Bu büyülerin içerdiği kudret düşünülürse Kanat-


lıölüm adamın değil kendisinin karşısına çıkmalına, hâlâ ya­şıyor olmasına bile şaşırmıştı.

"Kirin Tor'un ünü de herkes tarafından malumdur," diye karşılık verdi ejderha.

"Aslında her gün biraz daha tanınıyor... ama doğrusunu söylemek gerekirse pek arzu ettiğimiz açıdan değil."

Kadın onun yaptıklarım ima ediyordu. Kanatlıölüm bu imada bir tehlike görmedi. Şu an için onun düzenbaz bir büyücü olduğundan kuşkulanıyorlardı. Güçlü olduğunun farkındaydılar ama gerçekte temsil ettiği tehlikeden bihaber­diler.

"Majesteleriyle burada tek başıma görüşmeyi bekliyor­dum," dedi Kanatlıölüm. Konuşmayı kendi lehine çeviriyor­du. "Dalaran'ın Lordaeron'la görüşeceği bir işi mi var?"

"Dalaran, İttifak’ın üyesi olan krallıkların hepsi için önem­li olan konularla yakından ilgilenmeye çalışır," diye karşılık verdi kadın. "Şu sıralarda bunu başarabilmekte zorlanıyoruz çünkü üyeler arasındaki önemli toplantılardan haberdar edil­miyoruz."

Kanatlıölüm sakince yandaki masaya doğru yürüdü. Terenas bekleyen misafirler için her zaman en iyi içkilerinden birkaç şişeyi burada el altında bulundururdu. Ejderhaya göre* Lordaeron şarabı krallığın sunduğu tek işe yarar ihraç malıy­dı. Şarabın yanındaki mücevherlerle süslü kadehlerden birine az bir miktar şarap doldurdu. "Evet, Majesteleriyle konuşup kendisini sizi Alterac görüşmelerine davet etmesi için teşvik ettim; ama o sizi davetlilerin dışında tutma konusunda olduk­ça inatçı görünüyordu."

"Yine de sonuçtan haberimiz var," dedi sakallı-adam, ters' bir tonla. "Sizi tebrik etmemiz gerek, Lord Prestor."

Ne onlar ne de kendisi isimlerini söylemişti. Demek ki gerçekten de onu takibe almışlardı... Tabii ancak Kanatlıölüm’ün izin verdiği ölçüde.


"Doğrusu bu benim için şaşırtıcı oldu. Tek isteğim Lord Perenolde'nin talihsiz hareketinden sonra İttifak’ın dağılması­nın engellenmesine yardımcı olmaktı."

"Evet, bu çok korkunç bir olaydı. O adamdan böyle bir şey beklenmezdi doğrusu. Onun gençliğini bilirim. Biraz ür­kek biriydi; ama bir haine benzemiyordu."

Yaşlı elf birden söz girdi: "Önceki yurdunuz Alterac'a pek uzak değildi, öyle değil mi, Lord Prestor?"

Kanatlıölüm ilk kez olarak bir rahatsızlık hissine kapıldı. Artık bu oyundan hoşlanmamaya başlamıştı. Elf kadını gerçe­ği biliyor olabilir miydi?

Ejderha soruya cevap veremeden, girişin karşısındaki şaşa­lı süslemelerle bezenmiş kapı açıldı ve Kral Terenas yüzünde hoşnutsuz bir ifadeyle hışımla içeri, daldı. Masum yüzlü, sa­nsın bir çocuk neredeyse tıpış tıpış ilerleyerek onun peşin­den geliyordu. Babasının dikkatini çekmeye çalıştığı belliydi. Ancak Terenas bakışlarını gölgeler içindeki büyücülere dikin-,ce kaşlarının çatılması daha da derinleşmişti.

Kral çocuğa döndü. "Kız kardeşinin yanma dön ve onu sa­kinleştirmeye çalış, Arthas. Elimden geldiğince çabuk yanını­za geleceğim, söz veriyorum."

Arthas başını salladı ve babasının ziyaretçilerine meraklı bir bakış attıktan sonra kapıdan geri çıktı.

Terenas kapıyı oğlunun ardından kapadı ve hızla büyücü­lere döndü. "Baş kahyaya, bugün size ayıracak zamanım ol­madığı konusunda sizi bilgilendirmesini söylediğimi sanıyor­dum! Eğer Dalaran’ın, benim İttifak işlerini ele alışımla ilgili bir talebi ya da itirazı varsa, oradaki büyükelçimiz aracılığıyla resmi bir ilam gönderebilirlerdi! Artık size iyi günler dilerim!"

İkili etkilenmemiş görünüyordu. Kanatlıölüm yüzünde oluşmak üzere olan zafer gülümsemesini engelledi. Ejderha, Rhonin gibi başka konularla meşgulken bile onun kral üstün­deki etkisi gücünü yitirmiş değildi.


Kanatlıölüm'ün aklına yeni kuklası gelince, büyücülerin
kralın onları ciddi ciddi kovmasını dikkate alıp gitmelerini
umdu. Ne kadar çabuk giderlerse ejderha da o kadar çabuk
genç dostunu kontrol etmek için geri dönebilirdi.                               

"Gideceğiz, Majesteleri," diye gürledi erkek büyücü. "Ama size, konseyin çok geç olmadan makul olanı göreceği­nizi umduğunu söylemekle yetkilendirildik. Dalaran her za­man bağlı ve sadık bir müttefik olmuştur."

"Canı istediğinde."

İki büyücü de hükümdarın bu sert ifadesini görmezden geldi. Kanatlıölüm'e dönen kadın: "Lord Prestor, sizinle en sonunda yüz yüze görüşmüş olmak bir şerefti. Eminim bu son görüşmemiz olmayacak."

"Göreceğiz." Kadın elini uzatmak için bir girişimde bu­lunmadı ve ejderha da onu bunun için teşvik etmedi. Evet, onu izlemeye devam edecekleri konusunda uyarıda bulun­muşlardı. Kirin Tor'un, bunun kendisini daha ihtiyatlı, hatta kararsız kılacağına inandığı kuşkusuzdu ama siyah ejderha onların tehditlerini ancak gülünç bulmuştu. En iyisi onları üstlerine eğildikleri cam küreleriyle boşa zaman harcamaları ya da İttifak yöneticilerini makul olanı görmeleri için ikna et­mekle uğraşmaları için bırakmaktı. Bu çabaları sonucunda el­lerine geçecek tek şey diğer insanların onlara karşı daha da fazla düşmanlık duyması olacaktı. Bu da tamamen Kanatlı­ölüm'ün işine gelecekti.

Reverans yapan büyücüler odadan çıktı. Terenas bunu ya­pabileceklerini biliyor olsa da krala olan saygılarından dolayı bir anda ortadan yok olmamışlardı. Hayır, elçiliklerine geri dönene kadar, güvensiz gözlerden uzaklaşana kadar bekleye­ceklerdi. Daha şimdiden Kirin Tor üyeleri, başkalarının yanındayken görünüşlerine dikkat ediyorlardı.

Uzun vadede bir önemi olmayacak olsa da...

Büyücüler sonunda gittiğinde Kral Terenas konuşmaya başladı: "Bu sahne için en içten özürlerimi sunarım, Prestor!


Bu ne küstahlık! Sanki burada hüküm süren Lordaeron değil
de Dalaran'mış gibi apar topar saraya giriyorlar! Bu sefer çok
ileri gittiler..."
              Kanatlıölüm bir elini ona doğru kaldırınca cümlesinin ortasında donuverdi. İki kapıya da göz atarak kimsenin içeri da­lıp kralı büyülenmiş halde bulmayacağı konusunda emin olan sahte asilzade, saray avlusunu ve onun ötesindeki krallığı gö­ren bir pencereye doğru ilerledi. Kanatlıölüm, Terenas'in kra­liyet konutunda bütün ziyaretçilerin giriş ve çıkışlarda kullan­dığı geçitleri seyrederek sabırla bekledi.

Gitmekte olan büyücüler görüş alanına girdi. Başları,^ acil ve özel bir tartışmaya girdiklerini gösteren bir şekilde birbi­rine yakin duruyordu.

Ejderha penceredeki kıymetli cam yüzeye işaret parmağıy­la dokunup orada koyu kırmızı parlayan iki çember çizdi. Kanatlıölüm tek bir sözcük mırıldandı.

Çemberlerden birinin içinde kalan cam şekil değiştirdi, büzüştü ve sonunda gülünç bir ağız biçimi aldı.

"... kesinlikle.hiçbir şey! O bir boşluktan ibaret, Modera! Onunla ilgili hiçbir şey sezemiyorum!"

Diğer çemberde, ikinci ve bir bakıma daha narin bir ağız şekillendi. "Belki de halen tam olarak iyileşememişsindir, Drenden. Sonuçta yaşadığın o şok..."

"Atlattım! Beni öldürmek için daha fazlası gerekir! Hem senin de onu araştırdığını biliyorum! Sen bir şey sezdin mi?"

Kadınsı ağzın* bir köşesi büküldü. "Hayır... Bu da onun çok çok güçlü olduğunu gösteriyor... Büyük olasılıkla Medivh kadar güçlü."

"Güçlü bir tılsım kullanıyor olmalı! Kimse o kadar güçlü olamaz, Krasus bile!"

Modera' nın ses tonu değişti. "Krasus'un ne kadar güçlü olduğunu tam olarak biliyor muyuz? Diğer herkesten yaşlı. Bunu gözden kaçırma."


Bu sadece ihtiyatlı olduğu anlamına gelir... Yine de kon­sey başkanı olmamasına rağmen aramızda en iyi olan o."

"Bu onun tercihiydi... Hem de birden fazla kez."

Kanatlıölüm öne doğru eğildi. Duyduğu hafif merak şim­di artmıştı.

"Hem o ne yapıyor ki? Bu kadar gizlediği şey ne?"

"Prestor'un geçmişini öğrenmeye çalıştığını söylüyor ama bence bundan daha fazlası var. Krasus söz konusu olunca her zaman daha fazlası vardır."

"İyi o zaman, bir an önce bir şeyler bulmasını umarım çünkü bu durum... Ne oldu?"

"Ensemde bir ürperti hissettim! Acaba..."

Yukarıdaki sarayda ejderha iki cam ağzın üstünden elini hızla geçirdi. Pencerenin camı bir anda dümdüz oldu. Geri­ye hiç iz kalmamıştı. Kanatlıölüm geri çekildi.

Kadın nihayet onun büyüsünü sezmişti ama o, büyüyü ej­derhaya ulaşana kadar takip edemeyecekti. Bir insan için ne kadar yetenekli olurlarsa olsunlar Kanatlıölüm'ün onlardan korktuğu yoktu; ama şu an için bu ikiliyle olan karşılaşması­nı uzatmak niyetinde değildi. Oyuna yeni bir unsur eklen­mişti. Bu, ejderhayı ilk defa olarak biraz düşündüren bir un­surdu.

Kanatlıölüm, tekrar Terenas'a döndü. Kral hâlâ ağzı ve el­leri açık, onun bıraktığı yerde duruyordu.

Ejderha parmaklarını şaklattı.

"... ve ben de buna seyirci kalacak değilim! Onlarla bütün diplomatik ilişkileri bir an önce kesmeyi düşünüyorum! Lordaeron’la kim hüküm sürüyor? Onlar ne sanırsa sansın, Ki­rin Tor değil!"

"Evet, bu büyük olasılıkla doğru bir hamle olur, Majeste­leri; ama şimdilik erteleyin. Bırakın itirazlarını beyan etsinler. Sonra da kapıları onların yüzüne kapamaya başlayın. Diğer


krallıkların da sizin adımlarınızı takip edeceğinden fazlasıyla eminim."

Terenas ona içten bir gülümsemeyle baktı. "Sen çok sabırlı bir gençsin, Prestor! Ben burada konuşup duruyorum, sen de hiç itiraz etmeden bekliyorsun! Müstakbel bir evliliği gö­rüşmemiz lazım gelir! Bunun gerçekleşmesine kadar önü­müzde daha iki yılımız olduğu doğru ama nişan töreni kap­samlı bir hazırlık gerektirir!" Omuzlarını silkti. "Kraliyet iş­leri böyle işte!"

Kanatlıölüm başını hafifçe eğdi. "Çok iyi anlıyorum, Ma­jesteleri."

Lordaeron kralı ona müstakbel damadının önlerindeki bir­kaç ay boyunca katılması gereken çeşitli merasimlerden bah­setmeye başladı. Alterac'ın yönetimine gelmesinin yanı sıra, halkın ve diğer hükümdarların gözünde kendisi ve Calia ara­sındaki bağı güçlendirebilmesi için Genç Prestor'un her önemli olayda hazır bulunması gerekecekti. Bütün dünyanın, bu izdivacın İttifak için büyük bir geleceğin başlangıcı olaca­ğını anlaması gerekirdi.

"Bir kez Khaz Modan'ı ve Grim Batol'u şu cehennemlik orklardan geri alınca toprakların tepe cücelerine törenle geri verilmesini tasarlamaya başlayabiliriz! Bu töreni sen yönetme­lisin, sevgili evladım çünkü sen büyük olasılıkla İttifak zafe­re ulaşana kadar onun bir arada kalmasını sağlayanlar içinde en önemli kişilerden birisin..."

Kanatlıölüm'ün dikkati Terenas’ın gevezeliklerinden git­tikçe daha fazla uzaklaşıyordu. Onun söyleyeceklerinin çoğu­nu biliyordu... Önceden insanın zihnine bunları yerleştiren kendisiydi. Kahraman Lord Prestor (hayal ürünü ya da değil) ödülünü toplayacak ve yavaş yavaş, sistemli bir şekilde küçük ırkların yok edilmesine başlayacaktı.

Ancak şu anda ejderhayı daha çok ilgilendiren iki büyücü­nün arasında geçen konuşma ve özellikle de Kirin Tor'dân bir


başkasının, şu Krasus un ismini anmalarıydı. Kanatlıölüm onu ilgiye değer buluyordu. Daha önce şatosunu çevreleyen bü­yüleri adatmak için girişimlerde bulunulduğunu ve bunlar­dan birinin Sonsuz Açlık'ı tetiklediğini biliyordu. O, büyücülü­ğe mazhar olmuş kişilerce şimdiye kadar tasarlanmış en eski ve en zorlu tuzaklardan biriydi.

Ejderha, Açlık'ın işlevini yerine getiremediğinden de haber­dardı.

Krasus... Bu, Kanatlıölüm'ün kendisi kadar kadim bir büyü­den kurtulmuş olan büyücünün ismi miydi?

Senin hakkında daha fazla şey öğrenmeliyim, diye düşündü ejder­ha, Terenas’ın devam eden gevezeliğine başıyla ilgisizce onay vererek. Evet,-daha fazla şey öğrenmeliyim...


 

ON DÖRT

K

rasus uyuyordu. Hiç uyumadığı kadar, yumurtasın­dan yeni çıktığı zamanlarda bile uyumadığı kadar derin uyuyordu. Uykuyu yarı düşte yarı başka bir hal­de, en güçlü fatihin bile uyanamayacağı sonsuz istirahat ha­linde uyuyordu. Geçen her saatin onu bu tatlı unutkanlık ha­line daha da fazla sürüklediğinin bilincinde olarak uyuyordu.

Ve ejderha büyücü uyurken düş görüyordu.

İlk görüntüler belirsiz şeylerdi. Bunlar uyuyan kişinin bi­linçaltının oluşturduğu basit imgelerdi. Ancak kısa bir süre sonra onların yerini daha kesin ve daha yalın düş yaratıkları aldı. Ejderhamsı ve başka tür kanatlı figürler etrafta kanat çır­pıyorlardı. Panik halinde kaçışıyormuş gibiydiler. Siyahlar içindeki biçimsiz bir adam uzaklardan onunla alay ediyordu. Bir çocuk güneşin yıkadığı, rüzgârlı bir tepede koşturuyordu... birden çirkin ve kötülük dolu bir yaşayan ölüye dönüştü.

Uykusunun derinliklerinde bile bu düşlerin anlamından tedirgin olan büyücü rahatsızca yer değiştirdi... Ve bunu ya­par yapmaz daha da derinlere düşerek, onu hem boğan hem de rahatlatan saf bir karanlıkla dolu diyardan içeri girdi.

Ve bu diyarda bir ses, yumuşak ama emredici bir ses ça­resiz ejderha büyücüyle konuştu.

Onun için her şeyi feda edersin, değil mi, Korialstrasz?

Krasus cevap verirken, odasında dudakları hareket etti: Onu serbest bırakacak şey buysa kendimi feda ederim...


Zavallı, sadık Korialstrasz... Karanlığın içinde bir şekil oluştu. Bu şekil, uyuyanın her nefesinde dalgalanıyordu. Düşünde sürüklenen Krasus bu şekle ulaşmaya çalıştı ama tam onu ya­kalayacakken şekil ortadan yok oluverdi.

Onun zihninde Alexstrasza'ydı o şekil.

Son istirahatına doğru gittikçe daha hızlı bir şekilde kaymaktasın, cesur kişi. Bu gerçekleşmeden önce benden isteyeceğin bir şey var mı?

Dudakları tekrar kımıldadı: Sadece ona yardım etmeni...

Kendin için bir şey istemiyor mu.sun? Kaybolup gitmekte olan yaşamını istemiyor musun mesela? îçtikleriyle kendilerini ölüme götürme cesaretine sa­hip olanlar onun en leziz ve seçkin şarabından bir kadeh dolusu içmeyi hak eder...

Karanlık onu içine çekiyor gibiydi. Krasus nefes almakta, düşünmekte güçlük çekiyordu. Sadece geri dönmek ve unut­manın rahatlık veren örtüsünü kabul etmek onu her an biraz daha cezp ediyordu.

Ama kendini zorlayarak karşılık verdi: Onun için... Sadece onun için bir şey istiyorum.

Birden kendini yukarı çekiliyormuş gibi hissetti. Renk ve ışıkla dolu bir yere; tekrar nefes almanın, tekrar düşünmenin mümkün olduğu bir yere doğru...

Resimler ona saldırdı. Kendi düşlerinden olmayan resim­ler... Başkalarının düşlerinden resimler. İnsanların, cücelerin, elflerin, hatta orkların ve goblinlerin dilek ve isteklerini gör­dü. Onların kâbuslarıyla acı çekip, en tatlı hislerinin keyfini sürdü. Bir sürü resim vardı ama hepsi yanından geçip gidin­ce Krasus onların hiçbirini hatırlayamadı. Kendi düşlerini bi­le hatırlamakta zorlanıyordu.

Bu akıp giden manzaranın ortasında başka bir görüntü oluştu. Ancak etrafındaki her şey bir buğu gibi kımıldarken, bu görüntü belli belirsiz bir şekil almaya başladı. Büyücü­nün küçük bedenini gölgede bırakacak kadar büyük bir şe­kil...


Yarı düş, yarı gerçek, zarif bir ejderha silueti yeni uyan­mış gibi kanatlarını gerdi. Gecenin çökmesinden önce or­manda görülen cinsten, zorlukla seçilen, soluk bir yeşil renk, dev yaratığın gövdesi boyunca yayıldı. Krasus, ejderhanın gözleriyle karşılaşmaya hazır bir halde bakışlarını yukarı kal­dırdı... ve onların uykudaymış gibi kapalı olduklarını gördü. Yine de Düşler Hanımefendisi'nin onu gayet iyi hissedebildi­ğinden kuşkusu yoktu.

Senden, benim her zaman çok ilginç bir düş gezginim olan senden böyle bir fedakârlık istemeyeceğim, Korialstrasz. Ejderha'nın dudaklarının kö­şeleri hafifçe yukarı kıvrıldı. Çok merak uyandırıcı bir düş gezgini...

Krasus ayağını basabileceği sağlam bir yer, herhangi bir yer aradı; ama etrafındaki zemin gevşek, hatta neredeyse akışkan bir haldeydi. Akışkan zemin onu sürükledi ve bu durum bü­yücünün bir boşluk hissetmesine neden oldu. Teşekkürler, Ysera...

Her zaman nazik, her zaman ince, hatta taleplerini benim adıma iki kez reddeden eşlerime karşı bile...

Durumu tam olarak anlamamışlardı, diye karşı çıktı büyücü.

Benim, durumu tam olarak anlamamış olduğumu söylemek istiyorsun. Ysera geriye doğru sürüklendi. Boynu ve kanatları, birdenbi­re yüzeyine dokunulmuş bir havuzdan yansıyormuş gibi dal­galandı. Göz kapakları hep kapalı kalmıştı; ama kocaman yü­zü tam bir kesinlikle diyarına izinsiz girene odaklanmış du­rumdaydı. Sevgili Alexstrasza'nı serbest bırakmak bu kadar basit bir iş değil ve ben bile ödenecek bedelin buna değip değmeyeceğini bilemem. Dün­yayı, olacak olanların gerçekleşmesi için kendi akışına bırakmak daha iyi değil mi? Yaşam Veren serbest kalacaksa, bu zaten kendi başına da gerçek­leşmeyecek mi?

 

Ysera'nın duyarsızlığı, ziyaret ettiği üç Görüntü'nün hepsi­nin duyarsızlığı, ejderha büyücünün zihnini yakıcı bir öfkey­le doldurdu. Peki,- gerçekten de dünyanın akışının doruk noktasında Kanatlıölüm'ün mü olması gerek? Hiçbiriniz arkaya yaslanıp düş kurmak­tan başka bir şey yapmazsanız o kesinlikle bunu gerçekleştirecek!


Kanatlar katlanıverdi. Bu ismi zikretme!

Krasus üsteledi: Neden, Düşlerin Leydisi? O senin kâbusun mu oluyor?

Gözkapakları sıkı sıkı kapalı kalsa da Ysera'nın bakışlarının korkunç bir duyguyla dolu olduğu belliydi. O, benim tarafından düşlerine asla girilmeyecek olandır... bir daha asla. O, büyük olasılıkla düşlerinde, uyanıkken olduğundan bile korkunç olandır.

Harap olmuş durumdaki büyücü, son söylenenleri anlamamazlıktan geldi. Onu ilgilendiren tek şey bu büyük güç­lerden hiçbirinin direniş için gerekli olanları bir araya getirememesiydi. Doğru, iblis Ruhu sayesinde şu anda eskisi gibi değildiler ama hepsi hâlâ korkunç güçlere sahipti. Yine de göründüğü kadarıyla üçünün de hissettiği şey, Ejderhan Çağı'nın geçtiği ve geleceği değiştirebilecek olsalar bile bunun kendilerine dayattıkları uyuşukluk hallerinden çıkmaya değ­meyeceğiydi.

Sen ve senin kanından olanların hâlâ genç ırkların arasında dolaştığını biliyorum, Ysera. Hâlâ düşlerini etkilediğin insanlar, elfler ye...

Bir yere kadar, Korialstrasz! Benim diyarımın bile sınırları vardır!

Ama sen hâlâ dünyadan tamamen elini eteğini çekmiş değilsin, değil mi? Malygos ve Nozdormu'dan farkın senin deliliğe ya da geçmiş zamanların anı­larına sığınmaman! Hem zaten düşler geleceğe de ait değil midir?

Geçmişe ait oldukları kadar; bunu aklında tutsan iyi edersin! Yeni doğmuş bir bebeği havaya kaldırmış olan bir insan kadınının soluk görüntüsü süzülerek geçti. Genç bir çocuğun, düşlerinde yarattığı çocukça canavarlarla yaptığı kahramanca savaş kısa bir süre için titreşerek görünüp kayboldu. Krasus bir an etrafında şekillenip sonra dağılıveren çeşit çeşit düşü inceledi. İçlerinde karanlık olanlar kadar aydınlık bir doğaya sahip olanlar da vardı; zaten her zaman olmuş olan da buy­du: Denge...

Yine de ejderha büyücünün zihninin içinde, kraliçesinin devam eden tutsaklığı ve Kanatlıölüm'ün dünyayı genç ırkla­rın elinden almak için gösterdiği kararlılık bu dengeyi alt üst


ediyordu. İki durum da düzeltilmezse artık ne düşler ne de umutlar olacaktı.

Senin yardımın olsa da olmasa da yoluma devam edeceğim, Ysera. De­vam etmek zorundayım!

Böyle yapmakta kesinlikle serbestsin... Düş ejderhasının vücudu dalgalandı.

Krasus ona arkasını döndü. Yolu üstünde etrafa saçılmış olan maddiyatsız şekilleri görmezden gelmeye çalışıyordu. O zaman beni ya odama geri gönder ya da cehennemin kör kuyularına at! Bel­ki de dünyanın kaderini görecek kadar yaşamamam en iyisi olur... ve de kraliçemin başına gelecekleri!

Ysera'nın onu unutkanlığın kollarına geri yollamasını bek­ledi. Böylece ne Ysera'ya ne de diğer Görüntüler'e Alexstrasza'sının bahsini bir daha açamayacaktı. Ancak bunun yerine ejderha büyücü omzunda hafif, neredeyse kararsız bir doku­nuş hissetti.

Arkasına dönen Krasus ince, solgun bir kadınla; güzel ama gerçek üstü bir kadınla yüz yüze geldi. Kadının üstünde dal­ga dalga, soluk yeşil, şifon bir gecelik vardı. Hatlarını kısmen örten bir örtüydü bu. Bazı özellikleri Krasus'a kraliçesini ha­tırlatıyordu... ama bir bakıma da hatırlatmıyordu.

Kadının gözleri kapalıydı.

Zavallı, gayretli Korialstrasz. Dudakları hareket etmemişti; ama Krasus sesin ona ait olduğunu biliyordu. Yserâ'nın sesi... Sol­gun yüze dalgın bir ifade yerleşti. Onun için her şeyi yaparsın.

Ejderha büyücü ikisinin de zaten bildiği bir şeyi neden tekrar edip durma zahmetine girdiğini anlayamıyordu. Kra­sus tekrar Düşlerin Leydisi'nden uzaklaşıp onun gerçek dışı diyarından kurtulmasını sağlayacak bir yol aradı.

Henüz gitme, Korialstrasz.

Neden ama? diye sordu, geri dönerek...

Ysera ona bakıyordu. Gözleri tamamen açıktı. Krasus do­nup kaldı.  Bakışlarını bu  gözlerden kaçıramıyordu.  Bunlar


şimdiye kadar tanıdığı herkesin, sevdiği herkesin gözleriydi. Bunlar kendisini tanıyan gözlerdi, hakkında her şeyi bilen gözler... Bu gözler maviydi, yeşildi, kırmızıydı, siyahtı, akik­ti... bir gözün olabileceği her renkteydi.

Hatta kendi gözleriydi.

Sözlerini dikkate alacağım.

Ona güçlükle inanabildi. 0 zaman...

Ysera elini kaldırıp onu susturdu. Sözlerini dikkate alacağım. Şimdilik ne daha fazlası, ne de daha azı...

Peki... peki ya beni haklı bulduğuna karar verirsen?

O zaman Malygos ve Nozdormu'yu senin vazifen konusunda ikna etmek için çabalayacağım... ama sonrasında bile onlar adına bir söz veremem.

Bu, Krasus'un düşündüğünden bile fazlasıydı, şu an için umut etmiş olduğundan bile fazlası... Belki de hiçbir sonuç çıkmayacaktı ama en azından bu ona mücadeleye girişecek umudu vermişti.

Ben... ben çok teşekkür ederim.

Henüz senin için hiçbir şey yapmış değilim... Düşlerini canlı tutmak dı­şında. Ysera’nın dudaklarında beliren kısa süreli tebessüm bir üzüntünün izlerini taşıyordu.

Krasus ona tekrar teşekkür etmek için ağzını açtı. Bu ka­darının bile kendisine devam edecek gücü vereceğini anlama­sını sağlamak istedi ama birden sanki Ysera ondan uzaklaşıverdi. Krasus ona doğru uzandı ama aralarındaki mesafe şim­diden çok fazla açılmıştı. İleri doğru bir adım atmaya kalktı­ğında Görüntü ondan daha da hızlı uzaklaştı.

Sonra hareket edenin Düşlerin Leydisi değil, kendisi oldu­ğunu fark etti.

Güzel ve iyi uyu, zavallı Korialstrasz, dedi Ysera’nın sesi. İnce, solgun figür önce dalga dalga oldu, sonra da tamamen dağı­lıp gitti. İyi uyu çünkü girişmeyi düşündüğün savakta bütün gücüne ve daha da fazlasına ihtiyacın olacak...

Krasus konuşmayı denedi ama düşteki sesi bile işe yara-


madı. Karanlık, ejderha büyücünün üstüne çöktü. Uykunun rahatlatıcı karanlığı...

Ve sadece bir kukla olduğunu sandıklarını küçümseme... '"

Orkların dağ kalesi sadece Rhonin'in beklediği kadar uç­suz bucaksız değil, aynı zamanda daha da kafa karıştırıcıydı. Kendisini hedefine yaklaştıracağını düşündüğü tüneller bir­denbire farklı yönlere dönüyor, hatta çoğu zaman aşağı ine­ceklerine yukarı çıkıyorlardı. Bazıları, büyücünün ne işe ya­radığını çözemediği bir şekilde sona eriyordu. Böyle bir tü­nel onun bir saatten fazla sürede geri dönebilmesine neden olmuş, bu da kıymetli zamanını çalmanın yanı sıra zaten ye­rinde olmayan dermanını da tüketmişti.

Kanatlıölüm'ün bunca zaman boyunca kendisiyle hiç ko­nuşmamış olması da duruma pek yardımcı olmuyordu. Rho­nin siyah ejderhaya zerre kadar güvenmese de en azından Kanatlıölüm'ün tutsak ejderhaya giden yolu ona gösterebile­ceğini biliyordu. Siyah devin dikkatini büyücüden uzaklaştı­ran ne olabilirdi acaba?

Bitkin durumdaki büyücü hiç ışık olmayan bir koridorda oturup dinlendi. Yanında talihsiz goblinlerin verdiği küçük bir su matarası vardı. Rhonin bundan bir yudum aldı. Sonra, birkaç dakikalık bir dinlenmenin hem zihnini temizleyeceği­ni hem de geçitlerdeki gezintisi için ona güç vereceğini dü­şünen büyücü arkasına yaslandı.

Gerçekten de Ejderhakraliçesi'ni serbest bırakabileceğini mi-hayal etmişti? Dağın içinde yol almaya devam ettikçe kuş­kulan da gittikçe artmaya başlamıştı. Buraya büyük bir inti­har girişimi için rai gelmişti? Onun yaşamı, ölmüş olan diğerlerininkileri geri getirmeyecekti, aslında zaten hepsi kendi ,  seçimlerini kendileri yapmıştı.

Nasıl olmuştu da böyle manyakça bir göreve çıkmaya niyetlenmişti? Geriye dönüp düşündüğünde Rhonin konunun


ilk açılmasını hatırladı. Son görevinin hezimetle sonuçlanma­sının ardından Kirin Tor'daki faaliyetlere katılması yasaklan­mış, genç büyücü de günlerini meditasyon yaparak ve çok az yiyip hiç kimseyi görmeden geçirmişti. Yasağının gerektirdi­ği şartlar başkasının da kendisini görmesini engelliyordu. Bu yüzden de Krasus'un onun. karşısında şekillenip Rhonin'e es­ki mevkiine dönüş çabasında destek önermesi büyücüyü da­ha da şaşırtmıştı.

Rhonin hep başkasına ihtiyacı olmadığına inanmıştı; ama Krasus onu bunun tersi yönde ikna etmişti. Üstad büyücü, genç meslektaşının korkunç durumunu enine boyuna ele al­mış, en sonunda da Rhonin ondan açık açık yardım istemiş­ti. Nasıl olduysa ejderhaların bahsi açılmıştı ve buradan da Alexstrasza nur hikâyesine gelinmişti. Kırmızı dev orklar tara­fından esir tutuluyor ve Güruh'un zaferi için yabani yavrular yumurtlamaya zorlanıyordu. Güruh'un asıl kuvveti parçalan­mış olsa da kraliçe tutsak olduğu .sürece Khaz Modan'daki orklar İttifak'a dehşet salmaya ve sayısız masumu öldürmeye devam edeceklerdi.

İşte bu nazik zamanda Rhonin'in aklına ejderha'yı serbest bırakma düşüncesi gelmişti. Bu o kadar uçuk bir fikirdi ki büyücü bunu sadece kendisinin kurabileceğini düşünmüştü. O sırada bu çok mantıklı gelmişti: Ya günahından kurtulacak ya da kardeşleri arasında sonsuza dek konuşulacak bir giri­şimde ölecekti.

Krasus fazlasıyla etkilenmişti. Aslında Rhonin şimdi düşü­nünce yaşlı büyücünün onunla epey zaman geçirdiğini hatır­ladı. Ayrıntılar üzerinde durmuş ve kızıl saçlı büyücüyü ce­saretlendirmişti. Şimdi Rhonin kendi kendine, hamisinin üs­telemesi olmasa belki de bu fikirden vazgeçeceğini kabul ede­biliyordu. Bazı yönden görev kendisinden çok Krasus'un göreviymiş gibiydi. Gerçi yüzü görünmeyen konsey üyesi, kol­ladığı büyücüyü böyle bir göreve göndererek ne elde edebi-


lirdi ki? Rhonin başarılı olsa ona.inanmış olan kişiye de bir miktar saygınlık sağlardı bu durum; ama başarısız olsa... Bu Krasus'un ne işine yarardı ki?

Rhonin başını iki yana salladı. Kendine böyle sorular sor­maya devam ederse yakında hamisinin bu görevin arkasında­ki güç olduğuna, onun her nasılsa, genç büyücünün bu düş­man topraklara yolculuk etmek istemesini sağlamak için etkisi­ni kullandığına inanacaktı.

Saçma...

 

Ani bir ses Rhonin'i ayaklandırdı. Büyücü bir ara düşünce­lerinin akışına kapılıp uyuya kaldığını fark etti. Kendini duva­ra yaslayıp karanlık koridordan kimin geçtiğini görmek için bekledi. Orklar tünelin çıkmaz olduğunu biliyorlardı elbette. Buraya özellikle kendisini aramak için gelmiş olabilirler miydi?

Ancak mırıldanmalardan oluşan bir konuşma olduğu güç­lükle seçilebilen ses yavaş yavaş azalıp yok oldu. Büyücü ma­ğara sisteminin karmaşık akustiğine kandığını fark etti. Duy­duğu orklar her halde kendisinden çok uzaktaydılar.

Peki ama bu sesleri takip edebilir miydi? Gittikçe artan bir umutla Rhonin konuşmaların geldiğini düşündüğü yöne doğru ihtiyatlı bir şekilde ilerledi. Konuşma tam olarak bu ta­rafta bir yerde gerçekleşmiyor olsa da en azından yankılar onu gitmeyi amaçladığı yere ulaştırabilirdi.

Rhonin ne kadardır uyuyor olduğunu bilemiyordu ama yola devam ettikçe, sanki Grim Bat ol uykudan yeni uyanmış gibi sesler daha da arttı.. Orklar heyecanlı bir faaliyetin tam ortasındaymış gibiydi ve bu da büyücü için bir sorun teşkil ediyordu. Şimdi çok fazla yönden çok fazla ses geliyordu. Rhonin yanlışlıkla savaşçıların toplandıkları salona ya da eği­tim alanına adım atmak istemezdi. Gitmek istediği tek yer Ejderhakraliçesi'nin tutsak edildiği odaydı.

Sonra, bir ejderha kükremesi bütün sesleri bastırdı. Kük­reme çabucak kesilmişti. Rhonin böyle haykırışları daha ön-


ce de duymuş ama üstünde düşünmemişti. Şimdi aptallığına lanet ediyordu: Bütün ejderhaların aynı ana bölgede tutulma­sı gerekmez miydi? En kötü ihtimalle haykırışları takip etmek onu yaratıklardan birine yakınlaştıracaktı ve belki de böylece büyücü, kraliçenin odasının izini bulabilecekti.

Bir süre için pek sorun yaşamadan tünellerde yolunu bul­du. Orkların çoğu uzaklarda, büyük bir proje üstünde çalışı­yormuş gibi görünüyordu. Büyücü bir an için Grim Batol'un savaşa hazırlanıp hazırlanmadığım merak etti. Şu anda İttifak güçleri Khaz Modan'ın kuzeyindeki ork kuvvetlerine baskı yapıyor olmalıydı. Güruh'un, insanları ve onların müttefikle­rini geri püskürtebilmesi için Grim Batol'un, diğer kardeşle­rini desteklemesi gerekecekti.

Eğer bu doğruysa bu faaliyet Rhonin'in işine gelecekti. Hem orkların dikkati buna yoğunlaşacaktı hem de ortada dolaşanların sayısı azalacaktı. Eğitimli bir bineği olan her ej­derha terbiyecisi kuzeye yol almak üzere yakında gökyüzüne yükselmiş olacaktı.

Cesaretlenen Rhonin daha gözüpek, daha emin bir tempo­da yürümeye başladı... ve saniyeler sonra kendim iki iri orkun kucağına düşmüş buldu.

Neyse ki onlar bu karşılaşmadan dolayı büyücüden bile daha çok şaşırmışlardı. Rhonin hemen sol kolunu kaldırıp da­ha tehlikeli durumlar için saklamayı ummuş olduğu bir bü­yüyü mırıldandı.

İki uzun dişli, çirkin yüzü vahşi bir hiddetle gerilen, en yakındaki ork arkasında asılı duran baltaya uzandı. Rhonin'in yaptığı büyü doğrudan göğsüne isabet edip iri yarı savaşçıyı yakındaki taş duvara fırlattı.

Ork duvara çarpar çapmaz taşla bir oldu. Bir anda geriye sa­dece, ağzı hâlâ hiddetle açık olan savaşçının ana hatları kaldı ama sonra bu bile duvarın içinde yok olup gitti... yaratığın vahşi sonundan geriye hiç iz bırakmadan.


"Seni insan pisliği!" diye kükredi ikincisi. Baltasını eline almıştı. Rhonin'e doğru sertçe savurdu baltasını. Büyücü ke­nara kaçmayı başarınca balta taş duvardan parçalar söktü. Ork hantal hantal ilerledi. Donuk yeşil, iri vücudu dar koridoru kaplıyordu. Derileri buruşmuş, kurutulmuş parmaklardan (insan, elf ve başka ırkların parmaklarından) oluşan bir kol­ye Rhonin'in gözlerinin önünde sallanıyordu. Düşmanının bu koleksiyona onu da eklemek istediği kesindi. Ork bir kez daha savurdu baltasını. Bu sefer büyücüyü boydan boya iki­ye ayırmaya ciddi biçimde yaklaşmıştı.

Rhonin aklına gelen acımasız fikirle bakışlarını tekrar kol­yeye çevirdi. Parmağıyla kolyeyi işaret edip ellerini hareket ettirdi.

Yaptığı büyü orkun bir anlığına durmasına neden oldu ama yabani savaşçı görünür bir etki olmadığını fark edince acınacak haldeki küçük insana aşağılayan bir tonda güldü. "Gel buraya! Gel de ölümün çabuk olsun, büyücü!"

Ama baltasını kaldırdığında bir kaşınma hissi orkun bakış­larım göğsüne çevirmesine neden oldu.

Kolyesindeki bir düzineden fazla parmak gırtlağına doğru hareket ediyordu.

Baltasını yere atıp onları kendisinden uzaklaştırmayı dene­di ama parmaklar çoktan gırtlağına sıkıca gömülmüşlerdi. Parmaklar bir çeşit korkunç el oluştururken ork öksürmeye başladı. Bu el, artık nefesini kesiyordu.

Ork çılgın gibi savrularak öç almakta olan parmaklan sök­meye çalışırken Rhonin geri kaçtı. Büyücü bu büyünün sade­ce daha bitirici bir şey bulana kadar oyalayıcı olmasını iste­mişti ama koparılmış parmaklar bu fırsatı değerlendirmek is­temiş gibiydi. Bu bir intikam mıydı? Bir büyücü olsa bile Rhonin, orkun katlettiği savaşçıların ruhlarının her nasılsa parmakları bu büyük çabaya sevk ettiğine inanamazdı. Büyü­nün kendisi böyle bir güç içeriyor olmalıydı.


Evet, her halde öyle olmalıydı...

Sebep öç isteyen hayaletler de olsa sadece büyü de olsa, büyülenmiş parmaklar işlerini gözle görünür bir istekle yeri­ne getirmişlerdi. Tırnaklar yumuşak gırtlağı deldikçe orkun göğsünün üst bölümü kanla kaplanmıştı. Korkunç savaşçı diz­lerinin üstüne çöktü. Gözlerinde öyle bir çaresizlik vardı ki Rhonin sonunda bakışlarını kaçırdı.

Büyücü birkaç saniye sonra orkun güçlükle aldığı nefesi duydu... ve büyük bir ağırlık tünel zeminine düştü.

Devasa cengâver şimdi kanlı bir yığın halinde yatıyordu. Parmaklar hâlâ boynunun derinlerine gömülüydü. Kopuk parmaklardan birine dokunmaya cesaret eden Rhonin hiçbir harekete, hiçbir yaşam belirtisine rastlamadı. Parmaklar işlev­lerini yerine getirmiş ve artık eski hallerine geri dönmüşlerdi. Tıpkı büyünün amaçladığı gibi...

Ama yine de...

Bu düşüncelerini üstünden silkip atan Rhonin cesedin ya­nından hızla geçip gitti. Ne cesedi saklayacak bir yeri ne de bunu düşünecek zamanı vardı. Çok geçmeden birileri gerçe­ği keşfedecekti ama büyücünün yapabileceği bir şey yoktu. Rhonin sadece Ejderhakraliçesi'yle ilgilenmeliydi. Eğer onu serbest bırakmayı başarabilirse ejderha, büyücüyü en azından güvenli bir yere kadar taşıyabilirdi. İşte bu, gerçekten de Rhonin'in tek kaçış ihtimaliydi.

Sonraki birkaç tüneli hiçbir müdahaleyle karşılaşmadan geçti ama sonra kendini konuşma seslerinin yüksek ve net geldiği aydınlık bir koridora doğru ilerlerken buldu. Daha da dikkatli ilerleyen Rhonin kesişme noktasına kenardan yavaş yavaş yürüyerek vardı ve koridora göz attı.

Koridor olduğunu düşündüğü yerin doğrudan sağ cephe­ye açılan büyük bir mağara ağzı olduğunu anladı. Bu mağa­rada onlarca ork arabaları yüklemek ve koşum hayvanlarını hazırlamak için yoğun bir çaba harcıyordu. Sanki her şey, ki-


sa vadede geri dönüşü olmayan uzun bir yola çıkma niyetiy­le yapılıyordu.

Kuzeydeki savaş konusunda düşündükleri doğru muydu acaba? Oyleydiyse bile neden bütün orklar ayrilıyormuş gibi görünüyordu? Neden gidenler sadece ejderhalar ve onların terbiyecileri değildi? Bu arabaların Dun Algaz'a varması çok daha uzun bir zaman alırdı.

İki ork görüş alanına girdi. Arkalarında büyük bir yük ta­şıyorlardı. Taşıdıkları her neyse yere bırakmayı tercih edecek­leri belliydi ama nedense buna cesaret edemiyorlardı. Aslın­da Rhonin onların yüklerine özel bir özen gösterdiklerini dü­şündü. Sanki taşıdıkları şeyler altındandı.

Büyücü kendisine doğru bakan kimsenin olmadığını gö­rünce orklarin bu kadar değer verdiği şeyin ne olduğunu da­ha yakından incelemek için ileri doğru bir adım attı. Bu şey yuvarlak... hayır, ovaldi... ve dış görünüşü biraz pürüzlü, hat­ta neredeyse.pulluydu. Aslında bu, Rhonin'e sadece bir tek şeyi hatırlatmıştı...

Bir yumurta...

Bir ejderha yumurtası, daha da kesin olarak.

Bakışları hızla diğer arabalardan bazılarında gezindi. Şim­di kesinlikle çoğu arabanın, gelişmelerinin belli bir aşamasın­daki yumurtaları taşıdığını fark etti. Daha düzgün ve neredey­se yuvarlak olanlardan; ilk gördüğünden de pullu, çatlamaya hazır yumurtalara kadar...

Ejderhalar orkların yok olmak üzere olan umutları için bu kadar önemliyken neden böylesine kıymetli bir yükü böyle bir yolculukta riske atsınlardı ki?

İnsan...

Kafasının içindeki ses neredeyse Rhonin'in bağırmasına neden oluyordu. Dümdüz duvara yaslanıp hızla tünele geri kaçtı. En sonunda orklardan hiçbirinin onu göremeyeceğin­den emin olunca Rhonin boynundaki madalyonu kaldırıp or­tasındaki siyah kristale baktı.


Şimdi kristal gerçekten de hafifçe parlıyordu.

insan... Rhonin... Neredesin?

Kanatlıölüm bunu bilmiyor muydu? "Ork istihkâmının tam merkezindeyim," diye fısıldadı. "Ejderhakraliçesi'nin odasını arıyordum.".

Ama başka bir şey buldun. Sadece bir an görebildim. Neydi o?

Nedenini bilemese de Rhonin bunu Kanatlıölüm'e söyle­mek istemedi. "Orkların savaş eğitimi. Fark etmeden nere­deyse diplerine kadar girecektim."

Verdiği cevabı uzun bir sessizlik takip etti. Aslında nerdeyse Kanatlıölüm'ün bağlantıyı kopardığını düşünmeye başla­mıştı. Sonra ejderha gayet düz bir ses tonuyla karşılık verdi: Görmek istiyorum.

"Önemsiz bir..."

Rhonin başka bir şey söyleyemeden vücudu ona baş kal­dırıp tekrar mağaraya ve oradaki bir sürü orka doğru döndü. Hiddetlenen büyücü itiraz etmek istedi ama bu sefer ağzı bi­le ona itaat itmiyordu.

Kanatlıölüm onu az önce durduğu noktaya getirdi. Sonra da büyücünün sağ elinin madalyonu yukarı kaldırmasını sağ­ladı. Rhonin, Kanatlıölüm'ün her şeyi siyah kristalden gördü­ğünü tahmin etti.

Savaş eğitimi... Anlıyorum... Peki bu da nasıl kaçacaklarının eğitimi mi?

Büyücü, dev yaratığın alaycı ve sert cevabına karşılık ve­remedi. Zaten Kanatlıölüm'ün da böyle bir karşılığı umursadığını sanmıyordu. Ejderha, madalyon her şeyi incelerken büyücüyü açıklıkta durmaya zorladı.

Evet, anladım... Artık tünele geri dönebilirsin.

Vücudu tekrar kendi kontrolüne dönen Rhonin hemen görüş alanından kaçtı. orkların kendi işleriyle yukarı bakma­ya fırsat bulamayacak kadar çok meşgul olmalarına minnet­tardı. Bir duvara yaslanıp derin derin solurken yakalanmaktan düşündüğünden de fazla korktuğunu fark etti. Demek ki gö-


rüldüğü kadarıyla Rhonin artık eskiden hayal ettiği kadar in­tihara niyetli değildi.

Yanlış yolu takip ediyorsun. Bir önceki kesişme noktasına geri dönmen lazım.

Kanatlıölüm, Rhonin'in onu kandırma denemesiyle ilgili hiçbir şey söylememişti ve bu da büyücüyü ejderhanın bu­nu yapmış olmasından daha çok tedirgin etmişti. Elbette Kanatlıölüm de orkların yumurtaları taşımasını kafasında evirip çevirmiş olmalıydı... Tabii eğer zaten bununla ilgili bir şey bilmiyorduysa... Ama böyle bir şey nasıl olabilirdi ki? Bura­dan kimse bu bilgiyi ona nakletmezdi kesinlikle. Orkların si­yah ejderhaya karşı duyduğu korku ve iğrenme bütün Lordaeron İttifak'ına duyduklarına eş, hatta belki de daha faz­laydı.

Bütün bu kaygılarına rağmen büyücü hemen Kanatlı-ölüm'ün talimatlarını takip etti ve bahsi geçen kesişme nok­tasına varana kadar koridoru geri döndü. Rhonin daha önce bu yolu, dar görüntüsünün *ve ışığın azlığının onun önem­sizliğine işaret ettiğini düşünerek göz ardı etmişti. Her hal­de orkların önemli bir tüneli daha aydınlık tutmaları gere­kirdi.

"Bu taraftan mı?" diye fısıldadı büyücü.

Evet.

Ejderhanın mağaradaki sistem hakkında nasıl bu kadar çok şey bilebildiği Rhonin'i rahatsız etmeye devam ediyordu. El­bette Kanatlıölüm, insan kılığıyla bile olsa, tünellerde gezmiş olamazdı. Bunu bir ork kılığında yapmış olabilir miydi? Büyük olasılıkla öyle olmuştu; ama yine de bu bile doğru ce­vap gibi gelmiyordu ona.

Solundaki ikinci tünel. Bir sonraki gireceğin o olacak.

Kanatlıölüm’ün yönlendirmeleri kusursuzmuş gibi görü­nüyordu. Rhonin ejderhanın en azından bazen tahminde bu­lunduğunu gösterecek bir tek yanlış, bir tek hata bekledi.


Böyle bir yanlış olmadı. Kanatlıölüm orklara ait olan bu yer­de, yolunu en az bu hayvani savaşçılar kadar iyi biliyordu.

Sonunda, saatler sürmüş gibi gelen yürüyüşün ardından ses birden emretti: Dur.

Bu dur emrine sebep olacak kadar önemli olan şey hak­kında hiçbir fikri olmasa da Rhonin durakladı.

Bekle.

Birkaç dakika sonra büyücüye tünelin aşağısından sesler ulaştı.

"... nerdeydin? Bana vereceğin bir sürü cevap olacak!"

"Çok özür yüce komutanım, çok çok özür! Elimden bir şey gelmezdi! Ben..."

Rhonin daha fazlasını duyabilmek için kulak kabartmıştı ki sesler uzaklaşıp yok oldu. Seslerden birinin ork sesi olduğu­nu anlamıştı, hatta anlaşılan kalenin başındaki orktu bu; ama diğer konuşan tamamen farklı bir ırktandı: Bir goblin...

Kanatlıölüm goblinleri kullanmıştı. Acaba bu engin mağa­ra hakkında bu kadar çok şey bilmesini sağlayan şey bu muy­du? Buradaki goblinlerden biri aynı zamanda siyah ejderhaya mı hizmet etmişti?

Rhonin konuşanları takip edip konuşmanın devamını din­lemek isterdi ama ejderha ona birden yola devam etmesini emretti. Büyücü, itaat etmediği takdirde Kanatlıölüm’ün onu rahatlıkla yürütebileceğini biliyordu. En azından Rhonin ba­caklarını kendi kontrol ettiği sürece sanki hâlâ bir seçim hak­kı varmış gibi hissediyordu.

Ork komutanıyla goblinin geçtiği, aşağı eğimli tüneli ta­kip eden büyücü, dağın tam kalbine gidiyor olması gereken derin bir tünel boyunca ilerliyordu. Her halde artık Ejderhakraliçesi'ne yaklaşmış olmalıydı. Aslında neredeyse bir devin solumasını duyabildiğine yemin edebilirdi. Grim Batol'da gerçek devler olmadığına göre geriye sadece ejderhalar kalı­yordu.


Karşında iki koridor var. Sağdakine dön. Sol tarafında kalan açıklığı gö­rene kadar takip et.

Kanatlıölüm başka bir şey söylemedi. Rhonin tekrar onun talimatlarına itaat ederek hızını elinden geldiğince artırdı. Si­nirleri son haddinde gerilmişti. Bu dağın içinde daha ne ka­dar yol tepmek zorundaydı?

Sağa döndü ve önünde uzanan dar yolda yürüdü, yürüdü. Ejderhanın basit talimatlarına göre Rhonin bahsi geçen açık­lığa epey kısa.bir sürede rastlamayı beklemişti ama aradan ya­rım saat kadar olması gereken bir zaman geçmesine rağmen hiçbir şey görmemişti, hatta yeni bir kesişme noktası bile. Kanatlıölüm'e iki kez, yakında varıp varmayacağını sormuş ama görünmez rehberi sessiz kalmıştı.

Tam da büyücü artık vazgeçmeye hazırdı ki bir ışık gör­dü. Doğrusu bu soluk bir ışıktı; ama ortada kesinlikle bir ışık vardı... Hem de koridorun sol tarafında.

Umutları yeniden yeşeren Rhonin o ışığa doğru fazla ses çıkarmadan, elinden geldiğince hızlı seğirtti. Her halde Ejderhakraliçesi'nin başında bir düzine ork nöbet bekliyordu. Rhonin'in hazırda büyüleri vardı ama onları daha zorlu anlar için saklayabileceğini umuyordu.

Dur!

Kanatlıölüm'ün sesi kafasının içinde yankılandı. Rhonin neredeyse en yakındaki duvara tosluyordu. Bunun-yerine ay­nı duvara dümdüz yaslandı, bir muhafız tarafından fark edil­diğinden kesinlikle emindi.

Hiçbir şey yoktu. Koridor kendisinin varlığı dışında bom­boştu.

"Neden seslendin?" diye fısıldadı madalyona.

Gideceğin yer hemen önünde... Ama yolun etten kemikten başka şeyler­le korunuyor olabilir.

"Büyüyle mi?" Bunu zaten düşünmüştü ama ejderha ona bunu kendi basma kontrol etme fırsatını vermemişti.


Ayrıca büyüsel muhafızlarla da. Gerçeği öğrenmenin çabuk bir yolu var. Madalyonu önünde tutup girişe doğru ilerle.

"Peki ya etten ve kandan muhafızlar? Yine de onları dik­kate almak zorundayım."

Büyücü, siyah ejderhanın gittikçe yükselen sinirini hisse­debiliyordu. Hepsini öğreneceğiz, insan...

En azından Kanatlıölüm'ün, kendisinin Alexstrasza'ya ulaş­masını istediğinden emin olan Rhonin madalyonu önünde tutarak yavaşça köşeyi döndü.

Sadece basit büyüler seziyorum... Yani benim gibi biri için basit, diye onu bilgilendirdi ejderha, büyücü yaklaşırken. Onları halledeceğim.

Siyah kristal birden parladı. Neredeyse, ürken büyücünün onu düşürmesine neden oluyordu.

Koruyucu büyüler ortadan kaldırıldı. Bir sessizlik oldu. içeride hiç gözcü yok. Büyüler olmasa bile muhafızlara ihtiyaçları yok zaten. Alexstrasza iyice zincirlenip etrafındaki taşlara prangalanmış. Orklar gerçekten becerikliymiş. Kraliçe tam anlamıyla güvende.

"İçeri girmeli miyim?"

Girmezsen hayal kırıklığına uğrarım.

Rhonin, Kanatlıölüm'ün seçtiği kelimeleri biraz tuhaf bul­du ama üstünde fazla düşünmedi. Zihni daha çok, Ejderhakraliçesi'yle en azından karşı karşıya gelme umuduyla meşgul­dü. Vereesa'nın şu anda burada olabilmesini isterdi ama son­ra bunun kendisini niçin memnun edeceğini merak etti. Bel­ki de...

Girişten içeri adımını atınca gümüş saçlı elfin düşüncesi bile yok olup gitti... Ve ilk defa devasa kırmızı ejderha Alexstrasza'yı gördü.

Ve onun da kendisine baktığını fark etti. Sürüngen gözle­rinde korkuya yakın bir ifade vardı... ama bu, kendisi için duyduğu bir korku değil.

"Hayır!" diye gürledi boğazını çevreleyen tasmanın izin verdiği ölçüde. "Geri git!"


Aynı anda Kanatlıölüm'ün muzafferine bir tonda konuşan sesi duyuldu: Mükemmel!

Bir anda parlayan bir ışık büyücüyü sardı. Korkunç bir kuvvet onu delip geçerken Rhonin vücudundaki bütün doku­ların sarsıldığını hissetti. Madalyon bir anda güçten düşen parmaklarından kaydı.

Devrilirken, Kanatlıölüm'ün aynı tek sözcüğü tekrarlayıp güldüğünü duydu.

Mükemmel...


 

on beş

Tereesa tekrar nefes alabildiğinde güçlükle yutkundu. Akciğerlerini dolduracak kadar derin nefeslerle soludukça diri diri gömülme kâbusu zihninden yavaş yavaş uzaklaştı. Kısa bir süre sonra tamamen sakinleştiğin­de nihayet gözlerini açtı... ve bir kâbusun yerini diğerinin aldığını gördü.

Üç şekil, küçük bir mağaraya benzeyen yerin tam ortasın­daki minik bir ateşin başında çömelmişti. Alevler, biçimsiz vücutlarına daha da büyük bir dehşet ekliyordu çünkü elf, alevlerin ışığında onların derilerinin altındaki kaburgalarını ve üstlerinden gevşekçe sarkan, alacalı beneklerle kaplı, pul­lu derilerini seçebiliyordu. En kötüsü de gaga burunlu, çıkık çeneli, uzun ve iskeleti çıkmış yüzlerinin gayet net görünme­siydi. Korucu özellikle kısık, sinsi gözlerini ve çok keskin diş­lerini seçebiliyordu.

Üçünün de üstlerinde paçavra halindeki kütlerden başka bir şey yoktu. Hepsinin yanında fırlatılan cinsten baltalar du­ruyordu. Vereesa yaratıkların bu silahlan gıpta edilecek bir beceriyle kullandığından haberdardı.

Korucunun sessiz kalma çabalarına rağmen küçük bir ha­reketi, goblinlerinkini hatırlatan uzun ve sivri uçlu kulaklara kadar ulaşmış olmalıydı çünkü onu tutsak alanlardan biri he­men Vereesa'ya dönmüştü.


"Akşam yemeği uyanmış," diye yılan gibi tısladı sol gö­zünün yerinde bir göz bandı olanı.

"Bana daha çok tatlı gibi geliyor," diye karşılık verdi ikincisi. Diğer ikisinin alınlarından başlayıp boyunlarına inen, in­ce bir çizgi halindeki uzun, çalı gibi saçlarına rağmen bu ta­mamen dazlaktı.

"Kesinlikle tatlı," diye sırıttı üçüncüsü. Boynunda, bir za­manlar Vereesa'nın ırkından birine ait olan, eski püskü bir eşarp vardı. Diğer ikisinden daha uzun görünüyordu ve ko­nuşması, ötekilerin kesinlikle karşı çıkmaya cesaret edemeye­ceğini belli eder bir tondaydı. Demek ki bu liderleriydi.

Aç görünümlü troll üçlüsünün lideri...

"Son zamanlarda azıklar zayıftı," diye devam etti eşarplı olan. "Ama artık ziyafetin zamanı geldi."

Korucunun sağından, eğer sözcükler bir tıkaç tarafından engellenmiyor olsaydı tam olarak duyulabilecek olan okkalı bir küfür yükseldi. Özenle düğümlenmiş iplerin izin verdiği ölçüde başını yana çeviren Vereesa, Falstad’ın' da hâlâ hayat­ta olduğunu gördü; ama bunun ne kadar süreceğini bilemi­yordu. Troll Savaşlarından bile önceleri, bu iğrenç yaratıkla­rın kendilerinden başka her şeyi yemeklik malzeme olarak gördükleri söylenirdi. Onları müttefik olarak gören orkların bile gözlerini bu atik ve kurnaz iblislerden ayırmadıkları anlatılırdı.

Neyse ki hem Troll Savaşları hem de Güruh'a karşı yürü­tülen mücadele sayesinde kötülük dolu ırkın sayısı büyük öl­çüde azalmıştı. Vereesa da daha önce hiç troll görmemişti. Onları sadece çizimlerden ve efsanelerden biliyordu. Bunun hep böyle kalmış olmasını tercih ederdi.

"Sabret, sabret," diye mırıldandı eşarplı olan, sesinde sah­te bir şefkat tonuyla. "Sen ilksin, cüce! Sen ilksin!"

"Hemen yapsak olmaz mı, Gree?" diye yalvardı tek gözlü troll. "Neden hemen yapamıyoruz?"


"Çünkü ben öyle söyledim, Shnel!" Gree, Shnel'in çenesi­ne indirdiği sert bir yumrukla onun yerlerde yuvarlanmasına neden oldu.

Üçüncü trol zıplayarak ayağa kalkıp diğer ikisini daha fazla kapışmaları için cesaretlendirdi. Gree ona ters bir bakış ata­rak kelimenin tam manasıyla sinmesine neden oldu. O sıra­da Shnel küçük ateşin yanındaki yerine geri büzülmüş, tama­men boyun eğmiş görünüyordu.

"Lider benim!" Gree kemikli, pençe şeklindeki elini göğsü­ne vurdu. "Ha, Shnel?"

"He, Gree! He!" '

"Ha, Vorsh?"

Saçsız mahluk kafasını defalarca salladı. "He, Gree, he tabii ki! Lidersin sen! Lidersin sen!"

Aynı elflerde, cücelerde ve özellikle de insanlarda olduğu gibi trollerin de değişik çeşitleri vardı. Çok azı, birinin kafası­nı uçurmaya çalışıyor olsalar bile, elflere özgü ağdalı bir dille konuşurdu. Ötekilerse daha yabani türlerdi, özellikle de me­zarlıklara ya da diğer yer altı diyarlarına dadananları... Ancak Vereesa, Falstad'ı ve kendisini esir etmiş olan (ve anlaşılan on­larla ilgili daha karanlık planları olan) bu üç aşağılık yaratık­tan daha aşağı bir troll çeşidi olabileceğinden kuşkuluydu.

Üçlü tekrar minik ateşin başında, boğuk bir konuşmaya koyuldu. Vereesa yine cüceye döndüğünde onun da kendisi­ne baktığını gördü. Korucunun yukarı kalkan kaşına cücenin iki yana sallanan başı karşılık verdi. Hayır, Falstad olağanüs­tü gücüne rağmen, sıkıca düğümlenmiş bağlardan kurtulamıyordu. Elf de karşılık olarak kendi başını iki yana salladı. Troller ne kadar barbar olsalar da düğüm atmada gerçekten ustaydılar.

Cesaretini yitirmemeye çalışan korucu etrafına dikkatle ba­kındı. Görülecek pek bir şey de yoktu doğrusu. Kaba saba darbelerle açılmış uzun bir tünelin orta yerindeymiş gibiydi-


ler. Bu tünel her halde trollerin işiydi. Vereesa kaya ve top­rağı kazmak için kusursuz olan uzun ve pençeli elleri hatırla­dı. Bu troller ortamlarına çok iyi uyum sağlamışlardı.

Sonucun ne olacağını bilse de elf her şeye rağmen ipler­de bir gevşeklik bulmaya çalıştı. Elinden gelen dikkatle kıvrı­lıp bükülerek bileklerini neredeyse derilerini soyana kadar ileri geri oynattı ama bunun hiçbir yararı olmadı.

Dehşet verici bir kıkırdama sesi onu, trollerin harcadığı son çabalarını gördüğü konuşunda uyardı.

"Tatlı canlıymış," diye yorum yaptı Gree. "İyi eğlence çıktı!"

"Diğerleri nerde?" diye şikâyet etti Shnel. "Şimdiye burda olmaları gerekirdi!"

Lider başıyla onaylayıp ekledi: "Hulg itaat etmezse başına gelecekleri bilir! Belki de o..." Troll birden fırlatma baltasını kaptı. "Cüceler!"

Balta tünel boyunca havada döne döne uçtu ve Vereesa'nın başının birkaç santim yakınından geçti.

Hemen sonra gırtlaktan gelen bir haykırış duyuldu.

Tünelin duvarlarından savaş naraları atıp kısa baltalarını ve kılıçlarını savuran kısa boylu, yapılı figürler fırladı.

Gree daha uzun başka bir balta çıkardı. Bu seferki belli ki yakın dövüş içindi. Shnel ve çömelmiş durumdaki Vorsh fır­latma baltalarını attılar. Elf, bodur bir saldırganın Shnel'in si­lahıyla yere yığıldığını gördü; ama Vorsh'un ki boşa gitmiş­ti. Sonra troller, liderlerini örnek aldılar ve yeni gelenler on­ları çevrelerken daha güçlü, hantal baltalarını hazırladılar.

Vereesa yarım düzineden fazla cüce saydı. Hepsinin üstün­de yırtık pırtık kürkler ve paslanmış göğüs zırhları vardı. Miğferleri boynuz veya başka bir süslemesi olmayan, yuvar­lak ve başa tam oturan cinstendi. Aynı Falstad gibi çoğunun sakalları vardı ama bunlar daha kısa ve daha düzgün kesilmiş­ti.


Cüceler baltalarını ve kılıçlarım ustalık gerektiren bir şekil­de isabetli kullanıyorlardı. Troller gittikçe birbirlerine yaklaş­mak zorunda kalmışlardı. îlk ölen Shnel'di. Tek gözlü yaratık göremediği taraftan gelen savaşçıyı fark edememişti. Vorsh onu uyarmak için bağırsa da çok geç kalmıştı. Shnel baltasını yeni düşmanına doğru deli gibi savursa da tamamen ıskalamıştı.

Cüce kılıcım uzun boylu trollün karnına sapladı.

En vahşice dövüşen Gree'ydi. Bir darbede cücelerden biri­ni gerisin geri devirdi. Sonra neredeyse bir başkasının başım uçuruyordu. Baltası, son kapıştığı düşmanının Kullandığı da­ha uzun ve sağlam baltayla çarpışınca talihsiz bir şekilde kırılıverdi. Çaresizlik içindeki troll, cücenin silahım sapının üst kısmından yakalayıp onu kısa boylu dövüşçünün elinden al­mak için mücadele etti.

Başka bir baltanın iyice bilenmiş bıçağı troll liderinin sır­tına saplandı.

Elf, son trolle karşı bir acıma hissi duydu. Yazgısının ka­çınılmazlığı gerçeğiyle gözleri fal taşı gibi açılan Vorsh ağla­yacak gibi duruyordu. Ama her şeye rağmen baltasını en ya­kındaki cücelere doğru savurarak neredeyse şans eseri kanlı bir darbe indiriyordu. Ancak ellerinde balta ve kılıçlarla git­tikçe daralan bir çember oluşturan düşman dalgasını durdu­rabilecek bir şey yapamadı.

Sonunda Vorsh'un öldürülmesi kasaplıktan farksız oldu.

Vereesa bakışlarını kaçırdı. Şaşkınlık izi taşıyan ciddi bir ses konuşana kadar tekrar önüne bakmadı. "Ooo, trollerin bu kadar haşin dövüşmesine şaşmamak lazım! Gimmel! Bunu gördün mü?"

"Evet, Rom! Benim burda bulduğumdan daha da güzel bi manzara!".

Kaim parmaklar korucuyu oturur pozisyona getirdi. "Ba­kalım şu ipleri bu hoş vücuda fazla zarar vermeden çözebile­cek miyiz!"


 

Vereesa bakışlarını kaldırıp Falstad'dan en az on beş san­tim daha kısa ve daha tıknaz yapılı, pembe yüzlü bir cücey­le karşılaştı. Yarattıkları ilk izlenime rağmen cücenin ipleri çözmedeki mahareti korucuya, onu veya arkadaşlarını bece­riksiz sanmaması için yeterli örneği vermişti. Özellikle de trollerin işini bitirirken gösterdikleri başarıdan sonra.

Daha yakından bakınca cücelerin giysileri daha da eski püskü görünüyordu. Eğer Vereesa’nın sandığı gibi orklardan çalabildikleriyle zar zor yaşıyorlarsa bu pek de şaşırtıcı sayıl­mazdı. Hüküm süren keskin koku da banyo yapmanın uzun zamandır lüks olduğunu belli ediyordu.

"İşte serbestsin!"

Elfin ipleri yere düştü. Vereesa hemen cücenin pek umur­samadığı tıkacı ağzından çıkardı. Aynı anda yan tarafından gelen bir küfür silsilesi Falstad’ın da tamamen serbest kaldı­ğını belli etti.

"Kapa çeneni yoksa bu tıkacı çıkarmamak üzere geri tıka­rım!" diye ona homurdandı Gimmel.

"Bir Aerie cücesinin işini halletmek için siz tepe cücele­rinden işe yarar bi düzine kadar sağlam adam gerekir!"

Yükselen hoşnutsuzluk gürültüsü, eğer griffon binicisi sus­mazsa kurtarıcılarının onların yeni gardiyanları olabileceğine işaret ediyordu. Tökezleyerek ayağa kalkan (ve son anda tü­nelin bu kısmının kendi boyuna denk gelmediğini hatırlayan) tedirgin korucu cüceye çıkıştı: "Falstad! Dostlarımıza karşı ki­bar ol! Bir kere onlar bizi berbat bir sondan kurtardı!"

"Evet, hakkın var," diye karşılık verdi Rom. "Lanet trol­ler, eti olan her şeyi yiyorlar... Ölü veya diri!"

"Başkalarından bahsettiler," diye birden hatırladı Vereesa. "Burayı onlar gelmeden terk etsek iyi olur her halde..."

Rom elini kaldırdı. Cücenin kırışık yüz hatları korucuya azılı, yaşlı bir köpeği hatırlattı. "Onlar için kaygılanmaya ge­rek yok. Bu üçlüyü onlar sayesinde bulduk." Bir süre yüzün-


de düşünceli bir ifadeyle sessiz kaldı. "Ama yine de haklı da olabilirsin! Bunlar bu bölgedeki tek troll grubu değil. Orklar onları nerdeyse av tazısı gibi kullanıyor! Bu harabeye dönmüş topraklardan geçen, ork olmayan her şey onlar için yemek­lik... Üstelik akıllarını keserse dağlardaki müttefiklerinden bi­rini bile yakalarlar!"

Kendileri için planlanmış olan sonla ilgili görüntüler Vereesa'nın aklından geçti. "İğrenç! Zamanlamanız için size yü­rekten teşekkür ederim!"

"Kurtaracağımız kişinin sen olduğunu hileydim bu zaval­lı grubu daha hızlı harekete geçirirdim!"

Gözleri aşırı derecede elfe kayan Gimmel, liderinin yanı­na geldi. "joj öldü. Hâlâ yarı beline kadar delikte asılı. Narn kötü durumda, bakıma ihtiyacı olacak. Yaralıların geri kalanı yolculuk edecek durumda."

"O zaman harekete geçelim.! Bu senin için de geçerli, ke­lebek!" Bu son söz Falstad'aydı. Cücenin, bir Aerie'li için ağır bir hakaret olduğu anlaşılan bu söz karşısında tüyleri diken diken olmuştu.

Vereesa omzuna yumuşak bir hareketle dokunarak onu sa­kinleştirmeye çalıştı; ama grup ilerlemeye başlarken elfin ar­kadaşı hâlâ ters ters bakmaktaydı. Elf, tepe cücelerinin sadece trollerin değil kendi ölü arkadaşlarının da üstündeki lüzumlu nesneleri topladığını fark etti. Cesedi yanlarında götürmek için herhangi bir harekette bulunmamışlardı. Rom, Vereesa 'nın bakışlarını fark edince hafif bir utanç ifadesiyle omuz silkti.

"Savaş, bazı ilkelerin göz ardı edilmesini gerektiriyor, elf leydi. Joj bunu anlayışla karşılardı. Onun eşyalarını en yakın hısımlarına paylaştıracağız ve ayrıca trollerin eşyalarından da fazladan pay alacaklar... Gerçi maalesef çok fazla bi şey yok."

"Khaz Modan'da sizden birilerinin kaldığını hiç bilmiyor­dum. Toprakları Güruh'a karşı koruyamayacakları kesinleşince bütün cücelerin burayı terk ettiği söylenmişti."


Rom'un köpeklerinkine benzeyen yüzü sertleşti. Evet, gi­debilenlerin hepsi gitti! Tahmin edersin ki bu hepimiz için mümkün değildi! Güruh, söylencelerdeki veba gibi gelip ço­ğumuzun yolunu kesti! Daha önce hiç gitmediğimiz kadar derinlere inmek zorunda kaldık! O zaman çoğu öldü ve çok daha fazlası o zamandan beri ölüyor!"

Korucu onun düzensiz ekibine baktı. "Kaç kişisiniz?"

"Kabilem mi? Kırk yedi, oysa bi zamanlar yüzlerceydik! Bizden daha geniş başka iki kabileyle daha görüşmüşlüğümüz var. Sen toplamda üç yüzün biraz üstü de; bu da anca bi za­manlar bu topraklardaki sayımızın ufak bi bölümü eder!"

"Üç yüzün üstü de epey bi adam demek," diye gürledi Falstad. "Evet, ben bu kadar adamla Grim Batol'u geri alma­ya giderdim!"

"Eğer gökyüzünde miskin böcekler gibi uçuşsaydık belki onları bunun mümkün olduğuna inandırabilirdik ama topra­ğın üstünde ya da, altında hâlâ güçlükler içindeyiz! Bi orma­nı ateşe vermek ve altındaki toprağı kavurmak için bi tek ejderha yetiyor!"

Aerielerle tepe cüceleri arasındaki eski düşmanlık tekrar patlak verecekmiş gibi görünüyordu. Vereesa hemen ikisinin arasındaki boşluğa dalmayı denedi. "Kesin şunu! Orklar ve onların yandaşları düşman, haksız mıyım? Birbirinizle kapı­şırsanız bu sadece onların amacına hizmet etmez mi?"

Falstad da Rom da ondan mırıltı halinde birer özür diledi ama elfin durumu bu kadarla bırakmaya niyeti yoktu. "Bu kadarı yetmez. Birbirinize dönün ve sadece hepimizin iyiliği için dövüşeceğinize yemin edin! Her zaman için kardeşleri­nizi katledenlerin, sevdiklerinizi öldürenlerin orklar olduğu­nu hatırlayacağınıza yemin edin."

Vereesa iki cüce tarafının da geçmişi hakkındaki ayrıntıla­rı bilmese de onların savaşta çarpışmış herkesin bir yakınını ya da sevdiğini kaybetmiş olması gerektiği genel çıkarımın-


dan yola çıkmıştı. Kuşkusuz Rom sevdiği birçok kişiyi kay­betmişti ve umarsız, korkusuz bir hava birliğinden olan Fals-tad da mutlaka aynı kaderi paylaşmış olmalıydı.

Griffon binicisi saygı duyulacak bir hareketle ilk elini uzatan oldu. "Evet, doğru olan bu. Ben tokalaşırım."

"Sen tokalaşıyorsan, ben de tokalaşıyorum."

İkisinin elleri birbirine sarılırken diğer tepe cüceleri ara­sında bir uğultu yükseldi. Böyle bir uzlaşmanın gerçekleşme­si çok acil durumlar dışında imkânsız olmalıydı.

Grup ilerlemeye devam etti. Bu sefer soru soran Rom ol­muştu: "Troll tehlikesi geride kaldığına göre, elf leydi, seni ve şurdakini yaralı topraklarımıza neyin getirdiğini bize an­latmanız gerekir. Ümit ettiğimiz gibi mi?... Savaş tekrar orklara mı yöneldi? Khaz Modan yakında tekrar özgür olacak mı?"

"Savaş Güruh'un aleyhine devam ediyor, bu kadarı doğ­ru." Bu sözler cücelerin nefesini kesti ve sevinç nidaları yük­selmesine neden oldu. "Güruh'un ana gücü birkaç ay önce kırıldı ve Kıyametçekici de ortadan kayboldu."

Rom olduğu yerde kaldı. "Peki o zaman orklâr neden hâ­lâ Grim Batol'u yönetiyor?"

"Bi de soruyor musun?" diye araya girdi Falstad. "Birincisi orklar halen kuzeyde, Dun Algaz civarında direniş gösteri­yor. Mağaralara sığınmaya başladıkları söyleniyor; ama dö­vüşmeden yer altına inmeyeceklerdir."

"Peki ya ikincisi, kuzen?"

"Ejderhaları olduğunu fark etmedin mi?" diye sordu Fals­tad, yüzünde .sahte bir masumiyetle.

Gimmel homurdandı. Rom yardımcısına ters bir bakış at­tıktan sonra teslimiyetle başını salladı. "Evet, ejderhalar. Top­rağa bağlı olan bizlerin savaşamadığı tek düşman. Bi keresin­de genç olanlarından birini yerde yakalayıp kolayca işini bitir­miştik... Ne yazık ki bi iki iyi savaşçımızı da kaybetmiştik.


Ama çoğunlukla onlar yukarda kalıyor ve biz de buraya sak­lanmak zorunda kalıyoruz.

"Ama trollerle savaştınız," diye fikrini belirtti Vereesa. "Ve tabii orklarla da."

"Ara sıra görünen devriyelerle, evet. Trollere de bi miktar zarar verdik... Ama yuvamız ork baltası altında olduğu süre­ce bütün bunlar anlamsız!" Elfin gözlerinin içine baktı. "Şim­di tekrar soruyorum: Kim olduğunuzu ve burda ne yaptığı­nızı söyleyin! Eğer Khaz Modan hâlâ orklarınsa Grim Batol'a gelmek için intihara meyilli olmalısınız!"

"Adım korucu Vereesa Rüzgârkoşan ve bu da Aerie'den Falstad. Buradayız çünkü bir insanı arıyorum, uzun boylu ve genç bir büyücü. Alev renginde saçları var ve onu son gör­düğümde bu yönde ilerliyordu." Şu an için siyah ejderhanın varlığını atlamaya karar vermişti ve Falstad’ın da bu bilgiyi eklememiş olmasına minnettar kaldı.

"Bütün büyücüler, hatta özellikle de insan büyücüleri gi­bi, bu da budalanın teki anlaşılan. Grim Batol'un yakınların­da ne halt ettiğini sanıyor?" Rom'un ikiliyi inceleyen bakış­larında gittikçe artan bir kuşkunun izleri vardı. Vereesa’nın anlattığı hikâyenin onun kriterlerine göre fazla şaibeli oldu­ğu kuşkusuzdu.

"Bilemiyorum," diye kabul etti elf. "Ama ejderhalarla il­gili bir şey olduğunu sanıyorum."

Bu sözün üstüne cücelerin lideri böğürtülü bir kahkaha at­tı. "Ejderhalar mı? Ne planlıyor? Kırmızı kraliçeyi bağların­dan mı kurtaracak? Ejderha o kadar minnettar kalır ki heye­candan onu bir lokma da yutuverir!"

Bütün tepe cüceleri bunu dehşetli komik bulmuştu ama elf aynı kanıda değildi. Kendi adına Falstad bu şenliğe katıl­mamıştı, her ne kadar Kanatlıölüm'den haberdar ve büyük olasılıkla Rhonin'in çoktan.'yutulduğunu' düşünüyor olsa da.


"Bir yemin ettim ve bu yüzden de yoluma devam edece­ğim. Grim Batol'a ulaşmalı ve onu bulup bulamayacağıma bakmalıyım."

Şenlik birden şaşkınlık ve inanmazlık ifadelerine dönüştü. Gimmel doğru duyduğundan emin olamamış gibi başım iki yana salladı.

"Leydi Vereesa, unvanınıza saygı duyuyorum ama bu gö­revin ne kadar uçuk olduğunu kabul etmelisin!"

Ciddileşen ekibi dikkatle gözden geçirdi korucu. Neredey­se zifiri karanlıkta bile yüzlerindeki usanmışlığı ve kadercili­ği görebiliyordu. Dövüşmüşler ve anavatanlarını özgürlüğe kavuşturmanın hayalini kurmuşlardı ama büyük ihtimalle ço­ğu bunun kendi yaşamları içinde gerçekleşmeyeceğini düşü­nüyordu. Yiğitliğe her cüce gibi hayrandılar ama onlar için bile elfin görevi deliliğe yakındı.

"Sen ve halkın bizi kurtardı, Rom ve bunun için hepinize çok teşekkür ederim. Sizden tek bir istekte bulunabileceksem o da bana dağdaki kaleye giden en yakın tüneli göstermeniz olacaktır. Oradan sonrasına kendim devam edeceğim."

"Yalnız yolculuk edecek değilsin, elf leydim," diye karşı çıktı Falstad. "Geri dönmek için fazlaca ilerlemiş durumda­yım... ve tanıdık bi goblini bulup derisinden çizme yapmayı da aklıma taktım!"

"İkiniz de budalasınız!" Rom ikisinin de pek etkilenmedi­ğini gördü. Omzunu silkip ekledi: "Ama illa ki istediğiniz Grim Batol'a giden bi yolsa o zaman bu vazifeyi başkasına yüklemeyeceğim. Sizi oraya kendim götüreceğim!"

"Tek başına gidemezsin, Rom!" diye çıkıştı Gimmel. "Troller harekete geçmiş ve orklar da buraya yakınken olmaz! Ben de seninle gelip arkanı kollayacağım!"

Birden ekibin geri kalanı da onlarla birlikte gidip liderle­rinin arkalarını kollamaları gerektiğine karar verdiler. Rom da Gimmel de onlarla tartışıp vazgeçirmeye çalıştıysa da genel-


de bütün cüceler birbirinden inatçı olduğundan lider sonun­da daha iyi bir fikir ortaya attı.

"Yaralılar eve dönmeliler ve onlara göz kulak olacak biri­lerine ihtiyaçları olacak... Sakın itiraz etme, Narn, ayakta zor duruyorsun! En iyi çözüm zar atmak, yüksek atan yarısı be­nimle gelir! Eee, kimde takım var?"

Vereesa yanlarında gelecekleri belirlemek için bütün eki­bin kumar oynamasını beklemeyi pek istemiyordu doğrusu; ama başka seçeneği de yoktu. "O ve Falstad, Narn ve diğer ya­ralı cüceler haricindekilerin birbirlerine karşı zar atışmalarını seyretti. Tepe cücelerinin çoğu kendi zar takımlarını kullanı­yordu. Rom'un sorusunun karşılığında tünel gerçekten de havaya kalkan kollardan oluşan bir denize dönmüştü.

Bu soru Falstad’ın da kıkırdamasına neden olmuştu. "Aerie ve tepe cücelerinin farklılıkları olabilir ama bu dünyada yanında zar taşımayan çok az cüce vardır!" Kemerindeki bir keseye hafifçe vurdu. "Trollerin ne kadar yabani olduğu bel­li, benim zarları bana bırakmışlar! orkların bile zar atmaktan hoşlandığı söylenir. Bu da onları bizi tutsak etmiş olanlardan bi basamak üstün kılar, öyle değil mi?"

Vereesa'ya çok ama çok uzun gelen bir zaman sonunda Rom ve Gimmel hepsinin yüzünde kararlılık olan diğer yedi cüceyle birlikte geldi. Onlara bakan elf hepsinin kardeş oldu­ğuna yemin edebilirdi... Gerçi aslında en az ikisinin daha çok 'kız kardeş' olduğu belli oluyordu. Cüce kadınları bile gür sa­kallara sahipti, bu ırka mensup olanlar arasında bir güzellik belirtisiydi bu.

"İşte gönüllüleriniz, Leydi Vereesa! Hepsi güçlü ve dövü­şe hazır! Sizi dağın merkezindeki mağara ağızlarından birine kadar götüreceğiz, sonra kendi baş mizasınız."

"Teşekkür ederim... ama gerçekten de ta dağın kendisine giden bir yola sahip olduğunuzu mu söylemeye çalışıyorsu­nuz?"


' Evet öyle ama orası kolay bir yol değil... ve orda sadece orklar devriye gezmiyor."

"Ne demek istiyorsun?" diye atıldı Falstad.

Rom, diğer cüceye daha önce onun kendisine baktığı ma­sumane gülümsemeyle baktı. "Ejderhaları olduğunu duyma­dın mı?"

Krasus'un inziva yeri bir zamanlar ejderhalardan bile ka­dim bir korunun bulunduğu toprakların üstüne yapılmıştı. Onu inşa eden bir elfti. Bir insan büyücüsü onu ilk sahibin­den gasp etmiş, yapı terk edildikten çok sonralarıysa Krasus tarafından ele geçirilmişti. Krasus yapının altında dolaşan güçleri sezmiş ve nadir zamanlarda o güçlerden faydalanma­yı başarmıştı ama ejderha büyücü bile bir gün kalenin en uzak köşesinde saklı olan geçidi fark ettiğinde şaşırmıştı. Bu geçit parıltılı havuza ve onun tam ortasında tam yerleştiril­miş, tek bir altın mücevher taşa açılıyordu.

Krasus bu odaya her girişinde kendi ırkında çok nadir gö­rülebilecek, korkuyla karışık bir saygı hissi duyardı. Burada­ki büyü, onun kendini daha ilk büyülü sözlerini öğrenmiş, acemi bir insan büyücüsü gibi hissetmesine neden olurdu. Krasus henüz havuzun gizemli güçlerinin sadece yüzeydeki izlerine vâkıf olabildiğini biliyordu ama bu bile onu daha fazlasını edinme konusunda ihtiyatlı olmaya zorlamaya yeti­yordu. Büyüsel güçlere olan istek konusunda açgözlü davra­nanlar eninde sonunda büyünün kendisi tarafından tüketil­meye adaydı... Hem de tam anlamıyla.

Tabii ki Kanatlıölüm her nasılsa şimdiye kadar bu sondan sakınmayı başarmıştı.

Yerin bu kadar derinliklerinde olmasına rağmen su yaşam­dan yoksun değildi... ya da belki de ona yakın bir şeyden. Dünyada bundan daha temiz bir sıvı var olmasa da Krasus ne kadar uğraşırsa uğraşsın suda hızla hareket eden minik, ince


şekillere hiçbir zaman tam olarak odaklanamamıştı. Özellikle de mücevher taşının olduğu kısımda. Bazı zamanlar onların parıldayan gümüş balıklarından başka bir şey olmadıklarına yemin ediyordu ama zaman zaman ejderha büyücü orada kollar, bir insan gövdesi, hatta nadiren bacaklar gördüğüne yemin edebilirdi.

Bugün havuzun sakinlerini görmezden gelmişti. Düş Efendisi'yle bir araya gelmesi ona yardım umudu vermişti ama Krasus bununla ilgili planlar yapamayacağını biliyordu. Kendini feda etmek zorunda kalacağı zaman hızla yaklaşı­yordu.

İşte buraya gelme sebebi de buydu çünkü havuzun nite­likleri arasında, suyundan içenleri en azından bir süre için genç kılması da var gibiydi. Ysera’nın diyarına varmak için içtiği zehir Krasus'u dermansız bırakmıştı. Olayların gidişatı hızlı hareket etmesini gerektirirse ejderha buna göre karşılık verebilmek istiyordu.

Çömelen büyücü, bir avucunu az bir miktar suyla doldur­du. Suyu yudumlamaya ilk kez cesaret ettiğinde kulplu bir bardak kullanmayı denemiş ama havuzun büyülü hiçbir şeyi kabul etmediğini anlamıştı. Şimdiyse Krasus avucundan kur­tulacak her damlanın tekrar geldiği yere dönmesini istediğin­den havuzun kenarına eğildi. Yıllar yılı havuzdaki güce olan saygısı bu kadar artmıştı.

Sudan içerken yüzeydeki bir dalgalanma gözüne takıldı. Krasus bakışlarım insan kılığının mükemmel bir yansımasını görmesi gereken yere indirdi... Ama sanki orada başka bir şey vardı.

Rhonin'in gençlik dolu görüntüsü ona bakıyordu... ya da ilk başta büyücü öyle zannetti. Sonra kuklasının gözlerinin kapalı ve başının da hafifçe yana sarkmış olduğunu gördü. Sanki... sanki ölmüş gibi.

Rhonin'in yüzünü kaim, yeşil bir ork eli kapladı.


Krasus içgüdüsel bir tepkiyle, iğrenç eli bulunduğu yer­den çekmek için suya uzandı ama bunun yerine görüntünün dağılmasına neden oldu. Oluşan dalgacıklar durulduğundaysa sadece kendi yansımasını gördü tekrar.

"Büyük Ana adına..." Havuz daha önce hiç böyle bir özel­lik göstermemişti. Peki neden şimdi olmuştu bu?

 

Krasus ancak o zaman Ysera'nın ayrılırken söylediklerini hatırladı: Ve sadece bir kukla olduğunu düşündüklerini küçümseme...

Bunu söylerken ne demek istemişti ve Krasus neden şimdi Rhonin'in yüzünü görmüştü? Kıdemli büyücünün bir anlık görebildiğinden çıkardığı sonuç, genç meslektaşının orklar ta­rafından yakalandığı ya da öldürüldüğüydü. Eğer öyleyse Rho­nin'in Krasus için bir değeri kalmamıştı... Dağ kalesine varmış ve hamisinin verdiği gerçek görevi yerine getirmiş olsa da.

Geçen aylar boyunca Krasus'un Grim Batol'daki orkların keşfetmesini sağladığı diğer kanıt parçalarıyla birlikte bu, ej­derha büyücünün umut etmiş olduğu gibi oradaki komutan­ları işkillendirecekti. İkinci, daha zekice bir istilanın gizliden gizliye batı yönünden yaklaşmakta olduğunu düşünmelerini sağlayacaktı. Dağ kalesinin içinde halen epey bir kuvvet bu­lunsa da oranın asıl gücü yumurtadan çıkan ve eğitilen ejder­halarda gizliydi... ve haftalar geçtikçe bunların sayısı daha da azalıyordu. Dağdaki orklar için daha da kötü olan, bu az sayıdakilerin de Güruh'un ana gücüne yardım için giderek da­ha çok kuzeye gönderilmesi ve Grim Batol'un neredeyse bü­tün savunma gücünden yoksun bırakılmasıydı. Şu anda Dun Algaz civarında savaşan orduyla aynı büyüklükteki kararlı bir orduya karşı, dağdaki iyi konuşlandırılmış orklar bile nihaye­tinde yenilgiyi kabul eder ve böylece savaş çabaları için daha fazla ejderha büyütme şanslarım da yitirirlerdi.

Kuzeydeki İttifak güçlerini yıldıracak başka ejderha olma­dan da Güruh'tan geriye kalanlar sonunda süregelen saldırı karşısında dağılırdı.


Eğer İttifak liderleri arasında genel bir işbirliği eksiği ol­masaydı böyle bir kuvvet toplanabilirdi. Çoğu, Khaz Modan'ın zamanı gelince düşeceğini düşünüyordu, bu yüzden de onlara göre böyle bir görevde daha fazla kayıp vermenin gereği yoktu. Krasus iki taraflı bir saldırıyla sonunda dünya­yı ork tehdidinden temizlememiş olmalarına inanamıyordu ama işte yine genç ırkların basiretsizliği kanıtlanmıştı. Başlan­gıçta Krasus, Kirin Tor üyelerini olayların akışı konusunda Dalaran’ın komşularını harekete geçirmeleri için ikna etmeye çalışmıştı ama Kral Terenas üstündeki etkileri azaldıkça kon­seydeki kendi yoldaşları da İttifak'taki konumlarını kurtarma derdine düşmüştü.

Böylece Krasus, ork komutasının dolambaçlı düşünceleri­ne ve kalıtsal paranoyaklıklarına güvenerek çaresiz bir blöf yapmaya karar vermişti. Onların istilanın yolda olduğuna inan­malarını sağlamalıydı. Onlara, ejderhanın ve onun adamları­nın yaydığı söylentileri destekleyecek somut kanıtlar da ver­meliydi. Ondan sonra gerçekten de akla hayale gelmeyecek olanı yapacaklardı.

Gerçekten de dağ kalelerini terk edecekler ve Alexstrasza'yı dikkatle koruyarak ejderha yumurtlatma operasyonunu kuze­ye taşıyacaklardı.

Plan çılgınca bir umut olarak başlamıştı ama sonra Krasus'u bile şaşırtacak bir şekilde, inanılmaz sonuçlar ortaya koymuş­tu. Grim Batol'a komuta eden ork, Nekros Kafatasıezen, yakın dönemde dağın günlerinin sayılı olduğuna ve bunun da çok kısa bir süreyi kapsayacağından gittikçe daha çok emin olmuş­tu. Büyücünün çıkardığı söylentiler yaşayan bir varlığa dönü­şüp onun beklentilerinin bile ötesinde büyümüştü.

Ve şimdi de... Ve şimdi de orkların elinde kanıt olarak Rhonin'in ta kendisi vardı. Genç büyücü kendi üstüne düşen rolü oynamıştı. O, Nekros'a girilemez sanılan kaleden içeri kolaylıkla sızılabileceğini göstermişti, özellikle de büyü yar-


dımıyla. İşte şimdi ork komutanı Grim Batol'u terk etme em­rini verecekti.

Evet, Rhonin kendi rolünü çok iyi oynamıştı... ve Krasus insanı böyle kullanmış olduğu için kendini hiç affetmeyeceğini biliyordu.

Sevgili kraliçesi gerçeği öğrenince ejderha büyücü hakkın­da ne düşünecekti? Bütün ejderhalar içinde en çok Alexstrasza küçük ırklar için kaygılanırdı. Onlar geleceği şekillendire­cek çocuklar, demişti bir keresinde.

"Bunun yapılması gerekiyordu," diye yılan gibi tısladı Krasus.

Yine de eğer' havuzdaki görüntü ona piyonunun kaderi­ni hatırlatmak içindiyse bu görüntü aynı zamanda büyücüyü kışkırtmıştı da. Ejderha büyücü daha fazlasını öğrenmek zo­rundaydı.

Havuzun önünde eğilmiş olan Krasus gözlerini kapayıp konsantre oldu. En yararlı adamlarından biriyle temas kurma-yalı epey bir zaman geçmişti. Eğer hâlâ hayattaysa dağda şu anda olup biten faaliyetlerden mutlaka haberdar olmalıydı. Ejderha büyücü konuşmak istediği kişinin görüntüsünü aklın­da canlandırdı; sonra da düşünceleriyle, ikisinin paylaştığı bağlantıyı açmak için bütün gücüyle ona doğru uzandı.

"Duy beni... Duy sesimi... Acilen konuşmamız gerekli... Sonunda bek­lenen gün gelmiş olabilir, sabırlı dostum. Özgürlük ve kurtuluş günü... Duy beni... Rom..."


 

on altı

 

 

 

Kaldırın onu," diye hırladı hayvani ses.

Kuvvetli eller, sersemlemiş haldeki Rhonin'i kollarının üst kısmından sertçe tutup çekerek ayağa kaldırdı. Birden büyücünün yüzüne çarpan soğuk su onu ayıktı.

"Eli... Burdaki..." Büyücüyü ayakta tutanlardan biri Rhonin'in sol kolunu kaldırdı. Birisi elini yakaladı, serçe parma­ğını tuttu...

Kemiğin kırılmasıyla Rhonin bir çığlık attı. Gözleri aniden fal taşı gibi açıldı ve büyücü kendini, yıllar yılı savaşmanın so­nucunda yüzü yara izleriyle dolmuş, yaşlı bir orkun hayvani görüntüsüyle karşı karşıya buldu. Orkun yüzündeki ifade in­sanın çektiği acıdan zevk alıyormuş gibi değildi; daha çok bir sabırsızlık izi vardı bu yüzde. Sanki daha önemli işlerle uğraş­mak üzere başka bir yerde olmayı tercih edermiş gibiydi.

"İnsan." Sesi lanet edermiş gibi çıkmıştı. "Hayatta kalmak için tek bir fırsatın var. Grubunun geri kalanı nerde?"

"Bil..." Rhonin öksürdü. Kırık parmağının acısı hâlâ her yanma yayılıyordu. "Yalnızım."

"Beni aptal yerine mi koyuyorsun?" diye hırladı ork lide­ri. "Nekros'u aptal yerine mi koyuyorsun? Geriye kaç parmak kaldı dersin?" Kırık parmağının yanındakine asıldı. "Vücutta bir sürü kemik var. Kırılacak bir sürü kemik!"


Rhonin acının el verdiği kadar hızlı düşünmeye çalıştı. Kendisini tutsak eden orka yalnız geldiğini söylemiş ama bu onu tatmin etmemişti. Nekros ne duymak istiyordu ki? Da­ğın bir ordu tarafından kuşatıldığını mı? Bunu duymak onu sevindirecek miydi?

Tabii bu, bir kaçış yolu bulana kadar Rhonin'i hayatta da tutabilirdi.

Hâlâ neler olduğunu bilmiyordu. Tek bildiği bütün ted­birlerine rağmen Kanatlıölüm tarafından kandırıldığıydı. An­laşılan ejderha, büyücünün yakalanmasını istemişti. Peki ama neden? Bu da. ancak Nekros'un, düşman askerlerinin kalesin­de cirit atması arzusu kadar mantıklıydı!

Rhonin, Kanatlıölüm'ün karanlık planları için daha sonra endişelenebilirdi. Şu an için perişan haldeki büyücünün yaşa­mı daha önemliydi.

"Hayır! Hayır... lütfen... Diğerleri... nerede olduklarını tam olarak bilmiyorum... ama dağıldılar..."

"Dağıldılar mı? Pek sanmıyorum! Onun için geldin, değil mi? Ejderhakraliçesi için geldin! Görevin bu, büyücü! Bunu biliyorum!" Nekros onun üstüne doğru eğildi. Nefesi, Rho­nin'i boğup tekrar bayılmasına neden olacak gibiydi. "Casus­larım duydu! Sen duydun, değil mi, Kryll?"

"Ah, evet evet, Efendi Nekros! Hepsini duydum!"

Rhonin orkun ilerisine göz atmaya çalıştı ama Nekros onun konuşanı görmesine izin vermedi. Yine de sesin kendi­si de casusun kimliği hakkında epey bilgi veriyordu. Büyücü bu Kryll'in, daha önceden duyduğu goblin olması gerektiği sonucunu çıkarmıştı.

"Bir kez daha söylüyorum insan: Ejderha için geldin, öy­le değil mi?"

"Diğer..."

Nekros onun suratına sert bir tokat yapıştırıp Rhonin'in ağzının kenarında çizgi halinde bir kan izi bıraktı. "Bir son-


raki başka bir parmak olacak! Ordularınız Grim Batol'a var­madan Ejderhakraliçesi'ni serbest bırakmak için geldin! Kar­gaşanın işinize geleceğini düşündün, değil mi?"

Rhonin bu sefer dersini almıştı. "Evet... evet, öyle yaptık."

"'Biz' dedin! Bu da iki eder!" Ork lideri muzafferane bir edayla geri çekildi. Yaralı büyücü ilk kez Nekros'un takma bacağını fark etti. Bu hayvani orkun vahşi bir savaşçı ekibi yerine bir ejderha yumurtlatma programına komuta etmesi pek şaşırtıcı değildi.

"Görüyor musunuz, yüce Nekros? Grim Batol artık güven­li değil, benim haşmetli komutanım!" diye yükseldi goblinin sesi. "Sayısız tünellerinde daha kaç tane düşmanın pusuya yattığım kim bilebilir? İttifak size doğru hücuma geçmeden önce ne kadar zaman kaldığını kim bilebilir? Hem de siyah ejderhanın önderliğinde... Nerdeyse geri kalan bütün ejder­halarınızın şimdiden Dun Algaz'a doğru gitmekte olması ne yazık! Dağı bu kadar azıyla korumanız nerdeyse imkânsız! İn­şallah düşman bizi burda bulmaz, bu kadar kıymetli..."

"Bilmediğim bir şey söyle, küçük sefil!" Nekros kaim par­maklarından biriyle Rhonin'in göğsünü dürttü. "Neyse, bu ve arkadaşları çok geç kaldı! Ne ejderhayı, ne de yavrularını alabileceksiniz, insan! Nekros hepinizden ileri görüşlüdür!"

"Ben hiç..."

Bir tokat daha indi. Yara bere içindeki büyücünün yüzün­deki sızı dolu acının tek faydası, kırık parmağının ıstırabını alıp götürmesi oldu. "Grim Batol'u alabilirsiniz, insan! Hay­rını görün! Umarım bütün şehir başınıza geçer!"

"Nekros... Nekros, bu deliliği... durdurmalısın!"

Rhonin irkilerek başını kaldırdı. Sadece bir kez duymuş olmasına rağmen bu sesi tanıyordu.

Başında bekleyen nöbetçiler de sese tepki vermişti. Yana döndüklerinde büyücü canice zincir ve prangalara vurulmuş, devasa, pullu vücudu görebildi. Ejderhakraliçesi Alexstrasza


çok az hareket edebiliyordu. Kolları, bacakları, kuyruğu, ka­natları ve boğazı sıkı sıkı tutturulmuştu. Gözüktüğü kadarıyla kocaman ağzını ancak yiyebilecek ya da konuşabilecek kadar açabiliyordu.

Tutsaklık ondan çok şey götürmüştü. Rhonin daha önce ejderhalar, kırmızı ejderhalar görmüştü ve hepsinin de pulla­rında belirgin bir metalik parlaklık vardı. Öte yandan Alexstrasza'nınkiler donuk, solgun ve yer yer dökülmüş gibi görü­nüyordu. Yüzüne bakıldığında da sürüngenin pek iyi durum­da olduğu söylenemezdi. Feri kaçmış gözleri inanılmaz bir bitkinlik ifadesi taşıyorlardı.

Nasıl bir esaret yaşamış olduğunu Rhonin ancak hayal edebiliyordu. Kendisini esir edenlerin kanlı davalarına hizmet etmek için eğitileceği yavrular yumurtlamak zorundaydı. Yu­murtalar ondan alındıktan sonra onları büyük olasılıkla bir daha hiç görmemişti. Belki ölümcül çocuklarının aldığı can­ların pişmanlığını bile duyuyordu...

"Konuşmak için iznin yok, sürüngen," dedi hırıltılı bir sesle Nekros. Yanındaki bir keseye uzanıp onun içindeki bir şeyi kavradı.

Rhonin'in derisi, inanılmaz boyutlarda bir büyüsel gücün harekete geçmesiyle ürperdi. Orkun ne yaptığını bilmiyordu ama her ne yaptıysa Ejderhakraliçesi'nin öyle acı dolu bir çığ­lık atmasına neden olmuştu ki Nekros dışında herkes bunun etkisinde kalmıştı.

Ancak Alexstrasza ıstırabına rağmen devam etti: "Enerjini v-ve zamanını bo-boşa harcıyorsun, Nekros! Ço-çoktan yiti­rilmiş bi-bir şey için savaşıyorsun!"

Son bir iniltiden sonra gözlerini kapadı. Hemen öncesin­de çok hızlı olan solunumu yavaşladı ve en sonunda daha normal bir tempoya indi.

Güruh'un böylesine muhteşem bir yaratığı kendi idaresi altında nasıl tuttuğuyla ilgili birçok rivayet duymuştu ama


hiçbiri büyücünün az önce şahit olduklarına uymuyordu. An­laşılan bu kesede olağanüstü güçlere sahip bir alet ya da bü­yülü bir nesne vardı. Nekros acaba elindeki gücün gerçekten farkına mıydı? Böylesine bir güç emrine amadeyken Gü­ruh'un kendisini bile yönetebilirdi!

"Diğerlerini yakalamamız gerek." Yaşlı savaşçı girişte bek­leyen bir nöbetçiye döndü. "Nöbetçinin cesedini nerde bul­muştun?"

"Beşinci katta, üçüncü tünel."

Nekros kaşlarını çattı. "Üstümüzde mi?" Rhonin'i birinci kalite bir bifteğe bakarmışçasına inceledi. "Bu büyücünün işi! O zaman beşinci kattan itibaren yukarı doğru bütün tünelle­ri aramaya başlayın... Hiçbir tüneli atlamayın! Her nasılsa yu­kardan gelmişler!" Uzun dişlerle süslü acayip yüzüne yavaş yavaş bir sırıtış yayıldı. "Belki de büyü değildir! Torgus griffonlar görmüştü! İşte bu! Geri kalanı Kanatlıölüm Torgus'u hakladıktan sonra geldi!"

"Kanatlıölüm... Kanatlıölüm kendinden başka... ki-kimseye hizmet etmez!" dedi birden Alexstrasza, gözleri sonuna kadar açılarak. Sesi neredeyse korku dolu çıkıyordu. Rhonin bunun için onu suçlayamazdı. Siyah iblisten kim korkmazdı ki?

"Ama şimdi insanlarla çalışıyor," diye ısrar etti ork. "Tor­gus onu gördü!" Eliyle keseye vurdu. "Eh, belki de onun için de hazırlık yaparız!"

Rhonin artık keseye ve içindeki şeye gözünü dikip bak­maktan kendini alamıyordu. Belli belirsiz şeklinden anlaşıldı­ğına göre bir madalyon ya da disk gibi görünüyordu. Nasıl bir gücü olabilirdi ki Nekros onun zırhlı ejderhaya karşı bile işe yarayacağına inanıyordu?

"Tek istediğiniz ejderhalar..." Nekros tekrar büyücüye dönmüştü. "Ve ejderhalara da kavuşacaksınız... ama siz ve si­yah ejderha bundan pek memnun kalmayacaksınız, insan!" Elini çıkış tarafına doğru salladı. "Götürün onu!"


"Öldürelim mi?" diye sordu hırıldayarak nöbetçilerden biri, umutlu bir ses tonuyla.

"Daha değil! Ona' daha sonra soracaklarım olabilir! Onu nereye koyacağınızı biliyorsunuz! Hemen gelip büyü yaparak kurtulamamasını garanti altına alacağım!"

Rhonin'i tutan iki devasa ork onu öyle bir güçle öne sü­rüklediler ki büyücü kollarının omuzlarından çıkacağını san­dı. Bir miktar bulanıklaşmış olan görüşü, Nekros'un başka bir orka döndüğünü seçebildi.

"İki misli çalışılsın! Arabaları hazır edin! Kraliçeyi ben hal­ledeceğim! Her şeyin hazır olmasını istiyorum!"

Nekros, Rhonin'in görüş alanından çıktı... ve başka biri girdi.

Orkun Kryll diye hitap ettiği goblin, Rhonin'e sanki ikisi­nin paylaştığı bir sır varmış gibi göz kırptı. Büyücü ağzını aç­tığında küçük, habis yaratık vücuduna göre fazla iri olan ka­fasını iki yana sallayıp gülümsedi. Goblin bir şeyi ellerinde sıkıca tutuyordu, insanın dikkatini çeken bir şeyi...

Kryll elini arkaya atsa da Rhonin onun taşıdığı şeyi göre­bilecek kadar bakabilmişti.

Kanatlıölüm'ün madalyonu...

Nöbetçiler bitkin büyücüyü komutanın odasından sürük­leyerek çıkarırken Rhonin artık Kanatlıölüm'ün Grim Batol hakkında bu kadar çok bilgiyi nasıl topladığını bildiğini dü­şünüyordu. Ayrıca bildiği diğer bir şey, Nekros ne planlamış olursa olsun, aynı Rhonin gibi, orkun da siyah ejderhanın is­tediklerini yerine getirdiğiydi.

Vereesa orman ve tepelerde kendini evinde hissetse de sı­ra yer altına gelince bir tüneli diğerinden ayırt edemediğini kabul etmek zorundaydı. Doğuştan gelen yön bulma sezgisi onu yanıltıyor gibiydi... Sebep ya buydu ya da devamlı eğil­mek zorunda olması dikkatini fazlaca dağıtıyordu. Troller za-


man zaman tünelleri kullanmış olsa da bu geçitlerin çoğu, Grim Batol'un civar bölgesinin çok geniş bir madenci birli­ğinin parçası olarak hizmet verdiği zamanlarda cüceler tarafından açılmıştı. Bu da Rom'un, Gimmel'in, hatta Falstad'ın burada kolaylıkla yol alması ama uzun boylu elim genelde iki büklüm yürümesi demekti. Beli ve bacakları ağrısa da koru­cu bu dayanıklı savaşçılar arasında bir zayıflık belirtisi göster­memek için dişini sıktı. Ne de olsa daha en başta buraya gel­mek için ısrar eden Vereesa'ydı.

Yine de sonunda aklındaki soruyu sormak zorunda kaldı: "Yaklaştık mı?"

"Az kaldı, çok çok az," diye cevap verdi Rom. Ne yazık ki bunu bir süredir söyleyip duruyordu.

"Şu giriş," dedi düşünceli bir sesle Falstad. "Nerede oldu­ğunu tekrarlar mısın?"

"Tünel, bi zamanlar madenden çıkardığımız altının taşın­ma noktası olan yerde son buluyor. Birkaç eski vagon rayı bi­le görebilirsiniz, tabii eğer orklar hepsini silah yapımı için eritmemişse."

"Peki bu yolu kullanarak içeri girebilecek miyiz?"

"Evet, raylar yok olmuş olsa bile eski patikayı takip ede­bilirsin. Gerçi orda nöbetçiler bekler, yani kolay olmayacak."

Vereesa bunu zihninde gözden geçirdi. "Ejderhalardan da bahsettin. Ne kadar yüksekteler?"

"Gökte uçan ejderhalar değil, Leydi Vereesa, yerde duran­lar. Zaten işin üçkağıdı da bu diyebiliriz."

"Yerde mi?" diye homurdandı Falstad.

"Evet öyle, kanadı zarar görmüş olanlar ya da uçmasına izin verilecek kadar güvenilmeyenler... Dağın bu yamacında iki tane olmalı."

"Yerde..." diye mırıldandı Aerie cücesi. "Değişik bi savaş olacak..."

Rom birden durup ileriyi işaret etti. "İşte orda, Leydi Ve­reesa! Geçit!"


Korucu gözlerini kısıp baktı ama elflere özgü gece görü­şüyle bile bahsi geçen geçidi çıkaramıyordu.

Anlaşılan Falstad onu görebilmişti. "Acayip küçük. Zor sı­ğacağız."

"Evet, orklar için çok dar ve bizim için de öyle olduğunu düşünüyorlar ama bi numarası var."

Hâlâ hiçbir şey göremeyen Vereesa kendini cüceleri takip ederek avuttu. Ancak bir çıkmaza varmak üzereyken üst taraf­tan az bir ışığın süzüldüğünü fark etti. Biraz daha yaklaşınca, hüsrana uğrayan elf, değil vücudunu ancak kılıcını geçirebi­leceği kadar bir aralıkla karşılaştı.

Bakışlarını aşağı indirip tepe cücelerinin liderine baktı. "Bir numarası var diyorsun, öyle mi?"

"Evet öyle! Numara, buraya bizim dikkatle koyduğumuz kayaları kenara taşıyıp boşluğu yeteri kadar genişletmek; ama kayalara dışardan ulaşamazsın! Ordan hepsi tek bi büyük kayaymış gibi duruyor ve bu iş, orkların uğraşmak istemeye­cekleri kadar feci zaman alır."

"Ama sizin yeraltında olduğunuzu biliyorlar, değil mi?"

Rom'un suratı asıldı. "Evet ama yukarıda ejderhalar var­ken bizden pek korkmuyorlar. İçeri girmek için geçeceğiniz yol tehlikeli, bunun farkında olmalısın. Bu kadar yakında olup bu kahrolası istilacıların icabına bakamamak canımızı sı­kıyor..."

Anlamlandıramadığı bir nedenle Vereesa, cücelerin lideri­nin kendisine her şeyi anlatmadığını seziyordu. Söyledikleri bir yere kadar doğru olabilirdi ama başka bir nedenden do­layı halkı bu yolu çok fazla kullanmamıştı. Geçmişte" yaşadık­ları bir şey mi çekinmelerine neden oluyordu, yoksa dışarısı gerçekten o kadar tehlikeli miydi?

Eğer ikinci seçenek doğruyduysa, acaba elf gerçekten de bu riske girmek istiyor muydu?

Zaten kendini bu uğurda adamıştı. Rhonin için değilse bi-


le, bu bitmek tükenmek bilmeyen savaşın sona ermesine yar­dım edebilmesi adına elinden geleni yapmak için... Gerçi Vereesa'nın içinde hâlâ her nasılsa büyücüyü canlı bulacağına dair bir umut vardı.

"İşe koyulmamız lazım. Kayaları bulundukları yerden ta­şımak için uymamız gereken bir yol var mı?"

Rom gözünü kırptı. "Elf leydim, karanlık çökene kadar beklemen lazım! Daha erken yaparsan beni karşında gördü­ğün gibi görürler seni, emin ol!"

"O kadar bekleyemeyiz ama!" Vereesa, kendisi ve Falstad troller tarafından tutsak edildiğinden beri kaç saat geçtiğini bilemiyordu ama en fazla birkaç saat olmalıydı.

"Sadece bi saatten biraz fazla, Leydi Vereesa! Bu, canınız­dan kıymetlidir eminim!"

Bu kadar kısa mıydı? Korucu bakışlarını Falstad'a çevirdi.

"Çok uzun bi süre baygın kaldın," diye cevapladı onun seslendirmediği sorusunu. "Bi ara, ölmüş olduğunu düşün­düm."

Elf sakinleşmeye çalıştı. "Pekâlâ. O zamana kadar bekleye­biliriz. "

"Güzel!" Tepe cücelerinin lideri ellerini birbirine vurdu. "Bu bize yemek yiyip dinlenmek için zaman sağlar."

Vereesa ilk başta kendini, yemeyi düşünmek için bile faz­la gergin hissetse de birkaç dakika sonra Gimmel'in kendisi­ne teklif ettiği basit yiyeceği kabul etti. Bu mücadele içinde­ki varlıkların ellerinde olanı paylaşması onların sevecenliğinin ve yoldaşlığının derinliğini gösteriyordu. Cüceler istemiş ol­salardı trollerin hakkından geldikten sonra gayet tabii kendi­sini ve Falstad'ı katledebilirlerdi. Onların grubunun dışından biri, daha sağduyulu davranmazdı.

Gimmel herkesin erzaklardan eşit pay almasını sağlama görevini üstlendi. Rom kendi payını aldıktan sonra, daha ön­ce yanlarından geçmiş oldukları tünellerin bazılarında her-


hangi bir troll faaliyeti izi olup olmadığını araştırmak istedi­ğini söyleyip yavaşça uzaklaştı.

Falstad elindekileri kurutulmuş et ve meyvenin tadını çok beğendiğini.belli eden bir hevesle yiyordu. Vereesa'nın yemeğe karşı hevesi daha azdı. Cüce yiyeceklerinin lezzetleri ne elf, ne de insan diyarlarında ün salmamış ti. Eti daha uzun sü­re saklamak için tütsülemelerini anlıyordu, ayrıca bu iç ka­rartıcı yerde birilerinin meyve bulmuş ya da yetiştirmiş ol­ması da onu hayrete düşürüyordu ama duyarlı tat alma du­yusu şu anda bile şikâyet ediyordu. Yine de yiyecekler doyu­rucuydu ve korucu de enerjiye ihtiyaç duyacağını biliyordu.

Vereesa yemeğini bitirince ayağa kalkıp etrafına bakındı. Falstad ve diğer cüceler rahatlamak için yerlere serilmişlerdi ama sabırsız elfin yürümeye ihtiyacı vardı. İlk hocasının şim­di burada olsa onun ne kadar insansı olduğunu söyleyeceğini düşünüp yüzünü buruşturdu. Çoğu elf daha en başta sabırsız­lık eğilimlerini bastırırdı ama bazıları ömür boyu bu özellik­le yaşardı. Bunlar genelde ya anavatanlarından uzakta yaşar ya da halkları adına uzaklara yolculuk edecekleri görevler üstle­nirdi. Belki Vereesa bu macerayı atlatırsa o da bu seçenekler­den birini seçebilirdi, hatta belki Dalaran'ı bile ziyaret ederdi.

Vereesa’nın şansına buradaki tüneller daha önce geçtikle­rinin çoğundan biraz daha yüksek açılmıştı. Elf yolun büyük kısmında çok az eğilerek, hatta zaman zaman hiç eğilip bü­külmeden ilerlemeyi başardı.

Biraz ileriden gelen boğuk bir ses bir anda durmasına ne­den oldu. Korucu gitmeye niyetlendiği mesafeden uzağa var­mıştı. Kendisini troll bölgesine sokmuş olmaya yetecek kadar uzağa... Ses çıkarmamak için büyük bir dikkat gösteren Vere­esa, kılıcını çekip küçük adımlarla ilerlemeye başladı.

Bu ses, troll sesine benzemiyordu. Hatta yakınlaştıkça, ken­dini konuşan kişiyi tanıyormuş gibi hissetti... İyi ama nasıl?

"... bi şey yapamazdım, yüce efendim! Sizden haberdar olmalarım   istediğinizi    düşünmemiştim!"    Bir   duraklama.


"Evet, hoş bir yüzü ve vücudu olan bir elf korucusu, bu o." Bir duraklama daha. "Öteki? Aerie'li bir vahşi. Troller onları yakaladığında bineğinin kaçtığını söyledi."

Ne kadar uğraşırsa uğraşsın korucu konuşmanın geri ka­lan kısmını duyamadı ama en azından artık konuşanın kim olduğunu biliyordu: Bu bir tepe cücesiydi, hem de oldukça tamdık bir tanesi...

Rom... Demek ki tünelleri araştırmakla ilgili söyledikleri tam olarak doğru değildi. Peki ama kiminle konuşuyordu ve elf bu diğerini neden duyamıyordu? Cüce kafayı mı yemişti? Kendi kendine mi konuşuyordu?

Rom şimdi, karşısındaki sessiz kişinin dediklerini anladı­ğını belirtmek dışında bir şey söylemiyordu. Vereesa farkedilme riskini göze alıp cücenin sesinin geldiği koridora doğ­ru ağır ağır ve kenardan ilerledi. Yalnız tek gözüyle cüceyi görecek kadar eğilip baktı.                                                    '

Cüce bir kayanın üstünde oturuyordu. Bakışları aşağıya, yuvarlak bir şey tutarmış gibi birleşmiş avuçlarına çevrilmiş­ti. Bu avuçlardan ateş kırmızısı, güçsüz bir ışık yayılıyordu. Vereesa gözlerini kısıp cücenin elindekinin ne olduğunu gör­meye çalıştı.

Biraz zorlansa da bunun, ortasında bir mücevher varmış gibi görünen küçük bir madalyon olduğunu çıkarabildi. Vereesa’nın güçle dolu bir nesneyi, büyüyle yaratılmış bir tılsı­mı tanıması için Rhonin gibi büyücü olmasına gerek yoktu. Büyük elf lordları da kendi aralarında ya da uşaklarıyla ileti­şim kurmak için benzer aletlerden yararlanırlardı.

Peki şimdi Romla konuşan büyücü kimdi? Cüceler ne bü­yüye, ne de aynı sebepten dolayı, büyü gücüne sahip olan­lara düşkün sayılmazdı.

Rom'un bir büyücüyle, hem de anlaşıldığı kadarıyla hiz­met ettiği bir büyücüyle bağlantısı varsa neden o ve ekibi gökyüzünün  altında  özgürce  yürüyebilecekleri  zamanların


özlemiyle hâlâ tünellerde dolaşıyordu? Bu büyük büyücü on­lar için bir şeyler yapabilirdi mutlaka.

"Ne?" -dedi heyecanla Rom, aniden. "Nerde?"

Şaşırtıcı bir hızla başını yukarı kaldıran cüce bakışlarını şimdi doğrudan elfe odaklamıştı.

Vereesa görüş alanından geriye çıkmışsa da tepkisinin çok geç kaldığını biliyordu. Cücelerin lideri karanlığa rağmen kendisini ayırt etmişti.

"Seni görebileceğim bi yere çık!" diye seslendi cüce. Ko­rucu tereddüt edince Rom ekledi: "Sen olduğunu biliyorum, Leydi Vereesa..."

Karşısındakini kandırmaya çalışmak için bir neden kalma­dığına karar veren korucu saklandığı yerden çıktı. Kılıcını kı­nına yerleştirmeye kalkışmadı. Rom'un korucuya ve hatta kendi adamlarına karşı bir hainlik içinde olmadığından emin değildi.

Cüce ona düş kırıklığı içinde bakıyordu. "O keskin elf ku­laklarından kurtulacak kadar uzaklaştığımı sanıyordum ben de! Ne diye buraya gelmen gerekiyordu ki?"

"Benim niyetim masumdu, Rom. Sadece yürümeye ihti­yacım vardı. Senin niyetinse soru işaretleriyle dolu..."

"Bu seni ilgilendirmez... öyle değil mi?"

Madalyondaki mücevher taşı bir anlığına alev gibi parla­yarak ikisinin de ürkmesine neden oldu. Rom sanki yine se­si duyulmayan konuşmacıyı dinliyormuş gibi başını hafifçe yana eğdi. Eğer gerçekten öyleydiyse duyduğu şeyden hoşnut olmadığı kesindi.

"Bu sizce akıllıca olur mu?.. Elbette, dediğiniz gibi..."

Vereesa kılıcının kabzasına daha sıkı sarıldı. "Kiminle ko­nuşuyorsun?"

Rom, elfi şaşırtan bir hareketle madalyonu uzattı. "O ken­di söyleyecek." Vereesa teklif edilen madalyonu almayınca cüce ekledi: "O dost; düşman değil."


Hâlâ kılıcı tutmakta olan elf boştaki eliyle uzanıp tılsımı dikkatle aldı. Bir şok dalgası ya da etini dağlayacak bir sıcak­lık bekliyordu ama madalyon gerçekten soğuk ve zararsızdı.

Selamlarımı sunarım, Vereesa Rüzgârkoşan.

Sözcükler korucunun beyninin içinde yankılanmış ti. Vere­esa neredeyse madalyonu elinden düşürüyordu. Bunun sebe­bi beynindeki sesten çok konuşan kişinin onun ismini bilme-siydi. Elf, Rom'a baktı. Cüce onu konuşmaya teşvik eder gi­biydi.

Kimsin? diye sordu korucu, kendi düşüncelerini görünme­yen konuşmacıya yönelterek.

Hiçbir şey olmadı. Vereesa tekrar cüceye döndü.

"Sana bi şey söyledi mi?"

"Zihnimde konuştu. Aynı şekilde karşılık verdim ama ce­vap vermedi."

"Tılsıma konuşman lazım! Senin sesini o düşünce olarak duyacak. Aynı o senle konuşunca olduğu gibi." Cücenin kö­peğe benzeyen yüz hatları özür diler gibiydi. "Niye böyle ol­duğunu hiç bilmiyorum ama böyle çalışıyor işte..."

Vereesa bakışlarını madalyona çevirip tekrar denedi: "Kimsin?"

Beni, üst'lerine gönderdiğim mesajlardan tanıyorsun. Ben Kirin Tor'dan Krasus'um.

Krasus mu? Bu daha en başta elflerle görüşüp Vereesa’nin Rhonin'e deniz kıyısına kadar rehberlik etmesini ayarlayan büyücünün adıydı. Onun hakkında neredeyse tek bildiği, ko­rucunun öğretmenlerinin onun isteğini büyük bir hürmetle karşıladığıydı. Vereesa herhangi bir elf lorduna böyle bir şey buyurabilecek başka çok az insan biliyordu.

"Adını biliyorum. Sen Rhonin'in hamişisin."

Bir sessizlik oldu. Korucu doğru değerlendirdiyse bu rahat­sızlık dolu bir sessizlikti.

Yolculuğundan ben sorumluyum.


"Orklar tarafından tutsak edilmiş olabileceğini biliyor mu­sun?"

Evet. Bunun olması beklenmiyordu.

Beklenmiyor muydu? Vereesa içinde ölçüsüz bir öfkenin yükseldiğini hissetti. Beklenmiyordu, öyle mi?

Sonuçta görevi sadece gözlem yapmaktı. Daha fazlası değil.

Elf uzun zaman önce buna inanmaktan vazgeçmişti. "Ne­reden gözlem yapmak? Grim Batol'un zindanlarından mi? Yoksa anlatmadığın bir sebepten dolayı tepe cüceleriyle mi buluşması gerekiyordu?"

Bir kez daha sessizlik. Sonra konuşmaya devam etti: Durum bundan çok daha karışık, genç elf ve her an biraz daha karışmakta. Örne­ğin senin varlığın planda olmayan bir şeydi. Limandayken geri dönmen ge­rekiyordu.

"Bir yemin ettim. Bu yeminin Lordaeron sınırlarının öte­sine geçtiğini hissettim."

Yanındaki Rom kafasının karıştığını belli eden bir ifade ta­kınmıştı. Büyücüyle konuşma aracından yoksun olduğu için Krasus'un tarafındaki konuşmaları ve Vereesa 'nın verdiği kar­şılıkların anlamını ancak tahmin edebiliyor.

Rhonin... şanslıdır, diye sonunda karşılık verdi Krasus.

"Tabii hâlâ yaşıyorsa," dedi elf, neredeyse azarlarcasına.

Yine de büyücü bir kez daha, karşılık vermeden önce te­reddüt etti. Neden bu şekilde davranıyordu? Elbetteki Rhonin'in başına gelenleri umursadığı yoktu. Vereesa, ister insan ister elf olsunlar, büyücülerin huylarını yeterince bilirdi. Fır­sat bulduklarında birbirlerini kendi amaçları için kullandıkla­rının farkındaydı. Onu şaşırtan tek şey zeki birine benzeyen Rhonin'in, Krasus'un tuzağına düşmüş olmasıydı .

Evet... Hâlâ yaşıyorsa... Bir süre daha duraksadı... 0 zaman onu kurtarmak için ne yapılabileceğini düşünmek bizim elimizde.

Büyücünün verdiği karşılık korucuyu şaşkına çevirmişti. Elf bunu ondan hiç beklememişti.


Vereesa Rüzgârkoşan, beni can kulağıyla dinle. Yargılamalarımda bazı hatalarım oldu... Çok önemli meselelerle ilgili... Rhonin'in başına gelenler de bu hatalardan biri. Onu bulma niyetindesin, değil mi?

"Evet öyle."

Orkların dağ kalesinde oka bile mi? Hem de ejderhalarla dolu bir yerde?

"Evet."

Rhonin senin gibi bir yoldaşı olduğu için şanslı... ve ben de şimdi bu kadar şanslı olmayı umuyorum. Bu çetin görevde sana yardım etmek için elimden geleni yapacağım, gerçi bedensel tehlikeye göğüs gerecek olan sensin elbette.

"Elbette," diye karşılık verdi elf, kinayeli bir şekilde.

lütfen tılsımı Rom'a geri ver. Onunla biraz konuşacağım.

Büyücünün madalyonundan ayrılmaya dünden razı olan Vereesa onu cüceye geri verdi. Rom madalyonu alıp bakışla­rını mücevhere dikti. Krasus'un söyledikleri her neyse cüce­nin bundan epey rahatsız olduğu belliydi ama yine de ara sı­ra başını sallıyordu Rom.

Sonunda başını kaldırıp Vereesa'ya baktı. "Eğer bu gerçek­ten gerekli diyorsan..."

Elf onun büyücüyle konuştuğunu fark etti. Hemen sonra mücevherden yayılan parlaklık sönükleşti. Pek de mutlu gö­rünmeyen Rom tılsımı elfe uzattı.

"Bu da ne demek oluyor?"

"Onu yolculuk için almanı istiyor. İşte! Sana kendisi de söyleyecek!"

Vereesa nesneyi geri aldı. Bir anda Krasus'un sesi tekrar zihnini doldurdu. Rom bunu taşımanı istediğimi söyledi mi?

"Evet ama onu..."

Rhonın'i bulmak istiyor musun? Onu kurtarmak istiyor musun?

"Evet ama..."

Ben senin tek umudunum.

Onunla tartışabilirdi ama korucu aslında yardıma ihtiyacı olduğunu biliyordu. Sadece Falstad ve kendisi olduğunda bü­tün ihtimaller onlara karşıydı.


"Pekâlâ. Ne yapıyoruz?"

Tılsımı boynuna as, sonra da Rom'la birlikte diğerlerinin yanma dön. Sana ve cüce arkadaşına dağa kadar yol göstereceğim... Ve de Rhonin'i bul­ma ihtimalinin en yüksek olduğu yere...

Büyücü, elfin ihtiyacı oları her şeyi önermese de kabul et­mesine yetecek kadarını öneriyordu. Zinciri boynundan aşıran Vereesa madalyonu göğsünün üstüne bıraktı.

Ne zaman istersem beni duyabileceksin, Vereesa Rüzgârkoşan.

Rom çoktan onu geçip geri dönüş yolunu tutmuştu. "Gel hadi! Zamanımızı boşa harcıyoruz,-elf leydi."

Vereesa onun peşinden giderken Krasus kendisiyle konuş­maya devam ediyordu: Bu madalyonun ne işe yaradığından kimseye bahsetme. Diğerlerinin yanında ben izin vermeden konuşma bile. Şu an için sadece Rom ve Gimmel benim amacımı biliyor.

"Peki amacın ne?" diye mırıldanmaktan kendini alamadı Vereesa.

Hepimizin paylaşacağı bir geleceği korumaya çalışmak.

Elf bundan kuşkuluydu ama bir şey söylemedi. Hâlâ bü­yücüye güvenmiyordu ama başka da seçeneği yoktu.

Belki Krasus bunun farkındaydı çünkü sözlerini bu konuy­la ilgili sürdürdü: Dinle beni, Vereesa Rüzgârkoşan. Senden, senin veya önemsediklerinin iyiliğine değilmiş gibi gelen şeyler yapmam isteyebilirim. Öyle olduklarına güven. Önünde idrak edemediğin tehlikeler var. Tek başı­na karşı koyamayacağın tehlikeler...

Peki sen hepsini idrak edebiliyor musun? diye düşündü Vereesa, sorusunu Krasus'un duyamayacağını bilerek.

Güneşin batmasına hâlâ az bir zaman var. Dikkatimi önemli bir konu­ya yoğunlaştırmam gerekli. Size söylemeden tünellerden ayrılmayın. Şimdi­lik hoşça kal, Vereesa Rüzgârkoşan.

Elf itiraz etmeye fırsat bulamadan diğerinin sesi yok olup gitmişti. Korucu sessizce lanet etti. Büyücünün şüpheli yardı­mını kabul etmişti ve artık onun emirlerine itaat etmek zo­rundaydı. Vereesa ne kendinin, ne de Falstad’ın yaşamını,


uzaklardaki güvenli kulesinden emirler buyuran bir büyücü­nün ellerine teslim etmekten hiç hoşlanmıyordu.

Daha da beteri, elf yaşamlarını Rhonin'i en başta bu delice yolculuğa gönderen büyücünün ellerine teslim etmişti... Ve göründüğü kadarıyla aynı zamanda onu ölüme terk eden bü­yücünün...


 

On YEDİ

O

rklar onu hapsetmek için götürürlerken, bir ara Rhonin tekrar kendim kaybetmişti. Bu konuda nöbetçile­rinin büyük yardımlarını kesinlikle yadsıyamazdı. Ona vurmak veya kollarını ıstırap verici bir şekilde bükmek için her türlü bahaneyi kullanmışlardı. Bayılana kadar kendi­sine yaptıkları, kırık parmağının acısının yanında hiç kalırdı.

Ama büyücü artık uyanmıştı... ve bu uyanış, kara göz çu­kurları kendisine sadistçe sırıtan, alevlerle kaplı bir kafatası­nın oluşturduğu kâbusa dönüşmüştü.

Dehşete düşen büyücü tepkisel bir hareketle korkunç silu­etten uzaklaşmaya çalıştı ama bunu yapmak Rhonin'e sadece daha fazla ıstırapla, el ve ayak bileklerinin sıkıca zincirlenmiş olduğu gerçeğini kazandırdı. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın ib­lislere özgü dehşetin çarpık görüntüsünün yakınlığından kurtulamıyordu.

Oysa zebani hareket etmiyordu. Rhonin yavaş yavaş için­deki korkuyu bastırıp hareketsiz yaratığı daha yakından ince­ledi. İnsandan çok daha uzun ve enli olan yaratığın üstünde zırh yerine yanan.-kemikler vardı. Uğursuz bir gülümseme sandığı şeyin aslında sadece cehennemlik gözcünün yüzünde hiç et olmamasından kaynaklandığı fark etti. Ateşler yaratığın etrafını kaplıyordu ama büyücü hiç sıcaklık hissetmiyordu. Yine de bu cayır cayır yanmakta olan iskelet ellerin kendisi-


 

ne dokunması halinde sonucun çok çok acı verici olacağın­dan şüpheleniyordu.

 

Aklına daha iyi bir şey gelmediği için Rhonin yaratıkla konuşmayı denedi: "Sen ne... kimsin?"

Cevap yoktu. Titreşen alevler dışında dehşet verici yaratık kıpırtısızdı.

"Beni duyabiliyor musun?"

Yine hiçbir karşılık yok...

Merakı artmış ve korkusu biraz daha yatışmış olan büyü­cü zincirlerinin el verdiği ölçüde öne doğru eğildi. Kuşku do­lu olan insan bir bacağını mümkün olduğu kadar ileri geri oynattı. Hâlâ bir tepki yoktu. Yaratığın kafası onun hareket eden bacağına bile çevrilmemişti.

Yaratık ne kadar korkunç görünürse görünsün canlı bir şeyden çok bir heykele benziyordu. İblislere özgü bir görün­tüsü olsa da iblis olamazdı. Rhonin daha önce golemleri araş­tırmıştı ama bir tanesini bile görmüş değildi, hele de bitmek bilmeyen bir alevle yanmakta olanını... Yine de bunun golem olması aklına gelen tek seçenekti.

Büyücü kaşlarını çattı. Golemin yapabileceklerini merak ediyordu. Aslında bunu anlamak için tek bir yol vardı... Ve sonuçta büyücünün de buradan kaçması gerekiyordu.

Acısını görmezden gelmeye çalışan Rhonin sağlam par­maklarını, kendisini bu korkunç nöbetçiden kurtaracağını umduğu bir büyüyü yapmak için hafifçe hareket ettirdi...

Alevler içindeki golem. şaşırtıcı bir hızla öne uzanıp Rho­nin'in zaten sakat olan parmağını tamamen kendi avucunun içine alacak şekilde yakaladı.

Etini dağlayan bir ateş insanı içine alıp yuttu ama bu ateş onun içindeydi, doğrudan ruhunu yakıyordu. Rhonin çığlık üstüne çığlık attı. Sonunda çığlık atamayacak duruma gelene kadar uzun uzun ve canhıraş çığlıklar attı.

Neredeyse bilincini yitirmek üzereyken başı öne düştü.


İçindeki ateşin yok olması ya da kendisini tamamen yutması için dua etti.

Golem elini büyücününkinden çekti.

İçindeki alevler azalıp yok oldu. Güçlükle nefes alan Rhonin başını dehşetli gözcüye bakabileceği kadar kaldırmayı ba­şardı. Golemin gülünç bir taklitten ibaret olan biçimsiz yüzü de ona bakıyordu. Kurbanına yaşattığı işkencelere tamamen kayıtsızdı.

"Lanet... Lanet olasıca..."

Golemin ardından gelen tanıdık bir kıkırdama sesi büyü­cünün ensesindeki tüylerin diken diken olmasına neden ol­du.

"Yaramaz çocuk, yaramaz çocuk!" dedi cırtlak ve yüksek ses. "Ateşle oynarsan yanarsın! Ateşle oynarsan yanarsın!"

Rhonin başını yana eğdi. Önce ihtiyatlı davrandıysa da karşısındaki korkunç yaratığın tepki vermediğim görünce bi­raz daha eğebildi. Girişin yakınında, Nekros'un Kryll diye hi­tap ettiği goblin duruyordu. Bu, Rhonin'in, aynı zamanda Kanatlıölüm için çalıştığını bildiği goblindi.

Hatta Kryll şu anda siyah kristal madalyonu taşıyordu. Bü­yücü, goblinin pişkinliğine hayret etti. Nekros, adamının ni­ye hâlâ Rhonin'in tılsımını bulundurduğunu kesinlikle merak edecekti.

Kryll onun bakışlarının yönünü fark etti. "Efendi Nekros onu senin yanında hiç görmedi, insan... Hem ayrıca biz goblinler hep incik boncuk toplarız!"

Ancak dahası da olmalıydı. "O da bunu fark edemeyecek kadar çok, değil mi?"

"Aferin, insan, aferin! Sen ona söylesen de dinlemeyecek­tir! Garibim zavallım Efendi Nekros'un aklında bir sürü şey var! Bilirsin işte, ejderhaları ve yumurtaları taşımak tam bir angarya!"


Golem, Kryll'in varlığına hiçbir tepki göstermemişti ve bu da Rhonin'i şaşırtmıyordu. Goblin, mahkûmu kurtarmaya ça­lışmadıkça golem Kryll'e dokunmayacaktı.

"Demek Kanatlıölüm için çalışıyorsun..."

Küçük yaratığın kaşları bir an için çatıldı. "Onun buyru­ğunu yerine getirdim... evet. Çok çok uzun bir zaman boyun­ca..."

"Buraya niye geldin? Efendinin amacına hizmet ettim, de­ğil mi? Onun beni gayet güzel enayi yerine koymasına izin verdim, değil mi?"

Bu kendine has bir nedenle Kryll'i tekrar neşelendirmiş ti. Dişlerini açığa çıkaran gülümsemesi her zamankinden daha çok yüzüne yayılarak karşılık verdi: "Bundan daha büyük enayilik olamazdı çünkü sadece kötü efendime değil, bana da hizmet ettin, insan!"       .   •

Rhonin buna kolay kolay inanamazdı. "Bunu nasıl yaptım peki? Sana ne bakımdan hizmet etmiş olabilirim, goblin?"

"Aynı, aynı bu kadar aşağılık bir goblinin hiç bir nedeni olmadan herhangi bir efendiye hizmet edeceğini düşünen kötü efendime hizmet ettiğin gibi!" Kryll'in yüzünü kaplayan ifadede acı izleri vardı. "Ama ben yeterince hizmet ettim, evet ettim!"

Rhonin kaşlarını çattı. Küçük, deli yaratık büyücünün tah­min ettiği şeyi mi söylemeye çalışıyordu? "Ejderhaya da mı ihanet etmeyi düşünüyorsun? Nasıl?"

Biçimsiz goblin tam anlamıyla neşe içinde hoplayıp zıpla­dı. "Garibim zavallım Efendi Nekros acayip bir halde! Taşı­nacak ejderhalar, taşınacak yumurtalar ve etrafta dolaşacak leş kokulu orklar! Başkalarının kendisinden beklediği şeyin ger­çekten bu olup olmadığını düşünecek kadar zamanı yok! Da­ha fazla kafa yorabilirdi; ama şimdi İttifak batıdan saldırıya geçerken bunlarla uğraşamaz! Harekete geçmesi lazım! Bir ork gibi davranması lazım, anlarsın ya!"


"Saçmalamaktan başka bir şey yaptığın yok..."

"Ahmak!" Goblin daha da çok gülmeye başladı. "Bana bu­nu getirdin!" Madalyonu yukarı kaldırıp Rhonin'e yapmacık bir şekilde surat astı. "Düşüp kırıldı... Yani Efendi Kanatlıölüm öyle sanıyor!"

Tutsak onu seyrederken Kryll madalyonun ortasındaki ta­şa ulaşmak için etrafını kazımaya başladı. Birkaç dakikalık bir uğraştan sonra mücevher, yerinden fırlayıp ince goblinin eli­ne düştü. Goblin, taşı Rhonin'in görebileceği şekilde kaldır­dı. "Bu bende oldukça... Kanatlıölüm'ün işi bitecek..."

Rhonin ona inanmakta güçlük çekiyordu. "Kanatlıölüm’ün işi bitecek mi? Bu taşı onu öldürmek için mi kullanmayı düşü­nüyorsun?"

"Ya da Kryll'e hizmet etmesini sağlamak için! Evet, belki de bana hizmet edecek." Kryll katıksız bir nefretle verdi ne­fesini. "... Artık o sürüngene yağ çekmek yok! Onun dalka­vukluğunu yapmak yok! Bunun için uzun süre ve dikkatlice plan yaptım. Evet, hepsini planladım; bekledim, bekledim ve onun en zayıf anım kolladım!"

Sağduyusuna rağmen etkilenmiş olan 'büyücü atıldı: "İyi ama nasıl?"

Kryll girişe doğru gerilemeye başladı. "Yolu Nekros sağ­layacak, bundan haberi olmasa da... Bu mu?" Taşı havaya atıp tuttu. "Bu, kötü efendinin bit parçası, insan! Kendi büyüsüyle taşa çevirdiği bir pul! Madalyonun işe yaraması için öyle olması gerekir! Ejderhanın bir parçasını elinde bulundurmak ne demektir, bilir misin?"

Rhonin'in zihninden düşünceler hızla geçti. Bir zamanlar ne duymuştu? '"Devlerin en yücesinin bir parçasına sahip ol­mak, onun kontrolünü elinde bulundurmak dernektir.' Ama bu asla yapılamadı! Bunun işe yaraması için olağanüstü bir büyü gücün olması gerek! Bu gücü..."

Golem, büyücünün ani coşkusuna tepki verdi. Hortlak çe-


neleri açıldı ve iskelet eli Rhonin'e doğru uzandı. Büyücü birden, nefes bile almadan kıpırtısız kaldı.

Alevlerle kaplı yaratık durdu ama geri gitmedi. Rhonin, canavarın geri çekilmesi için dua ederek nefesini tutmaya de­vam etti.

Kryll onun içinde bulunduğu zor duruma kıkırdayarak güldü. "Ama sen şimdi meşgulsün, insan! Zamanını aldığım için çok özür! Şanlı başarımdan birine bahsetmek istemiştim... çok yakında ölmüş olacak birine, öyle değil mi?" Goblin hoplaya zıplaya uzaklaştı. "Gitmem gerek! Nekros'un yine benim yol göstermeme ihtiyacı olacak, ah, evet, kesinlikle!"

Rhonin nefesini daha fazla tutamazdı. Hareketsiz durduğu sürenin yeterli olduğunu umarak nefesini verdi.

Hata...

Golem ona doğru uzandı... ve alevler bir kez daha Rhonin'i içten içe tüketmeye başladığında büyücünün küçük, ha­in Kryll'le ilgili bütün düşünceleri yok olup gitti.

Vereesa'ya göre karanlık bir bakıma çok yavaş, bir bakımaysa çok hızlı bastırdı. Krasus'un tembihlediği gibi yapıp kimseye madalyonun amacından bahsetmedi. Ayrıca Rom'un ısrarı üzerine tılsımı elbiselerinin içine elinden geldiğince gizlemişti. Şimdiye kadar üstünde dura dura eskimiş olan se­yahat pelerini onun görünmesini- çoğunlukla engelliyordu; gerçi yakından bakan biri en azından zinciri fark edebilirdi.

Grubun yanma dönmelerinden kısa bir süre sonra Rom, Gimmel'i kenara çekip onunla konuşmuştu. Elf ikisinin de kendisine kısa bir bakış attığını fark etti. Rom'un, komutan yardımcısının da Krasus'un kararından haberdar olmasını istediği belliydi. Diğer cücenin yüzüne yayılan ifadeden anla­şıldığına göre Gimmel bu durumdan şefi gibi hoşlanmamıştı.

Delikten süzülen ışık kaybolduğunda cüceler kayaları sis­tematik olarak taşımaya başladılar. Vereesa bir taşın diğerin-


den önce kaldırılması için bir sebep göremiyordu ama Rom'un adamları dik başlıydı. Elf sonunda arkasına yaslanıp boşa harcanan bunca zamanı düşünmemeye çalıştı.

Son taş da yerinden taşındığında büyücünün tuhaf bir şekilde yorgun gelen sesi korucunun zihninde yankılandı.

Dışarı açılan yol... Şimdi açık mı, Vereesa Rüzgârkoşan?

Mırıldandığı belli olmasın diye arkasına dönüp öksürüyor-muş gibi yapması gerekti. "Henüz bitti."

0 zaman işe koyulabilirsin. Dışarı çıkar çıkmaz tılsımı, sakladığın yer­den çıkar. Böylece kaçınızda ne olduğunu görebileceğim. Sen ve Aerie cüce­si tünelden çıkana kadar konuşmayacağım.

Elf geri döndüğünde Falstad onun yanma gelmişti. "Hazır mısın, elf leydim? Bana kalırsa tepe cüceleri bir an önce biz­den kurtulmak istiyor."

Gerçekten de Rom şimdiden girişin yanında durmuş, ha­yal meyal görünen silueti, ikiliye dışarı tırmanmaları için sa­bırsızca el kol hareketleri yapıyordu. Vereesa ve Falstad onun yanından hızlı hızlı geçip yukarıdaki genişletilmiş deliğe doğ­ru ellerinden geldiğince tırmanmaya başladılar. Korucunun bir kez ayağı kayşa da tekrar basacak bir yer bulmayı başar­dı. Yukarıda esen rüzgâr Vereesa'yı çağırıyordu. Korucunun yeraltından hoşlandığı söylenemezdi. Şartların, yakın zaman­da onu oraya geri yollamamasını diledi.

Yukarı ilk ulaşan Falstad onu yanma çekmek için güçlü elini uzattı. Hiç çaba harcamadan elfi kaldırıp yanındaki top­rağa bıraktı.

îkisi de çıkar çıkmaz cüceler deliği kapamaya başlamışlar­dı. Daha Vereesa dengesini sağlamakla meşgulken delik hızla küçülmüştü bile.

"Peki şimdi ne yapıyoruz?" diye sordu Falstad. "Oraya mı tırmanacağız?"

Dağın temelini işaret ediyordu. Gecenin karanlığında bile yüzlerce metre yükselen yalçın kayalık yüzey belirgindi. Elf


 

ne kadar uğraşırsa uğraşsın yakınlarda bir boşluk göremedi ve bu da kafasının karışmasına yol açtı. Rom'un söyledikle­rinden, boşluğu neredeyse hemen göreceklerine inanmıştı Vereesa.

Ona seslenmek için dönüp aşağı baktığında delikten geri­ye neredeyse hiç iz kalmadığını gördü. Vereesa dizlerinin üs­tüne çöktü ve kulağını- küçük deliğe dayadı. Hiçbir şey duyamıyordu.

"Unut onları, elf leydim. Saklanmaya gittiler." Falstad’ın ses tonu kuzenleri olan tepe cücelerine duyduğu küçümse­menin izlerini belli ediyordu.

Başıyla onaylayan elf sonunda Krasus'un talimatlarını ha­tırladı. Pelerinini kenara çekip madalyonu sakladığı yerden çıkardı ve açığa, göğsünün üstüne yerleştirdi. Vereesa büyü­cünün karanlıkta görebileceğini varsayıyordu, aksi takdirde şu anda pek bir yardımı dokunmazdı.

"Bu da ne?"

"Yardım... Yani umarım öyledir." Krasus onu kimseye söylememesi konusunda uyarmış olabilirdi ama Falstad’ın tahminlerde bulunmasını da istemezdi her halde. Korucu kendi kendine konuşmaya başlarsa cüce onun kafayı üşüttü­ğünü düşünebilirdi.

Her şey gayet net görünüyor, diye açıkladı büyücü, elfin irkil­mesine neden olarak. Teşekkür ederim.

"Ne var? Neden sıçradın?"

"Falstad, Kirin Tor'un Rhonin'i bir göreve yolladığım bi­liyor musun?"

"Evet ama onun bahsettiği saçmalığa inandığım da yok. Neden?"

"Bu madalyon onu seçen ve gerçek görevine gönderen büyücünün... Ve bu görevin bir kısmı da anladığım kadarıy­la, Rhonin'in dağın içine girmesini gerektiriyordu."

"Niçin?" Sesi hiç de şaşırmış gibi çıkmamıştı.

"Bunu şu ana kadar tam anlamıyla çözebilmiş değilim. Bu

 


 

madalyonsa o büyücülerden biri olan, Krasus un benimle konuşabilmesini sağlıyor."

"Ama ben hiçbir şey duyamıyorum."

"Onun çalışma şekli maalesef böyle."

"Tam büyücü işi," diye fikrini açıkladı cüce. Sesinin tonu kuzeni olan tepe cücelerinin yetersizliğinden bahsederkenki gibi çıkmıştı.

Harekete geçsen iyi olur, diye öneride bulundu Krasus. Dedikle­ri gibi: Vakit nakittir.

"Sana bi şey mi oldu? Yine sıçradın!"

"Demin de söylediğim gibi, onu sen duyamıyorsun ama ben duyuyorum. Harekete geçmemizi istiyor. Bize yolu gös­terebileceğini söylüyor!"

"Görebiliyor mu yani?"

"Kristal aracılığıyla."

Falstad madalyonun karşısına geçip parmağıyla taşı dürt­tü. "Aerie adına yemin ederim ki eğer bize oyun oynamaya kalkarsan hayaletim seni bulup gebertir, büyücü! Yemin ede­rim!"

Cüceye hedeflerimizin benzer olduğunu söyle.

Vereesa söylenenleri Falstad'a tekrarladı, o da bu karşılığı isteksizce kabullendi. Elfin de kendine sakladığı çekinceleri vardı. Krasus hedeflerinin 'benzer' olduğunu söylemişti. Bu tamamen aynı olduğu anlamına gelmiyordu.

Bu düşüncelerine rağmen Krasus'un ilk talimatlarını harfi­yen yerine getirdi. Büyücünün en azından onları içeri sokaca­ğını tahmin ediyordu. Yönlendirmeleri önce çok tuhaf görün­dü çünkü ikili dağın bir bölümünün etrafında çok fazla zaman kaybettiren bir şekilde dönüp durmak zorunda kalmıştı. An­cak daha sonra büyücü onları daha basit bir yoldan, uzun ve dar bir mağara ağzına ulaştırdı. Vereesa burasının içeriye gi­riş yolu olması gerektiğini varsayıyordu. Aksi takdirde korucunun, güvenilmez rehberlerine söyleyeceği bir çift sözü olacaktı.


Eski bir cüce madeni, dedi Krasus. Orklar onun hiçbir yere varma­dığını sanıyorlar.

Vereesa onu karanlıkta elinden geldiğince inceledi. "Eğer  içeri açılıyorsa neden Rom ve halkı onu kullanmadı?"

Çünkü sabırla beklemekteler.

Ne beklediklerini sormak istiyordu ama birden Falstad ko­luna yapışmıştı.

"Dinle bak!" diye fısıldadı griffon binicisi. "Bir şey geli­yor!"

Bir kaya çıkıntısının arkasına saklandılar... tam zamanında. Korkunç bir figür tıslama sesleri çıkararak, kasıtlı olarak ma­ğaranın olduğu bölgeye doğru aceleyle ilerliyordu. Vereesa etrafı kolaçan eden bir ejderha kafasını fark etti. Kızıl göz yu­varlakları karanlıkta hafifçe parıldıyordu.

"Bu yolu neden kullanmadıkları belli oluyor," diye mırıl­dandı Falstad. "Doğru olamayacak kadar iyi olduğunu bili­yordum zaten!"

Ejderhanın kafası dikleşti ve canavar onların olduğu tarafa döndü.

Sessiz kalmalısınız. Ejderhaların kulakları oldukça keskin olabilir.

Elf bu gereksiz bilgiyi iletmekle uğraşmadı. Kılıcına sıkı sı­kı yapışıp dev yaratığın onların saklandığı yere doğru birkaç adım atmasını seyretti. Ejderha, Kanatlıölüm kadar iri değildi tabii ki ama korucunun ve Falstad’ın rahatlıkla icabına baka­bilecek kadar büyüktü.

Kafasının ardındaki kanatları gerildi... Korucu bu kanatla­rın kusurlu gelişmiş olduğunu gece görüş özelliğiyle görebi­liyordu. Ejderhanın orklar için bekçi köpeği vazifesi görmesi şaşırtıcı değildi.

Peki terbiyecisi neredeydi? Orklar bir ejderhayı asla yalnız bırakmazlardı, hatta uçamamaya mahkûm olmuş olanları bile.

Yüksek sesli bir emir bu soruya cevap vermiş oldu. Cana­varın çok arkasında, havada süzülen bir meşale belirdi. Yavaş


yavaş, bu meşaleyi taşıyan hantal ork da göründü. Öteki elin­de, neredeyse Vereesa'nın boyunda olan bir kılıç taşıyordu. Nöbetçi, ejderhaya bir şeyler bağırdı ve ejderha da sinirli si­nirli tısladı. Ork emrini tekrarladı.

Canavar yavaşça, ikilinin saklandığı taraftan başka yöne dönmeye başladı. Vereesa savaşçının ve köpeğinin ellerini ça­buk tutmasını umarak nefesini tuttu.

O anda madalyonun taşı birden çıkıntının etrafındaki böl­geyi tamamen aydınlatacak kadar ışıltılı bir şekilde parladı.

"Boğ şu ışığı!" diye fısıldadı Falstad.

Korucu denedi ama artık çok geçti. Sadece ejderha geri dönmemiş, bu sefer ork da tepki vermişti. Önünde meşale ve kılıç olan savaşçı onların saklandığı yere doğru ilerlemeye başlamıştı. Kırmızı dev onun ardında tehditkâr bir şekilde yü­rüyor, orkun emriyle harekete geçmeye hazır bekliyordu.

Madalyonu boynundan çıkar, diye emretti Krasus. Onu ejderhaya doğru atmaya hazırlan.

"Ama..."

Dediğimi yap.

Tılsımı hemen çıkaran Vereesa, onu elinde hazır tuttu. Falstad yol arkadaşına göz attı ama sesini çıkarmadı.

Ork daha da yaklaşmıştı. Tek başına bile yeterince uğraş­tırıcı olurdu zaten ama yanında ejderha varken korucunun ve yol arkadaşının pek şansı yoktu.

Cüceye ortaya çıkıp kendini göstermesini söyle.

"O, dışarı çıkmam istiyor, Falstad," diye mırıldandı. Bu kadar salakça bir şeyi cüceye söylemeye neden zahmet ettiği­ni bile bilmiyordu.

"Ejderhanın ağzından içeri girmemi ya da canavarın önü­ne uzanıp tadını çıkara çıkara beni kemirmesine izin verme-, mi tercih eder miymiş acaba?"

Çok az zamanınız var.

Elf, büyücünün sözlerini yine tekrarladı. Falstad gözlerini kıstı, derin bir nefes alıp başım salladı. Fırtınaçekici elinde,


 

Vereesa’nin yanından sessizce dolaşıp kayaların siperinden dı­şarı çıktı.

 

Ejderha kükredi. Ork hırıltılı bir ses çıkardı. Uzun ve sivri iki dişle süslü ağzına, beklentileri gerçek olmuşçasına ge­niş bir sırıtma ifadesi yayıldı.

"Cüce!" diye hırıldadı. "Güzel! Burda sıkılmaya başlamış­tım! Zarasz'a yem olmadan önce beni epey eğlendireceksin! O da acıkmaya başlamıştı!"

"Asıl sen ve hayvanın eğlencelik olacak, domuz surat! Dı­şarısı biraz üşümeme neden olmuştu. Senin o kaim kafanı ez­mek hiç şüphesiz kemiklerimi ısıtacaktır!"

Ork da canavar da yaklaştılar.

Şimdi tılsımı ejderhaya fırlat. Ağzına yakın bir yere geleceğinden emin ol.

Komut o kadar saçmaydı ki Vereesa ilk başta doğru duy­duğundan emin olamadı. Sonra aklına, belki de Krasus'un madalyon aracılığıyla bir büyü yapabileceği geldi. En azın­dan yabani yaratığı etkisiz kılabilecek bir büyü yapabilirdi belki.

Fırlat onu, arkadaşın hayatını kaybetmeden.

Falstad! Korucu saklandığı yerden fırlayıp iki muhafızı da şaşırttı. Orka hızlı bir bakış attı... Sonra da usta bir atışla ma­dalyonu ejderhanın ağzına fırlattı.

Ejderha aynı oranda hayret edilesi bir kesinlikle öne uza­nıp tılsımı çenesiyle yakaladı.

Vereesa küfretti. Krasus elbette bunu beklemiyordu.

Ancak tuhaf bir şey oldu. Üç savaşçının da oldukları yer­de kalmasına neden olan bir şey... Madalyonu yutmak ya da kenara atmak yerine, ejderha kafasını eğip hareketsiz kaldı. Yaratığın ağzının içinden kırmızı bir ışık yayıldı ama bu ışı­ğın ejderhaya kötü bir etkisi yokmuş gibiydi.

Hepsi aval aval bakarken dev yaratık oturdu.

Bu değişiklikten hiç hoşlanmamış olan ork yüksek sesle bir komut verdi  ama ejderha onu  duymuyormuş  gibiydi.

 


 

;Onun yerine sanki çok uzaklardan gelen başka bir sese kulak vermişti.

"Köpeğin oynayacak bi oyuncak bulmuş, ork!" diye dalga • geçti Falstad.  "Galiba bi kez olsun yalnız başına dövüşmek zorunda kalacaksın!"

Karşılık olarak, uzun dişli savaşçı, meşalesini ileri uzatıp cücenin sakalını tutuşturmaya çalıştı. Lanetler savuran Falstad fırtınaçekicini savurdu. Silah orkun ileri uzanmış kolunu ez­meye çok yaklaşsa da hedefi bulmadı. Bu da sonuçta, kılıcıy­la hızlı bir hamle yapması için nöbetçiye fırsat verdi.

Vereesa kararsız bir halde kalakaldı. Falstad'a yardım et­mek istiyordu ama ejderhanın bir anda bu tuhaf trans halin­den çıkıp terbiyecisine katılıp katılmayacağını bilemiyordu. Böyle bir şey olması durumunda birinin canavarı çarpışmaya hazır olması gerekirdi.

Cüce ve rakibi çarpıştılar; meşale ve kılıç, çekice karşı den­ge sağlamıştı. Ork, Falstad'ı geriletmeye çalışıyordu. Kuşku­suz amacı düşmanının engebeli arazide sendeleyip düşmesi­ne neden olmaktı.

Elf, ejderhaya bir kez daha göz attı. Yaratığın kafası hâlâ yana eğikti. Gözleri açıktı ama sanki uzaklara dalıp gitmiş gi­bi görünüyordu.

Kesin karara varan Vereesa, bakışlarını ejderhanın bulun­duğu taraftan ayırıp Falstad'a yardım etmek için atıldı. Ejder­ha onlara saldırırsa saldırsın; elf, dostunun ölmesi tehlikesine göz yumamazdı.

Ork onun gelişini hissetmiş olmalıydı çünkü korucu, nö­betçiye doğru hamle yaparken iri yarı savaşçı meşaleyi kendi etrafında savurmuştu. Alevler yüzünün birkaç santim yanın­dan geçerken Vereesa bir an soluksuz kaldı.

Ancak onun gelişi nöbetçinin mücadelesini iki cepheye bölmüştü. Bu yüzden de orkun elfi yakma çabası, kendisini saldırıya açık bırakmıştı. Falstad’ın bundan faydalanması için uyarıya ihtiyacı yoktu. Çekiç hızla indi.


Orkun gırtlaktan gelen çığlığı neredeyse kemiğin kırılma sesini bile bastırmıştı. Kılıç, uzun dişli savaşçının titrek bir halde sallanmakta olan elinden kaydı. Cücenin çekici, kolun dirsek kısmını parçalayıp bütün kolu etkisiz hale getirmişti.

Acı ve öfkenin harekete geçirdiği sakat ork, meşaleyi Falstad’ın göğsünü dürtecek şekilde uzattı. Cüce, sakalında ve göğsünde peyda olan kıvılcımları üstlerine vurarak boğmaya çalışırken geriye tökezledi. Hayvani düşmanı onun üstüne gitmeye kalkıştı ama elf onun yolunu kesti.

"Küçük elf!" diye hırladı ork. "Sen de yan!"

Meşale ve orkun uzun kolu bir olunca, nöbetçinin erimi elfinkini fazlasıyla aşmıştı. Vereesa üstüne gelen ateşten sakın­mak için iki kez eğildi. Bunu bir an önce sona erdirmeliydi. Ork onu savunmasız yakalamadan önce...

Nöbetçi meşaleyi bir daha savurduğunda Vereesa orku de­ğil meşaleyi hedef aldı. Bu da alevlerin tehlikeli bir şekilde yakınma gelmesine izin vermesi demekti. Ork ileri atılırken yabani yüzündeki ifade, beklentisinin gerçekleşmekte oldu­ğunu düşündüğünü belli edercesine çarpıldı.

Elfin kılıcının ucu tahtaya saplanıp meşaleyi afallayan nö­betçinin parmaklarından kurtardı. Vereesa’nin elde ettiği so­nuç beklediğinden de iyi oldu: Kendisi öne doğru düşerken meşale de onunla birlikte savrulmuştu.

Orkun yüzü alevlerle kaplandı. İri yarı savaşçı kükreyerek meşaleyi kendinden uzaklaştırdı ama ateşin verdiği zarardan kurtulamamıştı. Gözleri, burnu ve yüzünün üst kısmının ço­ğu ısının etkisiyle kavrulmuştu. Ork artık göremiyordu.

Biraz suçluluk duymakla birlikte onu susturması gerektiği­nin bilincinde olan Vereesa kılıcıyla kör orkun işini bitirip onun acı dolu çığlıklarına son verdi.

"Aerie adına!" dedi hiddetli bir sesle Falstad. "Kendimi as­la söndüremeyeceğimi sandım!"

Hâlâ soluk soluğa olan elf güçlükle konuştu: "Sen... sen... iyi misin?"


"Bunca uzun yılda uzamış sakalın kaybına üzüldüm ama bunu atlatırım! Şu fazla gelişmiş köpeğimizin derdi ne?"

Ejderha uyumak üzereymiş gibi tamamen yere çökmüştü şimdi. Madalyon hâlâ ağzındaydı ama onlar bakarken, dev yaratık ağzındaki tılsımı hemen önündeki yere bıraktı... Son­ra da ikiliye, sanki ikisinden birinin madalyonu geri alması­nı istermiş gibi baktı.

"Bizden düşündüğüm şeyi yapmamızı mı istiyor, elf ley­dim?"

"Korkarım öyle... Ve bunun kimin telkini olduğunu da bi­liyorum." Beklemekte olan ejderhaya doğru ilerlemeye başladı.

"Onu almayı deneyeceğin konusunda ciddi değilsin, değil mi?"

"Başka seçeneğim yok."

Korucu yaklaştıkça ejderha bakışlarını ona doğru indirdi. Ejderhaların geceleri gayet net gördüğü ve hatta koku duyu­larının gözlerinden bile keskin olduğu rivayet edilirdi. Bu ka­dar yakındayken Vereesa’nin kesinlikle kurtuluşu olmazdı.

Elf, tılsımı pelerinin kenarını kullanarak dikkatle aldı. Ej­derhanın ağzında bunca zaman kalmış olan madalyon salya­ya bulanmıştı, iğrenen elf, onu yere sürterek elinden geldi­ğince temizledi.

Mücevher birden parıldadı.

Yol açık, dedi Krasus'un tekdüze sesi. Başkaları gelmeden acele etseniz iyi olur.

"Bu canavara ne yaptın?" diye mırıldandı Vereesa.

Onunla konuştum. Artık anlayabiliyor. Acele edin. Eninde sonunda baş­kaları da gelecektir.

Ejderha anlıyor muydu? Vereesa büyücüye daha fazlasını sormak istiyordu ama şu anda tatminkâr bir cevap alamaya­cağım biliyordu. Sonuçta büyücü her nasılsa imkânsızı başar­mıştı ve bu yüzden de korucu ona şükran duyuyordu.

Zinciri tekrar boynuna geçirdi. Tılsım şimdi yine serbest-


çe sallanıyordu. Korucu, Falstad'a sadece: "Yolumuza devam etmemiz lazım," dedi.

Ejderhanın görünüşüne anlam veremediğini belli eden bir şekilde hâlâ başını iki yana sallayan cüce, Vereesa'yı takip etti.

Krasus sözüne sadık kaldı. Büyücü onlara terk edilmiş ma­den boyunca yol gösterip sonunda onları aşağıya, Vereesa’nin asla dağ kalesine varacağını düşünmeyeceği bir geçide ulaş­tırdı. Geçit, ikiliyi dar ve oldukça tehlikeli bir kenar patikayı tırmanmak zorunda bıraktı ama sonunda epey geniş bir ye­raltı mağarasının üst kısmına varmışlardı.

Aceleyle koşuşturan orklarla dolu bir mağaranın...

Sinmiş oldukları çıkıntıdan gördükleri kadarıyla korkusuz savaşçılar malzeme paketleyip arabaları yüklüyorlardı. Bir ta­rafta ejderha terbiyecilerinden biri genç bir ejderhanın duru­munu kontrol ediyordu. Bir diğeriyse yakın zamanda ayrıl­maya hazırlanıyormuş gibiydi.

"Buradan topluca gitmeyi planlıyormuş gibi görünüyor­lar!"

Korucu de aynı şeyi düşünmüştü. Daha iyi görebilmek için çıkıntıdan eğildi.

işe yaradı...

Konuşan Krasus'du ama Vereesa onun ses tonundan ken­di kendine konuştuğunu anlamıştı hemen. Büyük olasılıkla yüksek sesle bir şeyler söylediğinin bile farkında değildi. Bir şekilde orkların Grim Batol'u terk etmesini sağlamayı mı ta­sarlamıştı? Elf, büyücünün ejderhayla başa çıkmasını şaşırtıcı bulsa da onun bu kadar çok etkisi olabileceğinden de kuşku­luydu.

Uçuş için hazırlanan ejderha birden mağaranın ana girişi­ne doğru hareketlendi. Terbiyecisi düşmesini engelleyecek kayışlarını bağlamayı tamamlamış ve kendini uçuşa hazırla­mıştı. Savaştakilerin aksine, bu ejderhaya malzemeler yüklen­mişti.


Vereesa geri çekilip düşünmeye başladı. Çoğu bakımdan Grim Batol'un terk edilmesi İttifak için çok önemliydiyse de bu durum beraberinde çok fazla soru işareti ve bir miktar da kaygı getiriyordu. Eğer orklar burayı terk ediyorsa Rhonin'e niye ihtiyaç duysundular ki? Elbetteki bir düşman büyücüsü­nü yanlarında götürmek zahmetine girmezlerdi.

Peki gerçekten de bütün ejderhaları götürmeye mi niyetliy­diler?

Eli, Krasus'un kendilerine bir sonraki adımlarını bildir­mesini beklemişti ama büyücü ürkütücü bir sessizlik için­deydi. Vereesa etrafına bakınarak hangi yolu kullanarak Rhonin'in tutulduğu yeri en hızlı şekilde bulabileceklerine karar vermeye çalışıyordu. Tabii ki şimdiye kadar çoktan öldürül­memişse...

Falstad elini onun omzuna attı. "Aşağı bak! Gördün mü onu?"

Elf onun bakışlarını takip etti... ve goblini gördü. Yeşil ya­ratık başka bir kaya çıkıntısı boyunca hızla yürüyerek, onla­rın çok uzağında, solda bulunan bir geçide ilerliyordu.

"Bu Kryll! Başkası olamaz!"

Elf de kesinlikle bunun doğru olduğunu hissediyordu. "Anlaşılan buralardaki yolları gayet iyi biliyor!"

"Evet! O yüzden de bizi onların müttefiklerine götürdü: Trollere!"

Peki ama goblin onları neden orklara yakalatmamış ti? Ne­den bunun yerine cani trollere teslim etmişti? Muhakkak ki orklar ikiliyi sorgulamak isterlerdi.

Bu kadar merak yeterliydi. Elfin aklına bir fikir gelmişti. "Krasus' Bize goblinin gitmekte olduğu yere nasıl inebilece­ğimizi gösterebilir misin?"

Zihninde hiçbir ses yankılanmadı.

"Krasus?"

"Sorun ne?"


"Büyücü karşılık vermiyormuş gibi görünüyor." Falstad homurdandı. "Yani şimdi kendi başımıza mıyız?" "Şimdilik öyle görünüyor." Korucu doğruldu. "Şu ilerdeki çıkıntı. Onun, bizi gitmek istediğimiz yere ulaştırması la­zım. Orklar her halde tünellerin epey tutarlı olmasını ister­lerdi."

"Öyleyse büyücü, olmadan devam edeceğiz. İyi. Bunu da­ha çok sevdim."

Vereesa acımasız bir ifadeyle başını salladı. "Evet, büyücü olmadan devam edeceğiz... ama küçük dostumuz Kryll olma­dan değil."


                                   

 



 
 
  Bugün 16877 ziyaretçikişi burdaydı!